11 Eylül 2020 Cuma





Doğum günümde bir tek dileğim var



Doğum günüme çok az bir zaman kaldı.  Her defasında bu sene de keşke çok çabuk geçip gitmese ve ben artık büyümesem diyorum ama her geçen yıl zaman daha da çabuk geçiyor...

2 Ekim 1968'den bugüne tam 52 yıl geçmiş..Ne de çabuk büyüdüm (!)  diyorum bir an ..

Genç kızken aynadaki gergin ve pürüzsüz yüzüme baktığımı anımsıyorum ve  geçeceğini bildiğim  zamanı hayal ettiğimi,  olgunluk yaşlarımı ve arkasından gelecek olan yaşlılığı.... O zamanlar o kadar uzakmış gibi geliyordu ki o günler..



Daha 18'indeyseniz ya da yirmilerinde yaşlılığı kendinize çok uzak bir mevhum olarak görmeniz söz konusudur büyük ihtimalle. Hatta kendinizin hiç yaşlanmayacağınıza inanmanız olasıdır. Bu tuhaf bir insanı savunma mekanizması gibi bir şey sanırım. Hayat ilk gençlik yıllarında çok uzun bir yolculuk gibi bir his uyandırıyor kişide. Gençler hep genç kalacaklarmışta yaşlılar da sanki en başından yaşlı olarak doğmuşlar gibi aptalca bir olgu vardır çoğu kez gençlerin beyinlerinde.. Gençler yaşlılara bakıp zaman zaman dalga geçtiklerinde hiç bilmezler hayat denen sürecin adeta kısa metrajlı bir filme benzediğini. Ve en yaygın ayırımcılıklardan bir tanesi de bu yüzden gençler tarafından yaşlılara yapılır,
Aynadaki yüzümde gördüğüm o canlı ifadenin yavaş yavaş söneceğini düşünürken gelecekteki görünümümü kesin tahmin etmem kolay değildi o zamanlar..

Gerçi bugün için hala daha kendimi yeterince genç hissetsem de doğum günleri beni pek öyle sevindirmiyor. Aslında doğum günlerimi küçüklükten beri öyle çok sevinçle karşıladığımı anımsamıyorum. Bizimkilerin bu güne öyle çok ehemmiyet vermemeleriyle ilgiliydi bu durum sanırım.

Çocukluğumda, şerefime gerçek amlamda bir doğum günü partisi tek bir kez yapılmıştı ..O da beşinci sınıfı bitirdiğim seneydi

Hayatımda ilk defa bir sürü çocuk evimizi doldurmuştu.. Sanırım doğum günüme sınıfımdaki tüm çocukları davet etmişlerdi.. Pastalar , hediyeler süprizler.. Belkide hayatımda ilk kez kendimi bu kadar özel hissetmiştim.  Halbuki ilkokul hayatım baya yanlız geçmişti diye hatırlıyorum.

Öğretmenimiz gestapo gibi bir kadındı, o kadar ciddi, o kadar otoriter, o kadar şeytanca bir tipti ki bana  okulu bir tehtid olarak algılamam için yeterinden fazla tesir etmişti o kadın... Ve ben gittikçe içime kapanmış  kendimi  herkesten çektikçe çekmiştim.. Ya da böylesi bir durumla nasıl mücadele edeceğimi bilmediğim için gittikçe pasifize oluyor ve çekingenleşiyordum.. Böyle olunca da tenefüste yapayanlız dolaşırken seksek, ya da lastik oyunları oynayan kızların yanına gidip oyunlarına iştirak etmek istediğimi sözlemekten bile acizdim.. O zaman tek arkadaşım Eti'ydi..

Ve bu yüzden o okulu bitirmeme kısa bir zaman kala böylesi bir doğum günü partisi bana bir anda hiç olmadığım kadar popülerlik hissi vermişti birden bire. Adeta o gün başka birisi olup çıkıvermiştim.

Daha ileriki senelerdeyse okul hayatımda geçirdiğim tüm zorluklara rağmen her zaman çok arkadaşım olmuştu.. Espriyi, güldürmeyi seven bir tiptim.. arkadaşlarım beni çok seviyordu , tabii ki ben de onları..belki de okulu bırakmamış olmamın en önemli sebeplerinden biri de buydu..

Sadece lise son sınıfta  tekrardan kısmen içime kapanmıştım. Ama bu sefer bu benim kendi seçimimdi. Böylesini tercih etmiştim. Hatta yeni katıldığım sınıf olan 10. sınıfta yakınlaştığım bir çok kızdan bile uzaklaşmıştım o yıl. Böyle daha rahattım çünkü kendimce benim için önemli yer tutan bambaşka şeyler vardı...

Ve hayat geçti, ve ben büyüdüm..doğum günleri benim için hep saçmalık olarak kaldı kafamda. Bir kez öyle yer etmiş sanki..

Gündelik hayatınızda sevildiğinizi hissetmek sadece doğum günlerinde hatırlaktan daha değerli.
Sevgi, hediyelerin çok ötesinde bir duygu. Hatırlanmak her zaman güzelşe de  sevgi sızın için ayrılan zamanda, size gösterilen anlayışta ve sevdikleriniz sizin için yaptığı kimi küçücük ama anlamlı davranışlardadır.. Sevgi en çok ,büyük şeylerde değil küçücük anlarda  hissedilir ..

Doğum günleri belki küçük çocuklar için büyük mutluluklar demeksede bir zaman sonra sadece geçen yaşamın sizden neleri götürdüğünü anımsatıyorlar..

Bu yıl  koca bir doğum günü pastasının üzerinde dizili mumları söndürürsem eğer Tanrı'dan tek  dileğm olur herhalde o da. " içten bir gülüş" !!!





Batya R. Galanti








10 Eylül 2020 Perşembe

Insan yavrusunu terk etmez!

  

Köpeğimi sabahın erken saatlerinde indirdiğimde eve yakın bir bahçenin girişinde üç küçük kediye rastladım ..Üç minik kardeş  sabahtan bastıran sıcakla birlikte bir bahçe duvarının dibinde, gölgede birbirlerinin kuyruklarıyla oynuyorlardı . Öyle tatlıydılar ki bir yandan Pitzy'yi onlara yaklaştırmamak için gayret ederken diğer taraftan onları seyredaldım.

Acaba  kedi yavrularının neredeyse bir insan tavrıyla sarılışlarının , küçücük dilleriyle oralarını buralarını yalarken birbirlerinin boyunlarına kollarını dolamalarının bizim bildiğimiz "sevgi "yle bir ilgisi var mıdır diye düşündüm. .O an tek emin olduğum şey, dogada  uyum içinde var olan canlıların  birbirleriyle iç içe olan yaşamlarının mükemmelliğiydi..

Kedicikleri izlemeye  başladığım andan itibaren içimde ilginç bir şey oldu.. Biri kapkara bir panteri andıran, diğer ikisi gri olan yavruların oyunlarındaki sevimliliklerinin ve o an çevreye yaydıkları enerjinin benliğimde esen rüzgarları dindirdiğini hissettim..

Hayvanları  izlerken hep bambaşka bir ruh haline giriyorum ben. Biz insanların  içinde  var olan ve hiç bitmeyen sorular ve sorunlar ve sadece insana özgü stres onların dünyasında mevcut değil gibi.. İç güdülerinin peşinde devam ettirdikleri varoluş savaşı her ne kadar karmaşık ve bir o kadar acımasız olsa da bir an için  bir ağacın gölgesine uzandıklarındaki hallerini tarif edecek kelime sanırım huzurdur!

Etrafı çevreleyen apartmanların ortasındaki ağaçlık yerde o minik kediler yeşilliklerin üzerinde alt alta üst üste birbiriyle dövüşürlerken etraftan kulağıma çalınan ses;  kuş cıvıltıları..ağaçlarda hiç durmadan ötüşen kuşlar.. Doğa o kadar dingin ki o an..

Benimse aklıma 14 yaşım geldi bu kez. Yine ada'daydım ( ne yapayım, bir çok anlatılası  şeyler benim için hep ada'da geçenler galiba )  Yine yazlardan bir yaz..oturduğumuz evin bahçesinde bir kedi doğum yapmıştı.. Beş tane yavru, hepsi  başka başka renklerde minicik yaratıklar.. kapının önünde beşini sıraya dizip kuzenlerime onlara taktığım isimleri saydığımı anımsıyorum.. İşte o yavruların daha dünyaya ilk geldikleri gecelerden birinde pencere kenarında yattığım yatağımda ben uykuya dalmaya çalışırken birden şimşekler çakmaya gök gürlemeye başlamıştı durmadan.. Çok sıcak  geçen bir kaç günün ardından yağmur bastırmıştı.  Kopan fırtınanın gürültüsüne rağmen gecenin karanlığında ağlayan yavru kedileri duymuştum birden.. Sağnak yağışın içinden kulağıma çalınan miyav sesleri ağlayan bir bebeğin yardım isteyişini hatırlatıyordu. Kediciklerin anneleri neredeydi ki? Yağmurda onları emin bir yerde saklamamışmıydı bilmiyordum ama içimden bir ses onların açıkta bir yerlerde savunmasız kaldıklarını söylüyordu.. Yağmurun şiddeti hiç umurumda değilse de karanlıktan çok korkan bir çocuktum ben ama o yavrulara yardım etmek isteğim herşeyin önüne geçerek dolaptan çıkardığım kırmızı yağmurluğumu pijamamın üzerine geçirerek  kendimi dışarıya atmıştım. Bahçe duvarının gerisindeki kocaman arsaya inip seslerin geldiği noktada el yordamıyla bulduğum sırılsıklam olmuş minicik yavruları tek tek yağmurluğun içine koyarak eve dönmüştüm . O gece ben kendimi o yeni yetme halimle çok büyük bir kahramanlık yapmışım gibi hissettiğimi anımsıyorum.

Bir hayvana, bir canlıya en ufak bir  yardım ettiğinizde yaşadığınız şey öncelikle tatmin duygusu sanırım. Kuzenimse bir kez bana, iyilik yaptığımızda da aslında bunu kendimiz için yaptığımızı söylemişti. Kendi vicdanımızı rahatlatmak için başkalarına yardım ettiğimizi iddia etmişti.. Bunun adı kendi egomuzu tatminmiş!!   Ne farkeder ki?.Kendi egosunu tatmin etmek için kötülük yapanlar da  var!!

Seneler sonraysa bir gün Şişli'deki evimize yeni yeni büyüyen bir kedi dadanmıştı. Balkon kapısının yanındaki pencerenin oraya gelmiş ve bir daha da orayı bırakmaz olmuştu.. Bizden yemek bekliyordu.. Annesinin onu terk ettiği günden itibaren belkide hayatta kalmayı beceremeyecek kadar korkmuştu bir şeylerden ..O kadar da güzel bir kediydi ki bu. Bembeyaz tüylerinin kimi yerlerinde siyah benekleri vardı, ayrıca güzel bir suratı ve son derece masum bakışları...  Evimizin kömürden ve Şişli'nin is dolu havasından hep kirlenen balkonumuzu hiç terk etmeyen o kediyi yemek artıkları vererek beslerken  o  hep aynı noktada, pervazın diğer tarafında oturup ağlıyordu .. Bu yüzden de ismini Ladino'da sürekli ağlayan ve şikayet eden anlamına gelen " Mauyo !! koymuştuk.. Biz onu, bir gün sonunda cesaretini toplayıp balkonumuzu terkettiği güne dek bırakmamıştık ..Aylar sonra geri geldiğindeyse yüzündeki o masum ifade artık gitmişti..

Doğa'da yavrusunu bir ömür hiç terk etmeyen tek varlık insandır sanırım. Anne çocuğuna bütün bir hayat fedakarlık yapmaya hazırdır.. Kedi ise  ( ya da diğer tüm hayvanlar da aynı şekilde )  doğurdugu yavrularını büyüttükten sonra sonsuza dek terk eder.. Vahşi doğanın şartlarına terk edilen kediler büyüdüklerinde içgüdüsel olarak kendi kendilerine yetmeyi öğrenirler ve güçlerine göre mücadeleyi ya kazanır ya kaybederler.. Biz insanlar da ise çocuğun kendi kendine yetmeğe başlaması için ihtiyaç duyulan süre hayvanlardan çok daha uzundur..

Insan denen varlıksa hayvanlar gibi degil,,,,normal bir annenin yavrusunu bir ömur de geçse yüzüstü bırakıp gitmesi söz konusu bile olamaz


Batya R. Galanti



9 Eylül 2020 Çarşamba

 


                                     Böylesi belirsiz bir dönemde yaşadıklarımız..



Eylül ayının ortalarına doğru hızla yol alırken, Israel'de yavaş yavaş önümüzde bizi bekleyen bayramlara ve kutsal günlere doğru yaklaşıyoruz. Bir taraftan gün geçtikçe daha hızlı yayılan virüs'ün toplum içinde yarattığı  gerilim, belirsizlik ve bir çeşit çıkmaz yola girmişlik hissiyle gelen depresif durum herkesi az ya da çok etkiler gibi görünüyor.. Aylardan beri evden çok fazla dışarı adım atamadıkları için sağlıkları olumsuz etkilenen üçüncü yaş grubu insanlar, diğer tarafta Zoom'dan eğitim alan çocukların yine aylardan sonra tamamen  farklı bir sistemle, farklı bir ortamda başlayan yeni Öğrenim yılına kendilerini adapte etmeğe çalışırken yaşadıkları bocalamalar.. herşey bugün için sanki tarihte bir ilkmış gibi bir his yaşatıyor benim içimde..

Onlarca senelik hayatımda tanıklık ettiğim en belirsiz dönem gibi sanki bu..

Son bir kaç gündür okula gitmekte zorlanan oğlumu, çaresiz okula  her sabah kendi ellerimle teslim ederken,  anaokuluna ilk kez giden küçücük çaresiz çocuklar gibi omzuma başına koyarken ağlaması, girdiği panik yüzünden buz kesen ellerini boynuma sarması beni ne kadar üzsede ona bu durumun geçeceğini , sadece bazı şeylere yeniden alışmakta zorlandığını söylüyorum hiç durmadan.

Ben ona ne kadar anlayışla ve sabırla yaklaşırsam bu günleri o kadar kolay atlatacağımıza inanıyorum.. Halbuki Gal okula hep isteyerek gitti bugünlere dek. Ona gösterilen ilgi, destek ve sevgi her zaman meyvelerini verdi bu son dönemlere kadar.  Sanırım pandemi yüzünden uzun aylar süren eve kapanış, yine evden zoom'la devam eden eğitim onu tüm alışkanlıklarından kopardı bu son sene...

Her sabah servise binmemek için birden bire  bana  yalvarmaya başladı.. Öylesi çaresiz görünüyor ki! "Anne elimde değil!!"  diyor..durmadan..gözlerini kaygıyla oğuştururken , çaresizlik içindeki yalvaran bakışlarında; " Bana ne olur yardım et! " diyen oğlumu görüyorum...

Dün sabah minibüs yanımıza yaklaştığında neredeyse koşarak kaçmak isteyecek gibi olunca ona; " Gal bak ben biniyorum !" dedim. Ve bir anda daha önce aklımda olmayan bir şeyi yaptım, ondan evvel servise ben bindim...tabii  o da çaresiz arkamdan.. Onunla okula vardığımızda rahatlamıştı..

Yine de umutluyum..çünkü öyle olmak zorundayım. Ayakta durmaya devam etmek için herşeyi sabırla, sevgiyle karşılamak zorundayım.. Korkusunu adım adım, yavaş yavaş atmasını sağlamalıyım.. 

Kim demiski hayat kolay diye.?

Belki Gal, otistik bir çocuk olarak geçirdiğimiz bu karmaşık dönemden daha da fazla etkilenmiş olsa da yapılan açıklamalarda son aylarda antidepresan kullanımında en az yüzde yirmi artış olduğunu ve çocukların başlayan bu yeni okul döneminde  daha sık ve yoğun kaygı yasadıklarını duyuyor ve okuyorum..

Şimdilik Korona bizi bırakacağa benzemiyor.  Belki de kocaman bir seneyi bu şekilde geçirmek zorunda kalacağız.. Bayramlar ve tüm özel günler de buna dahil..Belki yeniden karantinaya sokarlar tüm Israel'i.. Her gün üç binden fazla insan korona taşıdıklarına dair istatistikleri yükseltmeğe devam ediyor..

Rakkamlar korkutucu olsa da hayat hiç olmadığı kadar kaldığı yerden devam ediyor. İnsanlar artık bir anda bunu kanıksamış gibi de görünüyor ister istemez. İş hayatı, okul, herşey kaldığı yerden devam etmek zorunda kaldı bir süre sonra.

Bugünlerde,  Rosh Hahana gelmeden edilen  Selihot (sliha'dan yani özür)  duaları  Kipur'a kadar devam edecek .

Belki bu yıl her dileğin arkasından insanların ağızlarından çıkacak her Amen çok daha büyük yankı yapacak; göklere yükselen yakarışlarla beraber..

Bana ne kadar özür dilesek az gibi geliyor.. . Birbirimize, hayvanlara ve çevreye verdiğimiz zarar o kadar büyük ki.

Hiç bir şeyi umursamamaya  devam ettiğimiz müddetçe Tanrı sessiz kalmaya devam edecek belki de....



Batya R. Galanti












6 Eylül 2020 Pazar

 Rüyalar...


Bu ara her gece bir maceradan diğerine atlar gibiyim rüyalarımda.. Ne mutlu bana ki senelerden sonra yeniden rüya görmeğe başladım..

Nasıl da sinir oluyordum bir anda hiç rüya görmez olduğum için.. Ne öyle, hiç rüya görmeden uyku mu  olur diyordum!!  Sinemaya kadar gidip film seyretmeden eve dönmek gibi bir şey bu!..

Aslında son günlerde Israel'de havalar o kadar ısındi kı .. Rüyalara gelene kadar insanın ilk etapta nasıl uykuya dalacağım sorununu halletmesi gerekiyor. Nefes bile alınamayan gecelerin içinde kendi kendinize boğuştuğunuz yatakta bir oraya bir buraya dönmekten usanıp  evin her bir ucundaki  pencereleri sonuna kadar açıp içeriye hafif bir rüzgar, bir meltem girmesi umuduyla dolanırken yine de bulamadığınız esintiyi bu defa balkonda yakalarım derken gecenin bir vakti kendinizi açık havaya teslim etseniz de nafile.. belki bir  kez de  klimayla uyumayı denesem,  acaba  desem de, çekilmez ki şimdi gürültüsü diyerek vazgeçip yorgun bedeninizi yatağınıza yeniden atarken ,  üzerinizdeki kısacık geceliğin ipince kumaşına rağmen size fazla gelmesiyle  birlikte kollarınız, bacaklarınız yataktan dışarılara taşmış bir durumda uyuya kaldığınızı farketmiyorsunuz...

Ama ilginç bir durum var ki. Tüm bu sıcaklara  ve  uykuya dalabilmek için sarf ettiğim enerjiye rağmen son zamanlarda yeniden rüya görmeye başladığımı farkettim.

Eh artık , madem yeniden rüya görmeğe başladım bu şekilde uykuya dalmak belki daha zevkli olabilir.

Aslında rüya görmeyen insan yoktur denir. Uzmanlar öyle diyorlarsa bu gerçekten öyledir herhalde. Her insan rüya görürmüş.. O yüzden rüya görmediklerini iddia edenler sadece rüyalarını hatırlamayanlardır denir..

Çoğu zaman rüyalarımızda gün boyu yaşadıklarımız, düşündüklerimiz farklı farklı parçalar halinde birleşerek adeta bir puzzle gibi bir bütün haline gelip bir senaryoya dönüşürler.. Hem de ne senaryolar!!! .Bazense zihnimizde  yer eden hislerin, yaşanmışların, hüsranların ve bir çok farklı hissiyatların bir uzantısı olarak çıkıverirler karşımıza ... Şuur altında yer etmiş korkularımız tekrar tekrar sembolleşerek rüyalarımızda  özgürce yerlerini bulurlar. Kimi zaman kafamızı karıştırırlar kimi rüyalar.. kimi zaman bir anda bazı şeylere çözüm olurlar..

Freud'a  gore rüyalar " bastırılmış arzuların " üstü örtük bir şekilde dışavurumuymuş....

Kimi klasik rüyalar vardır , herkesin gördüğü türden . Mesela her insan rüyasında bir kez uçmuştur.  Neredeyse her insan en az bir kez hiç olmadık bir yerlerde çırılçıplak kaldığını ve ne yapacağını bilemediğini görmüştür rüyasında..ya da bir anda bütün bedeninizin ağırlaştığını ve  yürüyemediğinizi hissetmişsinizdir ..ya da dişlerinizin döküldüğünü...ve ne kadar da korkutucudur bu tip rüyalar..o anı rüya değil de sanki gerçek gibi yaşarsınız..Ne yapacağınızı bilemezsiniz..ve gözlerinizi açtığınızda .." Ohh be rüyaymış! " dersiniz!!!

Bir de benim gecenlerde gördüğüm rüya gibileri var ..Seneler evvelinde hep gördüğüm tipik bir tekrar rüyası bu.. Yeniden kendini hatırlattı bana.. Zihnime yer etmiş bir çeşit travmanın dışa vurumu gibi bir rüya bu..




Rüyamda 32 sene sonra yeniden liseyi  bitiremediğimi gördüm. Bu rüya beni uzun zaman meşgul eden rüyalarımdan biriydi .. Seneler sonra bir daha gördüm .. İşin ilginç tarafı üniversiteyi değil, liseyi bitirememişim. Kendimi 11.sınıfta görüyorum..sınıfta bu kez bir kaç kel kafalı kocaman yaşlı başlı öğrenciler var. Bu adamların lise'de ne işleri var derken. yetkili kişi bana lise'de kimi derslerden geçemediğimi ve bu derslerin yanına  şimdi yeni derslerin de eklendiğini benim bunlardan da sınav vermem gerektiğini ve ancak bu şekilde diploma alabileceğimi söylüyor. Ve o an kendime; " Peki ama eğer ben liseden diploma alamamışsam nasıl oldu da üniversiteye devam ettim?  diye soruyorum...  Olur olmaz derslerden ikmale kaldığım o senenin bende yarattığı hüsran bugün bile rüyalarımda beni yoklar gibi..

Aradan kaç yıl geçerse geçsin yaşadığımız kimi yoğun hisler, senelerden sonra bile beynimizin bir yerlerinde kimi anlamda bizi etkilemeye devam ediyor bazen.

Upuzun bir hayat geçse de ardından hala lisede geçemediğiniz bir dersin sınavında bulabiliyorsunuz kendinizi..

Tüm bunlara rağmen aynı rüyada o döneme karşı  belli anlamda hissettiğim nostaljiyse yine bir o kadar ilginç .. Başlıbaşına duygusal bir çelişki , bir paradoks gibi.

Ama sanmayın ki , yanlız mücadele ederim ben rüyalarda..O zaman niye özleyeyim ki rüya görmeyi?

Beynimin ürettiği, sonu gelmez senaryolar beni en olmadık mekanlara taşıdı hayat boyu..

Hani insanlar boşuna demezler çok hoşlarına giden bir şey için rüya gibi diye.. Güzel bir yer gördüklerinde, karşılaştıkları şeyi en iyi tarif edecek kelimelerden biri;  " rüya gibi" dir.

Gerçek hayatta sanki hiç bir şey rüyalardaki kadar kusursuz değildir.. Rüyalarda başka türlü bir büyü var gibidir.. Sanki ruhumuz bir anda tüm ağırlıklarından kurtulup , bedeni bir an için bırakarak bir seyahate çıkar gibidir rüyalarda.. Sanki o an ayrı bir faza geçer gibidir insan..Tüm olumsuzluklardan arınmış ve normalde hissetmediğimiz kadar hafif bir duygu dünyasının içindeyizdir o an. Hiç bir şey o büyüyü bozamaz gibidir. Nerede olduğumuz önemli değildir.. Bambaşka bir histir bu..  İşte bu duygu öylesine kuvvetli yaşanır ki bazen o rüya hiç bitmesin istersiniz.  Ben mesela hala çocuklar gibi uçarım  rüyamlarımda. Her defasında; " Bak rüya değil işte.. gerçekten uçmayı başarabiliyorum...bunu beceriyorum..Yeniden uçtum işte !!" derim...

Gerçek hayatın yüklerinden  kurtulurken bir an hafifleyen ruhumuzun uçuyor olduğu hissi hiç olmadığı kadar özgürleştiriyor insanı... Sanırım bu yüzden  rüyalara ihtiyacımız var.. Gerçekte olamayacağımız kadar özgür olabilmek için geceleri zaman zaman kaçtığımız bir yerler var sanki.




Batya R. Galanti

28 Ağustos 2020 Cuma






                                          Toplum içindeki mesafeleri azaltmak, gelişimin,
                                              değişimin anahtarlarından birimidir acaba?



Geçenlerde kimi ortaokul arkadaşlarımın Sainte-Pulcherie yıllarından tanıdığımız gençten bir öğretmenimizle olan yazışmalarını okuyordum  Bizden yaşça çok büyük olmayan,, bizim talebeliğimiz yıllarında daha yeni bir eğitmen olan bu samimi bayanla senelerden sonra yazışan dostlarımın bu öğretmene hala daha " Hocam ! " diye hitap ettiklerini okudukça kendi kendime ; " Kulağa artık tuhaf geliyor!" diye düşündüm... Biz artık gelmişiz orta yaşa , o öğretmen de orta yaşın çok üzerinde bir bayan da değil. Kocaman çocuklarımız var, aramızdan kimilerinin çocukları  evlenmiş bile, hala daha bundan otuz beş sene evvel size eğitmenlik yapmış birine bugün " Hocam!" demek , Fikrimce gereksiz bir saygı anlayışı bu.   Ancak bunu eleştirmeye hakkım var mı bilmiyorum. Tabi ki kimseye ; " Ne gerek var bu tarz bir hitaba, bu yaştan sonra ..demedim  . Bu tamamen gereksiz bir çıkış olurdu herhalde. Ancak  sadece burada, bu konudaki fikirlerimi yazmakta kendimi serbest hissediyorum.


Kültür farkllılıkları nicedir.. Dünyanın değişik kıtalarında, her değişik ülkede ve hatta her ülkenin farklı farklı bölgelerinde farklı kültürel alışkanlıklar görürüz.. Bunlar yemek ve içmekten, insan ilişkilerindeki mesafelere ve konuşma adabına kadar farklılıkla gösterir.

Aynı toplumda bir aileden bir diğerine bile insan davranış kalıplarının değiştiğini farkediyoruz çoğu zaman... Örneğin,  illede Yahudi Sefarad ailesi olduğumuz için, sefaradi kültürünü en ince noktasına kadar her yönüyle aynı yaşamayabiliyor her aile. Bunlar bireysel alışkanlıklar , eğitimle, insanların kendi karakteristik özellikleri ve tutumlariyla da  yakından ilintili şeyler.

Örneğin benim yetiştiğim toplumda da kimi aileler daha dışa açılırken , bir diğer aile kendisini , kendi değerleri içinde  muhafaza etmiş olabiliyordu. Bir aile, kısmen de olsa  Fransız diline ve kimi anlamda kültürüne yaklaşırken bir diğeri 500 yıllık sefarad alışkanlıkları  çevresinde şekillenmiş yaşam  tarzı ve anlayışı ile büyütülmüş olabiliyordu. Kimileri yakın Türk dostlarının kimi alışkanlıklarını daha bir benimserken  bir başkası Ermeni ya da Rum komşularıyla iç içe yaşarken  onlardan gördükleri gelenekleri kendi kültürüne entegre etmeye başlayabiliyordu..

Ve bu şekilde farklı farklı kültürlerle karşılaşırken kimi zaman kendimizi bazı insanlara daha yakın hissederken kimi zaman kimi grupların davranışlarını  kimi anlamda kendimize daha bir yabancı görebiliyoruz.. Kısaca bazen insanların konuşma tarzı bile bazen tanıdık , bazense tuhaf gelebiliyor kulağımıza..

Peki kültürel farklılıklardan gelen davranışları eleştirmek hakkımızmıdır?

Derler ki. Hayır! Kültürel farklılıkları saygıyla, eleştirmeden almak lazım..

Saygı adına Türkiye'de bu çok yaygın olan, Hocam, teyzecim , abi,. abla türünden hitap şekillerini düşündüğümde, diyorum ki ben kimi şeyler zamanla değişebilir. Bence zaman zaten bir çok şeyi değiştiriyor. Toplumlar hep bir evrim geçiriyorlar. İnsanlar, bireyler nasıl dönem dönem değişime uğruyorlarsa toplumlar da modern hayatın akışına göre, mesela  bugün sanki saha serbest, daha rahatlamış gibiler. Saygıya her zaman evet ancak saygı adına çekimserlik yaratan gereksiz meafeler koyan hitapları artık azaltmak lazım. Bayan , sayın gibi sözler , siz şeklinde hitaplar samimi olmadığınız kişilere doğal olarak kullanılmalı ancak herşey o kişiyle aranızdaki tanışıklığa göre değişim göstermeli.

Ellili  yaşlara gelmiş kadınların, 60 yaşındaki öğretmenlerine hala Hocam derken aralarına koydukları o mesafe herşeyi değiştiriyor bence... Birincisi, bir insana abla, ağbi ya da hocam demeden de saygı göstermek mümkün bence.   İkincisi , bir insana böylesi bir hitapla konuştuğunuzda aranıza direk hiyerarşik bir basamak koyuyorsunuz sanki. Biri ister istemez sizin üstünüzde oluyor.  Ve o insanla konuşurken sanki sizin üzerinizde olduğu için her düşündüğünüzü , her eleştirinizi kendi eşit mesafede tuttuğunuz insanlar kadar rahat beyan etmek şansınız yokmuş gibi bir durum yaratıyorsunuz. Ve bu toplumu baştan aşağı etkiliyor.

Aynı şekilde , ille de müdürüm diye hitap ettiklerinde, ya da  abla dediklerinde tutuk bir toplum yaratıyorlar   Bu, insan ilişkilerini son derece etkiler çünkü bu tip bir anlayış tarzı toplumsal dinamizmi yok eder. Siz mesafeler koydukça araya kimi düşünceleriniz size onları herkesin yanında  duyuramayacağınız kadar cüretkar görünür . Ablaların , ağbilerin, hocamların toplumunda kimi fikirler  taşıyanın o küçücük kafalarına yakışmaz gibi görünür, o çok fazla kıymete binen yüksek rütbeler verilmiş kimi diğer insanların karşısında..

Hocam dediğinizde , yenilikçi, özgür ve kimi anlamda cesaret isteyen değişimi yaratmak için koyduğunuz sınırlar sizi durdurur bence..

Bence kimi değişimler toplumların yararınadır.  Fazla mesafe, fazla alt üst ilişkileriyle,sınıflara ayırmalarla toplumu ancak askeri bir disipline, körü körüne itaate alıştıabilirsiniz. İleriye gitmek içinse , demir perdelerden, engellerden kurtulmak, onları yıkmak gerekir!! Fikrimce!!



Batya R. Galanti














26 Ağustos 2020 Çarşamba









                                       Bu olayın arkasındaki gerçek sorumlular kimler?




Bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum. Kimi ekstrem şeyleri.. Yaşadığım toplum içinde moral değerlerin herşeyin önüne çıktığı kimi grupların yanında ahlaki tüm standartlarını kaybetmişlerin birbirleriyle çelişen yaşamlarına şahit oluyorum. Aynı ülkede yaşayanların birbirlerinden çok  farklı hayat kavramlarının varlığı insanı bazen adeta şaşkına çevirirken kimi anlamda raydan çıkan olayları sindirmekte zorlanıyorum.

Geçtiğimiz günlerde korkunç bir haberle yer yerinden oynadı. 16 yaşındaki genç bir kıza güney'de tatil şehri olan  Eilat'ta  onlarca genç çocuk tecavüz etmişler.. ( Çocukların sayısı tam belli değil..ve kaçı bilfiil tecavüz etmiş kesin bir rakkam şu an bilinmiyor )  Bir değil iki değil.. Bu kadar çok genç nasıl da birararaya gelip böyle korkunç bir olayın bir parçası oluvermişler...

Olayın o kadar çok tartışılması gereken yönleri var ki

Daha 16 yaşında bir genç kızın , kendisiyle yaşıt bir arkadaşıyla yanlız başlarına  Eilat'ta bir otel'de işleri ne idi sorusundan çıkıp..çoğu 17 yaşındaki serserilerinse gecenin bir vakti içkili bir barda kör kütük sarhoş olup genç bir kızın toplu halde ırzına geçecek kadar kendilerini kaybetmiş olmaları nasıl bir durumdur?

Önce bu çocukları yetiştiren anne babaların daha sonra da tüm  toplumun kendisini sorgulaması gerekiyor gibime geliyor.

Burada kaybolan bir gençlik söz konusu.  hiç bir değer öğretilmemiş, hiç bir şeye saygısı, sevgisi olmayan, yoldan , raydan çıkmış bir grup genç söz konusudur,

Hatta fikrimce, tecavüzü hak etmemiş , daha 16 yaşında en kötü şekilde bedel ödeyen o genç kız da bu kaybolmuş gençliğin içinde sembolleşen bir zavallıdır bence!!

Yol göstertecek hiç kimseleri olmadığı açıktır bu çocukların..

Daha en baştan sınıfta kalmış anne babaların yetiştirdikleri çürük meyveler gibidirler bu yeni yetmeler..

Sabah evden çıktıkları zaman , gecenin bir vakti yataklarına girdiklerinde onlara nerede olduklarını sormamış anne babaların yarattıkları yeni nesil çocukların düştüğü kaos'tur bu..

Çocuklarını  serbest yetıştirmek adına başıboş kendi hallerine bırakarak sorumluluklarından silkelenmiş anne babaların topluma cezalarıdır bu çocuklar...

Üç çiftten ikisinin boşandığı bir toplumdan bahsediyoruz artık. Birinci evliliklerinden sonra, çocuklarını büyütürken yeterince bölünmüş ailelerden, ebeveynlerin her birinin kendi hayatını yaşarken, kendi mutsuzluklarını tatmin etmek için yeni arayışların içine düşerken  unuttukları çocuklarından bahsediyoruz. Ne yaptıklarını, nerede olduklarını , nasıl yaşadıklarını, nasıl soluduklarını bile bilmedikleri çocuklarının hayatı hiç olmadık şekilde yaşarken yarı yolda düşüşlerinden bahsediyoruz..
Sınırları hiç konulmamış bir hayatta kolayca yoldan çıkarak kaybolan gençlerden bahsediyoruz..

Sevgiyi bilmeyen, saygıyı tanımamış, küçücük çocukların birbirlerini taklit ederek yanlış öğrendikleri hayatı yaşayan çarpıtılmış bir gençlikten bahsediyoruz.. Onlara doğruyu gösteren büyükler olmadan çarpık kavramları doğru zanneden gençlerden bahsediyoruz. Kaybettikleri sevgi ve ailevi ve manevi kavramlar yerine geçen hediyelerle avutulmuş ve bu şekilde her istediğini elde ederek büyütülmüş bir nesilden bahsediyoruz..

Bir daha ve bir daha böylesi şeyler yaşanmaması için neleri yanlış yaptıklarının farkına varmadıkları sürece hiç bir şeyin  değişmeyeceğini bilmeleri gerekiyor kimilerinin.....




Batya R. Galanti

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Asimilasyona direnmek




Daha yedi sekiz yaşlarımda iken her hafta  Büyükada'daki  Kal'da toplandığımızı anımsarım.  O zaman ailemiz bizi haftada bir Sinagog'a gönderirdi.  Sinagog'da kısmen dini daha çoksa sosyal bir faaliyet olan haftalık toplantılara cemaatimizin neredeyse tüm çocuklarının katıldığını tahmin ediyorum. More Ha-dereh denen incecik bir kitabımız vardı. Kuzenlerimle beraber, deniz dönüşü yaptığımız banyodan sonra , en güzel şekilde giyinip  açık yeşil renkli kitabı da elimize alarak, adadaki yan yana olan iki sinagogtan büyük olanının yolunu tutardık. Kıyı'daki kumsal sokağının bir kaç arka paralelindeydi Kal.. Çoğu iki katlı, balkonları çiçeklerle süslü evlerin bulunduğu , ağaçlıklı,  dar bir sokaktı burası. Sinagog'un kendisi de çok güzeldi. O zamanlar öyle korumalar, güvenlik kameraları  mevcut değildi girişte. Rahatça girer çıkardık. Korkacak bir şeyimiz olduğunu zannetmiyorduk  o günlerde. Beyaz boyalı küçük bir bahçe kapısının ve yeşil sarmaşıklarla kaplı duvarların arkasındaydı sinagog.. Girer girmez insanı karşılayan sıcak olumlu bir atmosfer  vardı burada...Ve çok renkliydi sanki.. O bembeyaz mermerlerle kaplı bahçede dolaşan  rengarenk giyinmiş çocukların varlığıydı bu canlılık belkide . Ayrıca avlu kimi ağaçlar ve çiçeklerle bezeliydi . . Büyükadaki bu Kal İstanbul'dakilerin  içinde en güzellerindendi bence..

                                              
Kal'ın  Keila sözcüğünden bozularak türetilmiş bir kelime olduğunu tahmin ediyorum...Ladino'da sinagog anlamında kullandığımız bir kelimeydi Kal. ..Keila ise yine İbranice'de topluluk, cemaat anlamındadır. Yine  Keila'dan çıkan bir kelime olan Ka'al de topluluk demektir. Ka'al,  herhalde bizde Kal olmuş. Herhangi bir amaç için bir araya gelen her tür topluluğa keila ya da ka'al  denebilirken, Keila  dini bir topluluk anlamında da özellikle kullanılır.

Yahudiler'de sinagog insanların toplandığı yerdir  . Sadece dua için değil,  biraraya gelmek için de vardır sinagog.  Bir ev gibidir.


                                                         Büyükada Sinagogu

Türkçe'de çok patırdı olduğunda; " Burayı Havra'ya çevirdiniz!" derlerdi. Yahudiler sinagog'da dua ederler, ve bazen de sinagog'ta, yeşiva'da c( Yahudi din okulunda ) Tora üzerine tartışılır. Ve kimi zaman  her kafadan bir ses çıkabilir gerçekten..bu da Yahudi patırdısı deyiminin çıkma sebebi olabilir. Yahudilikle Müslümanlık arasındaki kesin fark belki de burada yatar. Müslümanlık kesin dogmalara inanır. Cemaat İmam'ı dinler ve tartışmaz. İmam, Kur'an 'da yazılanları kesin hükümler halinde inananlara iletir. Yahudilik'te Tora üzerinde tartışılır. Her kelimenin ardındaki manalar üzerinde saatlerce konuşulabilir. Hatta bu tartışmalar çok ateşli de olabilir .  Bu yüzden , Sinagog'ta duanın dışında bir toplumsal faaliyette söz konusu olur.

Benim çocukluğumda sinagog'a gitmemizin birinci sebebi , ilk etapta küçük yaştan itibaren cemaat içinde yerimizi bulmamızı sağlamaktı. Büyük toplumun içinde yaşayan, ayrı bir kültür, ayrı bir topluluktuk biz..

Salı günleri Kal'da bize genç kızlar, genç erkekler önce İbranice harfleri sonra noktalı olarak İbranice okumayı öğretirlerdi. Bir saat süren kısa eğitimin ardından bu kez İbranice çocuk şarkıları öğrenirdik, Ve kimi Yahudi, Israel folk  dansları yapılırdı. Şarkılar ve şekerlemeler, oyunlar ve eğlence vardı biz küçük çocuklar için. Her hafta biraraya geldiğimiz bu faaliyetler bizi bir taraftan mutlu ederken esas amaç daha çocuk yaştan itibaren bizleri birarada tutmaktı.

Ayrıca Büyükada benim çocukluğumda sanki Yahudi cemaatine ait bir yer gibiydi neredeyse. Sokakta, iskelede, deniz'de gördüğüm insanların çoğu bizim cemaattendi. Nasıl ki Kınalıada Ermeniler'in toplandığı bir ada idiyse..

İstanbul'un içinde bulunan böylesi cennetten bir köşeyi Ortaokul'dan bir Müslüman arkadaşımın beni ziyareti esnasında ilk kez gördüğünü itiraf ettiğinde son derece şaşırmıştım. 1980'lerde Türkiye'de yaklaşık olarak 20.000 Yahudi yaşadığı söylenirdi. Ve ben çocukken Yahudilerin en büyük endişesi cemaatin asimile olmasını engellemekti. Ve bu yüzden bizi biraraya getirmek için her zaman büyük bir çaba vardı. Her yaş grubu için ayrıca düzenlenen faaliyetlerdi bunlar.

Örneğin Şişli'de cemaate ait  iki tane lokalimiz vardı. ( Şimdi sanırım bu lokaller mevcut değiller artık )
Giriş katından aşağı inilen, kocaman sahnesi olan, amfi oturma yerleri, hoparlörler, masalar , ışıklandırmasıyla herşey mevcuttu bu lokallerde.  Yeri geldiğinde tiyatrolar sergilenir, yeri geldiğinde konferanslar olurdu.. Tüm kültürel aktiviteler için müsaitti.. Cumartesi günleri öğleden sonra 11 yaş üzeri çocuklara Disco düzenlenirdi. Daha geç saatlerde 20 yaş grubu için yine müzik ve içkili partiler olurdu.. Daha on bir yaşımda kızlı erkekli bir arkadaş grubuyla görüştüğümü anımsarken aynı yaşlardaki okul arkadaşlarımın  anne babalarıyla zaman geçirdiklerini biliyordum. Bizde sanırım bu şekilde flört yaşı bile çok gençlikten başlıyordu. Bir çok arkadaşım 15 yaşına geldiklerinde erkek arkadaşları vardı.


Israel'e gelmeden bir iki yıl evvel ünlü Türk Komedyen Metin Akpınar'ı bir konuşma için cemaatimizde ağırlamışlardı.. Metin Akpınar'ı severdim . Gerçekten işinin ehli bir komedyendi..
O gün epey kişi gelmişti o söyleşiye.. Hiç unutmuyorum., adam konuştu ve konuştu ve sonunda lafı Yahudiler'in hep aralarında evlenmeleri konusuna getirdi.. O bilindik tavrıyla eliyle bizi işaret ederek; " Yahu şu halinize bakın yüzünüz benziniz solmuş aranızda evlene evlene ! Bırakın artık bu geleneği !! diyerek gülmüştü. Çoğunluktan biri size baktığında işte Metin Akpınar'ın düşündüğü şeyi görür ve bunları  söyleyebilir.  Sizin kendinizi  onlardan ayırmanızı öncelikle yadırgar. Küçük bir toplumun kendini böylesi bir korumaya alma ihtiyacıda bir çeşit  fanatizm gibi algılanabilir. Çoğunluk size bakıp, " Bizden biri olun  artık der !" . Ne gerek var farklı olmaya..karışın artık  aramıza , büyük topluma.. 

Çünkü insanlar aralarında farklı görmek istemezler. Farklı kalmayın kimseden!! Garipserler böyle. Metin Akpınar öyle konuşunca  etrafıma bir göz attım gerçekten soluk mu görünüyoruz gibilerinden ? Yok hayır soluk değildik. Onu aramıza çağırmıştık..o karşısında, büyük toplumun içinde hala daha kendine ayrı bir yer arayan bir cemaat görmüştü. Neden böyle olsun diye düşünüyordu! Büyük toplum içinden bakılınca bu böyleydi belki.

Halbuki Türkiye'de Shabtay Tzvi ( Türkçe'de Sabetay Sevi olarak söylenir ) zamanında Müslümanlığa geçmek zorunda kalan Yahudiler olmuştu. Aradan geçen bunca zamana rağmen Türkler onları hala daha sindirememişlerdi.  Ülkede  kendilerine karşı gördükleri tüm akımlardan,  her tür olaydan bu grubu mesul tutmaya bugüne kadar devam eden Türkler vardır.  Yani demek istiyorum ki, onların arasına karışsanızda sonunda yine de onlardan olamazsınız çoğunlukla. Büyük toplumdan biri olmak öyle kolay değildir aslında.  Bugüne dek Türk Basın'ından iz bırakmış bir çok Sabetayistleri suçlarlar. Her toplumsal çalkantının arkasında onları hedef alırlar .

Sonuçta Türklerden biri olsaydık ya da olmasaydık karşıtlık bitmezdi .Yahudilerse kendi içlerindeki bu yaşamı sürdürmek direncini gösterdiler.. Daha çok kısa bir zaman öncesine kadar  asimile olmamak için direndiler. Bu da yine insani başka bir iç güdüdür. İnsanın temel iç güdüsü neslinin tükenmemesi için direnmektir. Sadece hayatta kalmak değildir bu. Sahip olduğunuz geçmişinizi , kültürünüzü, değerlerinizi, dilinizi, alışkanlıklarınızı kaybetmemek istersiniz. Asimile olmamak için gösterdiğiniz çabanın altında da sadece bu insanı içgüdü yatar. Yok olmamak iç güdüsüyle birdir bu.

Tanrı insanları böyle yaratmış. Nasıl ki kendi ülkelerine gelen yabancılara karşı en ilkel duygularla nefret besleyen insanlar vardır. Çünkü sahip oldukları, bildikleri, kendileri olan şeyleri kaybetmekten korkar insanlar. Başkalarının gelipte bunu bozmasından korkar , direnirler.. Aynı simayı ararlar, aynı dili duymak, aynı gelenekleri yaşatmak isterler. Çocukken size öğretilen şeyler sizi siz yapan değerlerdir. İşte bu değerlere yapışırsınız.. Kaybetmekten korkarsınız. İşte belki bu da biz insanların bir otistik özelliğimizdir. Farklı olana karşı gösterdiğimiz, bizde kaygı yaratan bu tepki..

Türkiye'de , Metin Akpınar'ın özlem duyduğu karışım oldu. Kalan Yahudiler artık asimile oldular.
isteyerek, ya da istemeyerek. Öncelikle, iki insan birbirini sevdiğinde, birlikte mutlu olduklarında sadece din yüzünden biraraya gelememelerini düşünmek çok üzücü gerçekten. Böyle olmamalı diyor kişi. İki insan farklı dinden, farklı kültürden de olsa birlikte olabilmeliler. Ve bugün Türkiye'de  Yahudi kimliği taşıyanların sayısının son derece azalması yüzünden modern Türk insanının bizlerden beklediği o asimilasyon gerçekleşti artık.. Geçen zamanla kaybedilenlerle , Yahudilerin artık tek başlarına varolmaya devam etmeleri mümkün değil. Sayıları gittikçe azaldıkça gençler dışa açılmak zorunda kaldılar.. Ekonomik şartlar gereği gittikçe daha az çocuk yapmayı tercih eden cemaatimizde yine ekonomik ve toplumsal sebeplerden dolayı ülkeyi bırakanların ardından geriye çok az insan kaldı.
   
Kimileri hala daha bir şeyleri devam ettirmek için direnç gösterse de oralarda bir yerlerde çoğumuz için yaşanılan bir kültür bugün hatıralarda kaldı. Geriye dönüp baktığımızda yüzümüzde belki buruk bir gülümseme varla yok arası gibi....



Batya R. Galanti