11 Şubat 2020 Salı

Kadınlara daha az dost bir dünya'da yaşamak...            

Geçen gün bir arkadaşım aradı.. O da benim gibi Israel'e Türkiye'den göç etmişlerden..Çocuklardan bahsettik biraz.. Oradan buradan.. Buranın serbest hayatından söz açıldı. ve gençlerden ve derken; "Kızın neler yapıyor ? " diye sordu bana.. Biraz anlattım.. Ne tuhaf dün daha bebek olan Danielle artık kanatlarını çırpıp ta yuvadan uçacak yaşa geldi.

Çocuklarımı yapım gereği çok sıkı tutan biri olmadım hiç. Baskının hiç bir zaman yararlı bir şey olduğuna inanmadım.  Şu  saatte eve gel, şu saatten sonra çıkamazsın gibi kurallar da buna dahildir. Yaşı artık bir yerlere çıkıp, gezmeye müsait olduğu günlerden itibaren onu serbest bıraktım. Sadece nerede olduğunu bilmek önemliydi benim için. Ve çocuğum hiç bir zaman sınırları zorlayacak şeyler yapmadı zaten..

Arkadaşım bana ; " Bizse neler geçirdik!" dedi.. Ben düşündüm; " Neler geçirdik ki?" Hiç bir yere gitmemize izin vermezlerdi diye devam etti..  Ne tuhaf ben böyle şeyleri hiç yaşamadım.. Bunun sebebi kendi ailemin, annemin ve babamın geldiği yaşam tarzıydı. Özelikle annem kendi devri için çok farklı bir şekilde yetişmiş bir insandı.

Annem çok serbest büyümüş bir kadındı.. Bu da aslında onun dönemi için son derece istisna bir durumdu. Annem 20 yaşına geldiğinde eldiven dikip satıyormuş. Ve o zaman için çok iyi para kazanıyordum diye anlatırdı hep. Kendi evinde kendi atölyesi varmış ve kazandığı parayla kendi geleceğini kurmaya kararlıymış o zaman. İşte aynı yıllarda daha Israel'in yepyeni kurulmuş bir devlet olduğu senelerde annemin en büyük rüyasıymış Israel'e gelip yerleşmek.. Her defasında valizlerini toparlayıp yeniden bir geminin güvertesinde buluverirmiş kendini, Akdeniz'de Mersin Limanından yola çıkan bir haftalık yolculuklar..ve her defasında farklı bir maceranın sonunda dayanamayarak anne yuvasına geri dönen benim maceracı annem. O zamanlar sanırım onun kadar kendi kararlarını kendi alan genç kadınlar pek yoktu. Dediğim dedik ama sonunda yine de aileden kopmayı pek başaramayanlardan...


Israel'e , ablasının evine bir kaç ay kalmaya gelen, hatta bir defasında nişanlanan ama sonunda dayanamayarak yeniden Türkiye'ye dönen genç bir kadın.. Ve bana burada tanık olduğu, yaşadığı serüvenleri tüm çocukluğum boyunca hiç durmadan anlatan annem..

İşte bu şekilde serbest bir zihniyete sahip olan annemin sırası geldiğinde beni sıkmak aklının ucundan bile geçmemiş tabii..ve yine en az onun kadar rahat bir insan olan babam da bu tip konularda bana kısıtlamalar getirmemişti...Bu yüzden yaşım gelip te kızlı erkekli bir grupla çıkmaya başladığımda, ada'da genç kızların, " Ben diskoteğe gidemem, babam 10'da evde olmamı söyledi" diye ağladıklarını gördüğümde şaşırırdım. Bu kızların babaları niye böyle diye düşünürdüm hep. Sonuçta kimlerle çıktıkları, nereye gittikleri belliydi ( ki gittiğimiz diskotek ailece üye olduğumuz kulübün içindeydi). Çocukların anne babalarını dahi tanıyorlardı..hepsi kendi cemiyetimizin içinden çocuklardı .. Korkacak bir şey olmadığına göre sorun neydi? Her zaman aynı kızlar ağlar dururlardı ve sonunda gittikleri gibi dönmek zorunda kalacakları için bizimle gelemezlerdi..Bense hayatta bir tek bu konuda rahattım. Gece bir erkek çocuğu ne kadar rahat çıkabiliyorsa ben de aynı şekilde gezebiliyordum. Bu da bir şeydi. En azından okul hayatımda geçirdiğim sıkıntıların, başaramama korkusunun yarattığı baskıların yanında sosyal hayatımda biraz olsun bir şeyleri dengeleyecek şansa sahiptim bir yerde.  Okul dışında bu bana büyük bir güven vermişti. Gece sokakta olmaktan hiç korkmuyordum..Bu da diğer kızların yaşadıklarının tam tersi bir durumdu. Diğerleri belki okulda süper talebelerdi, derslerinden iyi notlarla sınıf geçerlerken, hava biraz karardı mı tek başlarına bir yerlere gidecek cesaretleri yoktu, tek başlarına hiç bir şeye cesaretleri yoktu  çünkü öyle koşullanmışlardı ..Bendekiyse bir çeşit aptal cesareti gibiydi belkide. Çünkü ada ne kadar emin bir yer olsa da , mesela kış geldiğinde,  yeterince kalabalık bir şehir olan  İstanbul'un o tenha sokaklarında gecenin bir vakti  genç bir kızın yanlız eve dönereken ne gibi tehlikelerle yüz yüze gelebileceğini düşünmemek  sanırım benim ve ailemin bu konudaki aşırı rahatlığımızdı..


Babamın genç yaşta Parkinson hastalığıyla başlayan mücadelesi, ağbimin Israel'den döner dönmez eşiyle çıkmaya başlayıp evden neredeyse yine tamamen uzaklaşmış olması beni bazı konularda tek başıma bırakmıştı. 17 yaşımda bile eğer bir yerlere beni götürecek birileri yoksa ki annem de araba kullanmadığına göre kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalabiliyordum.. Mesela bir geceyi hiç unutmam..  en samimi arkadaşım bendeydi ve saat 23:00 olmuştu ve eve dönmesi gerekiyordu; o an ağbim yoktu ve babamıysa rahatsız etmek istemiyordum .Ben seni bırakırım merak etme dedim. Arkadaşım sonuçta bizim evden üç sokak ileride oturuyordu. Neyse ikimiz beraber çıktık yola. Bizim sokağın köşesini daha yeni dönmüşken arkamızda bir adam belirdi birden, karanlıkta hemen dibimizde adamın elini kemerine attığını farkettiğim gibi kalbim bir anda kuvvetle çarpmaya başlamıştı..Adam gece yarısı neden arkamızda kemerini açmaya kalksındı ki? Niyeti ne olabilirdi? O an sokak bomboştu, etrafta tek bir insan yoktu.. Yani o adam ve biz iki genç kız yanlızdık oralarda ..Ne yapacaktık?  Arkadaşımı alelacele arkamdan çekerek önüme ilk çıkan apartmandan  içeri girdim ( şansımıza kapı açıktı ) ..birinci kata koşarak çıkıp yine elime gelen ilk zile parmağımı basarak" Lütfen kapıyı açın, arkamızda bir adam var" diye bağırmıştım . çok şanslıydık ki kadın bize kapıyı açmıştı.. Zavallı babam o saatte o bayanın evinden açtığım telefondan sonra birazdan bizi gelip almak zorunda kalmıştı ..

Seneler sonra bir gece turu dönüşü bizim tur şoförlerinden birine gece beni evime kadar bırakmasına gerek olmadığını  Şişli meydanında inebileceğimi söyleyerek nasıl bir halt yediğimi hatırlarım. Sanki adama iyilik borcum vardı. O saatte genç bir bayanın Şişli Meydanında işi neydi?? Otobüsten indiğimi hatırlıyorum, sokaklar kimi yerlerde daha bir aydınlık, kimi yerde iyice karanlıktı.. sanırım Cumartesi idi, o yüzden gecenin biri olmasına rağmen hala daha kısmen belli bir trafik vardı.. Meydanda hızlı adımlarla yürürken birden bir arabanın beni ağırdan takibe aldığını farkettim. Araba ağır ağır arkamdan geliyordu. O an beynimde senaryolar canlanmaya başladı.. Arabanın içinden çıkan iri yarı bir adamın beni zorla araca sokmaya çalıştığını hayal ettim . Kalbim birazdan duracakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Neyseki İstanbul'da sayıları bolca olan taksiler böyle anlarda hemen yardıma yetişirlerdi. Saniyeler içinde kolumu kaldırarak hemen o an bir tanesinin  içinde buldum kendimi. Adama kusura bakmayın sadece iki sokak ötede oturuyorum ama çarem yoktu derken , taksi şoföründen bile bir an, Ya o da bana bir şey yaparsa ! diye devam eden korku halimi anımsıyorum...

Bunun gibi bir çok şeyler başımdan geçti genç kızken.. Gündüz vakti bile,  kadına, kıza aç erkekler bayanları rahat bırakmazlardı İstanbul'da .. Fakat bu tip şeyler beni pek durdurmamıştı o zamanlar. Arkadaşlarımla, ya da özel birisiyle çıktığımda ne kadar rahatsam, kendi başıma da Üniversite'den çok yakın bir arkadaşımla, iki genç kız, iki kafadar serüvenci bayan geceleri tiyatroya, sinemaya konserlere gitmeye devam ettik biz.  O benden de rahattı.  Hala da öyledir. O hala bugünlere dek tek başına Afrika'ya, Kamboçya'ya kadar uzanmaya devam eden bir maceraperesttir..

Bugünkü İstanbul'da yaşasaydım çocuklarıma istedikleri saatlere kadar sokaklarda gezinmelerine izin verebileceğimi zannetmiyorum.. Dünyada kadınların en az emniyette oldukları ülkelerin başında geliyor Türkiye.. Anne babanın çocuğuna olan güveniyle ilgili olmayan şeyler de çevreden size gelebilecek zararlardır.. Türkiye'de bugün her sene öldürülen kadın ve çocukların sayısı çok çok yüksektir. Bir tarafta son derece modern bir toplum vardır Türkiye'de , diğer tarafta gittikçe daha çok kapanan, kapandıkça daha çok agresifleşen başka, büyük, kocaman bir kitle vardır yine aynıTürkiye'de...

Ama ne yazık ki sadece Türkiye'de değil dünyanın her yerinde kadın her zaman erkek kadar rahat değildir. İstediği gibi rahat bir şekilde yaşayamıyabiliyor.. Kadınların fiziksel olarak erkekler kadar güçlü kuvvetli olmayışları erkeklere bugüne dek kimi yerde aldatıcı bir üstünlük sağlıyor gibi. Bugüne dek ataerkil toplumlardan, tutucu ülkelerden, liberal toplumlara kadar her yerde kadınlar kimi anlamda hedef olmaya, zarar görmeye devam ediyorlar.. Moral değerleri yeterince gelişmemiş, maçoist, mental olarak dengesiz erkekler hala daha  her yerde kadınlar için tehlike olmaya devam ediyorlar. Hasta toplumların yanında sağlıklı toplumların içinde de yaşayan hasta insanlar kadınlar için bu dünyayı erkeklere göre daha az dost hale getirmeyi becerebiliyorlar her zaman..



Batya R. Galanti

7 Şubat 2020 Cuma

  Bir filmin ardından...
                                           
Son senelerde neredeyse hiç televizyon izlemez oldum. Belki de internetin yeterince beni oyalamasındandır bu. Daha çok okumak, daha çok kendi istediğim şeyleri araştırmak ve klipler izlemek internetin sunduğu büyük bir lüks galiba. Eh hal böyle olunca öyle çok televizyona ihtiyacınız kalmıyor. Halbuki bugün televizyon da sadece önünüze konulan programların ötesinde yine fazlasıyla alternatif sunmuyor da değil. O kadar farklı kanallar var ki. Yine de sabrım kalmıyor benim..

Ama geçen gece ev çok sessizdi. Eşim erkenden yatınca, oğlum çoktan uykuya teslim olduğu halde, kızım da arkadaşlarıyla dışarıya çıkınca birden benim  canım sıkıldı . İnterneti bir kenara bıraktım ve salona gittim, kocaman ekranı açmak için uzaktan kumandalardan birini aldım elime... Kumandadan biri tv diğeri iletişim kutusunu çalıştırıyor. Kumandalardan bile öyle çok anlamıyorum artık  ( pek kullanmadığım için ) ..Ve bir diğerinden Netflix'e girdim.. Bir film izlesem fena olmaz dedim. Saat 22:00. Bu saatte başlarsam izlemeye. Yorgunum biraz ama eğer yarım kalırsa daha sonra bir ara devam ederim diyorum.

Karşıma ilk çıkan filme şöyle bakınmaya başladım  Sefil haldeki bir ufaklık boş bir tren vagonunda panik halinde birisini arıyor. Sürekli bir camdan diğerine koşarken Guddu, Guddu diye haykırıyor çaresiz..Hayatımda gördüğüm belki de en sevimli çocuklardan biri.  Insanı kendine çeken bir çocuk bu. Film belli ki kısa bir süre önce başlamış.  Çocuğun esmer yüzü, kocaman simsiyah zeytin gibi gözleri    korku dolular. 

Bu film güzel olmalı dedim. İngiliz-Avustralya ortak yapımıymış.. Başrolde oynayan oyuncular arasında Nicole Kidman 'in ismini gördüm. Sanırım ben bu film hakkında iyi eleştiriler duymuştum zamanında. Tam isabet olmalı..Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olduğu da en baştan belirtilince sırtımı iyice arkama yasladım, ayaklarımı ileriye uzattım.

Hindistan'ın son derece fakir mahallelerinden birinde; iki kardeşin yan yana yattıkları yataklarındaki konuşmalarıyla başlıyor hikaye. Büyük kardeşin adı GUddu, küçükse Saru... Öyle bir evde  yaşıyorlar ki, bu derece sefalet nasıl olur diye düşünüyor o an insan.  Yerde bir şeyin üzerindeler.. Belki de eski bir şilte bu..Üzerlerinde pijama değil günlük kıyafetleri var.. Yüzleri, saçları temiz değil.. Nasıl olsun ki?  Büyük çocuk kalktığı yatağından alelacele giyinirken sabahın erken saatinde okula değil tren istasyonuna doğru yola çıkıyor. Dilenmek için! Gömleği o kadar pis ki sanki bir hafta önceden hatta belki on gün belki de daha evvelden beri üzerindeymiş gibi  .  Aynı gömlekle yerlerde günlerdir para, yiyecek, içecek aradığı belli..  Beş yaşındaki Saru onunla gitmek istiyor. Sana yardım edebilirim diye inat ediyor ve sonunda ağbisini ikna etmeyi başarıp birlikte yola çıkıyorlar. Eski bir bisikletin üzerinde toprak yollardan şehrin merkezine doğru yol alan iki çocuğun hayatlarının sonuna kadar değiştiği günü çiziyor film.. Annelerini geride bırakarak kaderin kollarına emanet olan milyonlarca çocuktan birinin baştan sona  değişen yaşamıyla, bir diğerinin başlamadan biten hayatını gözünüzün önüne taşıyor film...
Kucuk Saru'yu gecenin bir yarısı uyuyakaldığı bankta bırakarak, tren raylarında para aramaya gidip geri dönmeyen ağbisi Guddu. Ve ağbisininin izini kaybettikten sonra boş bir tren vagonunda bir şehirden diğerine kilometrelerce yol almasıyla kayıplara karışan ufaklığın ilginç hikayesi.

Bu film beni çok etkiledi.. Ertesi akşam bizimkilere yemek sonrası hep birlikte izlemeliyiz dedim.. Ve ikinci kez onlarla izledim. Gal'i ikna etmekse zor. O kendi istedikleriyle meşguldür. Onu bıraktım kendi haline... Bir kez daha ağladım.. En çok Guddu'ya ağladım.. Annesine bir kaç kuruş para getirmek için  trenin altında ezilmesine. Saru'nunsa tesadüfen değişen kaderi herkese nasip olacak türden değil . Hindistanın sefil sokaklarından yetkililer tarafından  götürüldüğü zindan gibi bir yetimhaneden alınarak taşındığı Avustralya'da ona her türlü imkanları tanıyan iki güzel insanin ellerinde büyüyecek kadar şanslı olmuş sonunda Saru.

Hindistan'da her yıl 80.000 çocuk kayıplara karışıyormuş. Binlerce, bir yerden sonra milyonlarca çocuğun yaşadıklarından bir kesitti idi bu film..

Genç kızlığımda İstanbul'da tesadüf ettiğim kimi fakir çocukları hatırladım. Sultanahmet'te kart postal satan çocuklar vardı. Süleymaniye'de de ... Aslında Saru kadar kötü durumda görünmüyorlardı bir çoğu.. Aralarında sadece iki kardeş daha bir zavallıydılar ki bu yüzden onları hiç unutmadım...
Kış günleri alelacele yapılan Süleymaniye öğleden sonra turlarında sık sık karşıma çıkarlardı. İki kardeştiler. Biri erkek biri kızdı.. Çok küçüktüler daha.. Kılık kıyafetleri çok kötüydü. Üzerlerinde onları soğuktan koruyacak bir şeyler yerine incecik elbiseleri vardı diye anımsıyorum.. Selpak mendil satarlardı. Beni her gördüklerinde " Merhaba abla, mendil isterler mi? " diye sorarlardı. Ben de turistlerin ilgilerini çekmeye çalışırdım onlardan mendil alsınlar diye.  Kim bilir kazandıkları azıcık parayı kime verirlerdi? Anne babalarına mı? yoksa onları çalıştıran bir grup yan kesiciye mi?

Israel'e gelmeden son turlarımdan birinde onlara vermek istediğim kimi şeyler satın almıştım. Okula başlayacaklarını biliyordum. Defterler, kitaplar, boyalar ve kalemler almıştım. (Büyük bir şey gibi) Ama o tura çıkmayınca arkadaşımdan rica etmiştim benim yerime versin diye.. Onları bir daha hiç görmedim.. Keşke onlara palto alsaymışım ve ayakkabı ve..... Neden aklıma gelmemişti diye düşünmüştüm çok kez..

Yirmi otuz yıl evvel dünyanın kimi yerlerinde çocuklar el bebek gül bebek büyütülürlerdi.. Endüstrileşmiş ülkelerde fakir çocuklar ülke nüfusuna oranla düşüktü. Fakirlik denince algılanan kriteryonlar yine bunlardan farklıydı.. Yirmi, otuz, ya da elli yıl , ne kadar zaman geçerse geçsin yine Hindistan, Bangladeş, Afrika ülkeleri için yaşam aynı şekilde devam ediyor..Değişen hiç bir şey yok. Hangi coğrafya'da dünyaya geldiğiniz bugüne kadar kaderinizi belirleyen en temel şeylerden bir tanesi...

Keşke tüm dramatik başlangıçlar Saru'nun hayatı gibi daha gülümsetici bir sonla bitse. Keşke çocuklar Güddu gibi bir parça ekmek için hayatlarını kaybetmeseler. Keşke yaşadığımız dünya daha eşit, daha adil olsa...





Batya R. Galanti







4 Şubat 2020 Salı



                                      Trump'ın Barış Planı



Geçtiğimiz hafta Donald Trump "Yüzyılın Planını"  açıkladı nihayet.. Uzun zamandır Israel-Filistin Antlaşmazlığına bir çözüm getireceğine inandığı planı önümüzdeki Israel Seçimlerinden iki ay önce ve 2020'nin sonlarına doğru gerçekleşecek Amerikan Başkanlık seçimlerine az bir zaman kala            " Yüzyılın Planı"'ni Israel Başbakanı Netanyahu ile birlikte düzenledikleri ortak basın toplantısında açıkladılar. İki Lider kendilerinden emin gülümser ve konuşurlarken, barışın yapılması gerektiği taraflardan biri bu toplantıda bulunmuyordu bile..


1993'ta imzalanan Oslo Antlaşması sonrası duyduğum heyecanı anımsıyorum. Arafat gibi bir terörist'in silahı bırakıp kağıt üzerinde verdiği sözleri tutacağını zannettiğim zamanlardan çok şeyler geçti...Ama en çok ta savaşlar ve II. bir İntifadayı da getiren nice buluşmalar ve zirveler oldu bugünlere dek...

Israel Filistinlilerin haklarını vermiyor diyen dünyanın bilmediği ve pek söylenmeyen şeyler de oldu..

Uzaktan davulun sesi hoş gelir sözü aklıma gelir ; "Toprak verin barış alın!!! dediklerinde..

Yıllar evvel Türkiyenin güney doğusunda Erzincan'da dünyaya gelen bir arkadaşımla Türk-Kürt sorununu tartışırken ona şöyle demiştim; " Türk olsaydım bu kadar çok askeri bir karış toprak için feda edeceğime, bir milleti bu derece mağdur bırakacağıma Güneydoğu bölgesini seve seve onlara verirdim " deyince , bir an geçirdiği şaşkınlıktan sonra;  "Peki aynı şeyi Filistinliler için de söyleyebilirmisin ?" diye sormuştu.. .. Sanırım kim olsa aynı şeyi sorardı.

Israel'in Türkiye Cumhuriyeti topraklarından çok daha küçük bir toprak parçası üzerinde kurulmuş olması bir tarafa, Yahudilerin bölgedeki Arap Halkları karşısındaki hassas stratejik konumu, ve buralardaki Arapların bir kısmının Batı Şeria bir diğer bölümünün Gazze'de yerleşmiş olmalarının getirdiği diğer bir sorun, aralarında bir birlik olmamasının getirdiği önemli fikir ayrıcalıkları ve Israel'in varlığını ezelden beri reddetmeleri  Israel-Arap çatışmasını diğerlerinden ayıran önemli farklılıklardan bazılarıdır..

2000 yılında Camp David'de Ehud Barak'ın Arafat'la Bill Clinton tarafından biraraya getirildikleri büyük zirveyi kimse pek konuşmaz. O zirvede Israel'in Araplara neleri vadettiği kimse tarafından bilinmez nedense. Israellilerden başka..  Ehud Barak 'ın  Arafat'a tarihin hiç bir döneminde görülmemiş tavizlerle geldiği Camp David'te  Yeruşalayimi Filistinlilere sunduğu konuşmalarının  sonunda barışı kabul etmek yerine  Arafat'ın Ortadoğu'ya tek bir niyetle geri dönüşünü bilen pek yoktur.  Karşısında barış yapmak için her türlü tavize hazır gördüğü Israel'i daha da köşeye sıkıştırmayı tercih etmiş olan Arafat'ın yeni bir İntifada'yı başlattığı bilimmez . Böylesi bir Arafat'a Nobel Barış ödülü layik görülmüştü.

                                                      2000 Yılı, Camp David gorüşmeleri..

1990'larda Israel kamuoyunda barışa şans vermekten yana çok daha büyük bir kitle vardı. Solun hala ses getirdiği zamanlardı o zamanlar.. Barış için toprak vermeye hazır olan çok daha fazla insan vardı!!

Geçtiğimiz haftaysa yeni bir plan ortaya konuldu!

Donald Trump, o bildiğimiz tavrıyla ekranlarda, el kol işaretleriyle kendinden çok emin konuşurken ben ilk kez işime bakmaya devam ettim. Barış planını merak etmeme rağmen öyle pek umudum ve heyecanım kalmadığı için sanırım..Yeni bir dönemin başını gösteren bu basın toplantısını işimi gücümü bırakıp izlemek için televizyonunun karşısına oturmadım bile . Daha sonra bakarım dedim..
Planda nelerin ön görüldüğü çok mu önemliydi ?.. Gerçekler ortadayken kimin ne dediğinin ve neleri emrettiğinin çok önemi yok sanki..

Seneler evvel bundan çok daha iyi şartlarda çözülmemiş olan bu derin problemin bugün sunulan Donald Trump'ın getirdiği şekilde çözülmesi mümkün görülmüyor ... Israel'in güvenliğini en başa alan ve Yahudiler için son derece iyi şartlar getiren bu yeni planı Arapların kabul etmesini kimse bekleyemezdi..

2017'de Trump'ın Yeruşalayimi Israel'in sonsuz başkenti olarak tanıdığı günden beri Trump yönetimiyle ilişkisini kesen Abu Mazen'in bu toplantının yapldiği salonda olmadığı şekilde barış şartlarına evet diyeceğini beklemek tabii ki hayalperestliktir..

Peki, son derece zavallı bir durumda olduğunu iddia eden bir halkın bir yerden başlaması için bir fırsat olarak görülebilirmiydi bu plan?  Filistin Halkının kalkınmasını da öngören bu planı  Ekonomik yönleriyle düşündüğümde; ellerinde  hiç bir şey olmadığını iddia eden bir halk varsa eğer, şu an için hemen bir antlaşma beklenilmeyen bir planı ellerinin tersiyle ilk günden geri çevirmek yerine tartışmaya hazır olmak belki de onlar açısından daha olumlu olmazmıydı yine de ? Sonuçta  kaba şartlarla çizilmiş bir plana hemen yok dememek?


Planın açıklandığı günün ertesinde Haifa Üniversitesinde Arap öğrenciler  protesto gösterileri yaptılar  " Denizden Ürdün Nehrine kadar!!" diye bağıran öğrenciler  Israel'den sadece belli yerlere talip değiller!! Akdenizden itibaren  ..... İstenilen yerler bütün topraklardır...

50 Milyar dolarlık bir paket yardımla başlayacak herşey...Yenilenecek altyapı, kurulacak bir enerji santralı, sınır geçişlerinde getilecek kolaylıklar, Turizm için hazırlanacak altyapı, kargo termnalleri,  hastaneler, klinikler, yeni iş alanları, çevreyolları, tren yolu vs...Bütü bunların olması fena mı olurdu acaba?

Demokrat bir devletin sahip olması gereken şeffaflık, adaletle birlikte  yolsuzluklardan uzak bir yönetim altında kurulması ön görülen Filistin ( bugüne dek başaramadıkları demokret yapıyı nasıl kuracakları büyük bir soru işareti olsa da ) .. Sınırlarını korumakla görevli olacak devletse Israel.. Silahtan arındırılacak olan Hamas ve tüm diğer örgütler için bir dönemin sonu demek olan bir barış planı, Israel'in varolma hakkını tanımaları ise Filistin yönetiminin ilk yapması gerekenlerin başında ..
Dünyanın en uzun yer altı tüneli ile birleşecek olan Gazze ve Batı Şeria'nın bu şekilde aynı devletin bir parçası olmaları sağlanacak ve Batı Şeria'da bugün yaşadıkları tüm topraklar  Yeruşalayim'in doğusunda kalan bölgede ilan etmeleri söz konusu olacak olan başkentleri . Tüm bunlar barış planının bugünkü kimi şartları ...

Bunların yanında , Batı Şeria'da halihazırda bulunan ve işgal yerleri olarak adlandırılan yerleşimlerin Israel'e bırakılması. Yeruşalayim'in Yahudi Devletinin ebedi başkenti olarak kalması, Filistin'in güveliğinden yine Israel'in sorumlu tutulması dışında hava sahasının da Israel'in kontrolune bırakılması onlar için adil görünmüyor!

                                             Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim yerleri..

Bu plan önümüzdeki hükümetin Batı Şeria'daki yerleşim yerlerini sonsuza dek Israel'in kendi mutlak  egemenliği altına almak kararını açıklaması için kapıyı açmıştır. Israel'in güvenliği için son derece startejik olan bu  yerlerden çıkmak ne kadar sorunluysa Israel'in buraları kendi egemenliği altına aldığını açıklaması da beklenen barışı getirmeyecetir mutlaka..

1967'de kendi isteğiyle girmediği bir savaşın sonucunu bugüne dek kimseye kabul ettiremeyen Israel uzun senelerden beri buralara yeni yerleşim yerleri inşaa etmeye devam etti. Bize saldıranların katlanmak zorunda kaldığı bir sonuç gibidir bu! Bugün yüzde sekseni Filistinli Araplardan oluşan Ürdünün  varolan Filistin Devleti olduğunu bilmeseler de bu devletin zamanında Israel varlığını reddetmsinin ve saldırganlığının sonuçları 67'de kendisinden alınan Batı Şeria ve Yeruşalayim olmuştur..

Filistinlilerin Israel Dışındaki Mültecilerin Israel'e dönmelerine izin verilmesi ise Israel için barış değil yok olmasıdır!. Aklı olan her normal insanın anlayabileceği bir gerçektir bu. Bugün farklı Arap ülkelerinde yaşayan  6 milyondan fazla Arabın Israel'e göçü Israel'deki Yahudi varlığının mutlak sonudur.  Yahudiler böyle bir şeyi nasıl kabul edebilirler?

Kısacası durum gerçekten karışıktır..

Barış ufukta görülmezken, tek korkum bu planın yeni bir İntifada'yı başlatmamasıdır. Uzun süredir, Gazze'den Israel' e gönderilen patlayıcı yüklü balonlar, roketler , atılan bombalar zaten bitmiyor . Her an Gazze sınırındaki gerilim daha kapsamlı bir operasyon ihtiyacını gerektirecek şartları da getirir gibi zaten.. Ya da daha büyük bir çatışmayı da beraberinde ...Gazze'yi bıraktığından beri Gazze sınırında yaşayan insanların hayatı nasıl bir cehenneme dönmüştür bunu sadece burada yaşayanlar bilirler...Dünyanın bilmediği başka gerçekler de bunlardır..

Batı Şeria ise şimdiden karışmış durumda. Abu Mazen, Israel ve Amerika'yla ilişkilerini kestiğini, kimseyle konuşacak bir şeyi olmadığını çok geçmeden açıklamıştır. Bu da onların barışa olan özlemlerinin bir başka yansımasıdır!!



Batya R. Galanti









28 Ocak 2020 Salı

Sen de başarabilirsin!



Geçtiğimiz aylarda bir arkadaş toplantısında, sohbet arasında yabancı dil öğrenmenin zorluklarından bahsediyordu Israel'e yeni göç etmiş, orta yaşa yakın bir dostum.  " Orta yaşa gelen bir insan için İbranice öğrenmek çok daha zor" diyordu.. Bir diğeriyse yabancı bir dili kolay ya da zor öğrenmenin kişiden kişiye değişen bir kabiliyet, bir yapabilirlikle de ilgili  olduğunu söylüyordu. Sonra da  kendinden bahsederken İstanbul'da orta derecede ingilizce öğreten tanınmış bir okulu bitirdiğini ve orta okul sıralarındayken yaşadığı basit bir olayın onun İnglizceyle arasını nasıl soğutmaya yettiğini anlatmadan geçemedi. Onu sınıfta tahtaya kaldıran İngilizce öğretmeni, sorduğu soruya karşılık iki kelimeyi bir araya getirip te yanıtlamakta bir an zorlanan kıza , " Senin ingilizce öğrenmen zor. Sen bu işi kırk yıl geçse beceremezsin, git şimdi yerine otur!" demiş.  O gün orada bütün isteğim, hevesim, cesaretim kırılmıştı ve ne yazık ki bugüne kadar ingilizceye karşı bu ön yargım sürdü çünkü o zamanlardan bu duyguyu o öğretmen içime koymuştu bir kez diye devam etti..

Böylece sadece yeni bir  dil öğrenirken değil, sadece eğitimde değil, her alanda, başarabilmek için kişinin kendine güven duymasınının ne kadar önemli olduğunu düşündüm ben. Bilgi tek başına başarının anahtarı değildir kesinlikle. Bilgi ve zeka güven olmadığı sürece bir şeye yaramayabilirler bazen.

Bu konuşmalar, bana en yakın arkadaşımla ilkokul sıralarındaki maceramızı hatırlattı. İlkokuldan bugüne en sevdiğim insan. Onunla daha çok küçük yaşlardan itibaren aynı sıraları paylaşmıştık, Çok akıllı, çok muzip ama o ilkokul senelerinde benim gibi içe dönük, sessiz kendi halinde bir çocuktu. Kendi açımdansa ilkokulun ilk gününü hiç unutmam. Çekingen  ve garip bir hallerdeydim..ilk gün ve ardından gelen diğer günlerde de bu böyle gitmişti. Sorun benmiydim o zaman bilmiyordum. Hep kendi üzerime almaya alışmıştım, problemler hep benim yüzümdendi sanki.  Senelerden sonra tesadüfen konuştuğum diğer sınıf arkadaşlarımın da desteklediği bir gerçeği ise sadece büyüyünce, hatta yaşlanmaya yakın bir zamanda anlamıştım. . Öğretmenimizden son derece korkuyordum. Meğer diğerleri de korkarlarmış, bunu senelerden sonra onlardan duydum. Altmışına gelmiş , iyi giyimli, kibar bir gestapoydu bu kadın. O derece sertti ki... Bildiğinizi de size unutturabilecek bir sertlikti bu!! Korkuyla başlamıştı ilk öğrenim yıllarım..Ve ilk yaşadığım başarısızlıklar benden öte,  öğretmenin direk kendisinden kaynaklanıyordu.   Bu yüzden tüm sınıfın başarı düzeyi çok düşüktü. Sınıftaki belli bir elit kesimden kimi çocukların gösterdiği kısmi başarıysa belki de dışarıdan  aldıkları destek sayesindeydi..


Okul hayatım boyunca, ilk temel yıllarda geçirdiğim büyük travmayı atacak kadar anlayışlı, iyi bir öğretmenin yardımıyla karşılaşma şansına sahip olmadım hiç. Sainte-Pulcherie'de önce Madame Flor vardı.. I. Hazırlıkta Fransızca hocamızdı.. Halbuki ilk okuduğumuz Fransızca okuma kitabımızdan bu dili öğrenmeye başladığımızda çok hoşlanmıştım. Kitaptan, içindeki içeriğinden, Fransızcadan..
Daha sempatik bir öğretmenle, daha farklı bir sistemle ben bu dili çok büyük bir zevkle öğrenebilecek  ilgiye ve yeteneğe sahiptim.  O kadınınsa yüzü hiç bir zaman gülmüyordu. O kadar ciddi ve mesafeliydi ki. Bir sorunum olduğunu söylemeye cesaret edebileceğim  bir insan değildi bu.   Her tahtaya kalkışımda heyecandan tahtaya yazarken zorlanırken yine de lanet etmedim ne okuluma ne kaderime. Bu böyle deyip kabullendim çaresiz ve sessiz. İkinci sene Mademoiselle Annie gelmişti Fransızca derslerine;  sınıf öğretmenimiz de oydu. Zayıflarla dalga geçen, dişine uygun gördüklerini küçük düşüren bir kadındı. Sanırım kendi komplekslerini bu şekilde yenmeye çalışıyordu.  Sınıftaki çok kısa boylu bir kıza durup dururken sen önce boyuna bak öyle konuş diyerek gülüşünü hiç unutulmadım.  İki hazırlık sınıfını bitiripte altıncı sınıfa geldiğimizde ilk kez  çok gençten bir öğretmenimiz olmuştu. Türktü; Mme Nuray!  Paris'te okuduktan sonra Sainte-Pulcherie'de ilk kez öğretmenliğe başlamıştı. Yeni evliydi ve çok hassas bir insandı ve hepimize karşı son derece  sevecendi. Bütün sınıf onu çok seviyordu. Bense ilk kez bir sene hiç bir dersten ikmale kalmadan sınıfı geçmiştim. Nasıl da mutluydum..

                                                           Sainte-Pulcherie Fransiz Lisesi

Başarısızlık bazen başka başarısızlıkları da beraberinde getirir. Kişisel tecrübeme göre Türkiye'de eğer akıllı, girişken, çabuk kapan ve bir o kadar da kendine güvenli çocukların   ( belkide o zaman tüm dünyada böyleydi bilemiyorum ) problemleri yoktu . Fakat esasen insanlar çeşit çeşittir, zeka da çeşit çeşit  ve yine çeşit çeşit yapabilirlikler ve yetenekler vardır. Yapılması gereken tek şey her çocuğun içindeki yeteneği bulup çıkarmaktır. Bunun için ona destek ve cesaret vermektir. Eğitimde çocuğu anlamak, sevecen olmak, kişiye göre farklı yollardan eğitim gerekir.  Bunlar öğrenim sistemin bir parçası  olması gereken şeylerdir. Bir öğretmen eğer öğrenciye yaklaşmasını bilmiyorsa öğretmen olmamalıdır. Hiç bir öğretmenin hiç bir çocuğun kişiliğini sıfırlamaya, hayatını karartmaya hakkı yoktur.

Bense küçük yaşımdan başaramayacağıma inanmıştım belkide inandırılmıştım. Bir yerden sonra kendi beynimi bloklamıştım sanki. İngilizceyi başaramayacağına inanan arkadaşım gibi.

Bilinçaltınıza ne söylerseniz o olur. Bazen herkes yaşayabilir bunu..bir kez bir korku girdi mi içinize bir anda beyniniz durur sanki.. İşte o zaman bu korkudan kurtulmak lazım..

Bunun adı da başaramama korkusudur. Bilmezsiniz ki beyniniz sizinle oynuyor. Onu sadece soktuğunuz kafesten salmanız, ona koyduğunuz blokajı kaldırmanız gerekir. Kendi kendinize içinize koyduğunuz o yanlış fikirlerin kapattığı dünyayı açmak gerekir yeniden .. Bilgiye, başarıya ....

Sahip olduğunuz becerinizi bulup, kendinize inanmanız önemlidir.. Bunu bir yerden sonra insanın sadece kendisi yapması mümkün.

Benim çocukluğumdaki acımasız sistemin içinde bunu anlamak zordu. Bunu size gösterecek, size destek verecek birilerini bulmak zordu. Sistem sadece güçlünün yanındaydı..Çocuklar için bile bu böyleydi.  Bugünse insan daha bilinçli, daha bilgili..gerçekleri görmek bugün biraz daha kolay gibi. Yanlışları fark etmek. Spotlar insanların üzerinde bugün..  Buna öğretmenler de dahil . Bugün bir öğretmen bir öğrenciyi küçük düşürdüğünde onu ele vermek çok daha kolay...








Batya R. Galanti

21 Ocak 2020 Salı

                   



                       Esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara ne düşündürdüğü



12 yaşlarımda bir çocukken Taksim Parmakkapı'da olan okuluma gitmek için otobüse binerdim. Günün birinde otobüsün ön taraflarında yan koltuklardan birine oturmuştum. Genelde yan koltuklarda oturmayı pek sevmezdim çünkü midem bulanırdı. . İşte o gün yanımda oturan  ileri yaşlarda bir kadının benimle bir şekilde konuşmaya başladığını anımsıyorum. İsmin nedir diye başlayan konuşmalardan."Batya ismi nasıl bir isim öyle? " diye sorunca" Museviyim!" dedim .....

Ben küçükken Türkiye'de yeni bir çeşit akım başlamıştı; Türkler bizi aşağılamak istediklerinde Yahudi , empati göstermek ya da yahudi düşmanı olmadıkları imajını uyandırmak istediklerindeyse "Musevi" diye çağırır olmuşlardı . Hal böyle olunca Yahudiler de kendilerine verilen  bu yeni ismi nedense baya bir benimsemişlerdi. Onlar artık Pis Yahudi yerine Temiz birer Musevi olmuşlardı. İşte tabii ben de bu kurala uygun bir cevap yetiştirmiş olmuştum.. Ben de Museviyim !! Sanki Musevi  Yahudi olmaktan farklıydı. Sanki Yahudi olmak bir sorundu...Sanki bu millete ait olmamın ayıp bir tarafı vardı ve ben museviyim deyince daha iyi oluyordum  Sanki kimliğime koydukları Pis kelimesi , onu kabullenmememe neden olmuştu ve bunu değiştirmek için bir şeyler yapmalıymışım gibiydi. Özür de dilemelimiydim acaba??


Ayrıca ben çocukken annem babam beni sürekli uyarırlardı, " Politik konularda bir soru sorulursa sana sen yorum yapma!"  derlerdi . Hele Israel hakkında hiç bir şey konuşmamam üzerine sürekli ikaz edilirdim.. Kadın; " Ah demek Musevisin!" . Ben; " Evet!" dedim. Anında sıkıntıya girdiğimi anımsıyorum . Ah dedi Siz ne zeki milletsiniz öyle dedi önce. Ben sustum. O konuştu..  Biliyormusun Atatürk te  Yahudiydi. Sonra devam etti, " Hiç anlamam nerden nereye Türkiye'yi kurtarmak için savaştı."  Benim kapasitemin çok üstünde saçmalıklar söyleyen bir kadına o yaşımda ne cevap verebilirdim ki. Ve yeniden devam etti. Araplar aptal eğer sizinle savaşmak yerine bir olsalardı onlardaki para, sizdeki akılla çok şeyleri başarabilirdiniz . Neyse en sonunda bir durak sonra indi gitti...

Antisemitizmin sadece Türkiye'de ve özellikle Ortadoğu'da var olan bir olgu olduğunu zannederdim çocukken. Ve bunun kesinlikle cehaletle, gelişmemişlikle yakından ilgisi olduğundan emindim.  Öncelikle İslam inancının temeline dayanan Antisemitizm konusunda ne kadar yanlış olmasam da , sadece bu bölge insanına yapıştırdığım bu düşmanlığın bütün dünyada ne kadar yaygın olduğunu ve ırkçılığın cehalet , fakirlik ya da gelişmemişlikle çok ta ilintili olmadığını büyüdükçe öğrendim.. Bize karşı yapılan bir çok kötülüğün Avrupa'nın ortasında yaşayan model toplumların ellerinden çıktığını 17. 18 yaşlarıma geldiğimde idrak etmeğe başladım.. Kimi estetik kavramlarla kamufle olan çirkinliklerin zamanla dışa çıkan gerçek yüzleriyle tanıştım..


Yıllar sonra bir öğleden sonra turunda sadece bir Alman karı kocayı gezdiriyordum. Minibüse bindiğimizde kadın bana bir soru sordu. Sanırım dinle alakalıydı. Ben Yahudi olduğumu söyleyince yüzüme bakarak hafif bir teredütten sonra üzgün bir ifadeyle; " I'm sorry!" dediğini hatırlıyorum. Neyi kastettiğini anlamıştım. Fakat kadının benden özür dilemesi beni rahatsız etmişti. Ona baktım, yüzümde hafif bir gülümsemeyle " It's ok!" . dedim. Kadının geçmişte yapılan böylesi bir katliamdan dolayı üzüntü duymasından çok, sanki bir anda tüm Alman Toplumunun günahını üstlenmiş gibi hissetmiştim. Bana göre o hiç bir şeyden sorumlu değildi ki . O da benim gibi bir insandı. Ama aslında o gün o kadın sadece olanlardan üzüntüsünü belirtmek istemişti. Benim,  its okay dememse , neyi okay yapıyordu? Olanlar mı okay di? Hayır.. Sadece tarihte yaşanmışların onunla benim aramda bir hesaba dönüşmemesi gerektiği önemli bir noktaydı. O kadına sadece Alman olduğu için nefret duymam mümkün değildi.

Senelerden sonra Israel'e geldiğimde , İbranice okulunda bize ders veren bir bayan hocamız vardı. Elli yaşlarında bir kadındı.  Akıllı, kültürlü bir insandı. Derslerinde  espriler yapan,  Israel kültürünü,  geleneklerini bize anlatmaya çalışan çok yönlü, renkli bir kişiliği olan bir öğretmendi. Bir günse bize babasını anlatmıştı. Holocaust'tan kurtulan babasını.. Auschwitz'te kaybettiklerinden sonra geldiği Israel'de Yahudiliğine her yönüyle küsen bir adamdı bu. Yahudiliğinden , Tanrı'dan ve yaşadıklarına sebep olan gerçeklerden nefret eden bir insanı anlatmıştı kadın o gün. Soykırımdan hayatta kalan bir çokları gibi..Kadın çocukluğunda yaşadığı bir Kipur gününü hiç unutmamıştı..

Yaşadığınız topluma ders düşmek ne kadar zordur özellikle bir çocuk olarak. Kipur'dan bir gün önce babası onu yanına çağırmış,. Eline verdiği parayla  kasaptan ona domuz eti satın aldırmış.sırf Yeruşalayım'de oturdukları dindar çevreye inat olsun diye. Kipur günü çevrede tüm Yahudilerin oruç tuttuğu  günde evinin bahçesinde mangalı yakarak  domuz etini ateşe koymuş. Koku tüm mahalleyi sardığında çocuklar yaşadıkları çevreden utanmışlar bir an. Tanrı'ya olan tüm inancını  yitirmiş bir insanın baş kaldırışıydı bu. Kini vardı, affetmediği açıktı..İlk eşini, küçücük çocuklarını , annesini, babasını , kardeşlerini imha eden dünyadan nefret eden bir ruhtu bu...Hiç bir sebep yokken öldürülen sevdiklerinin ardından hayatta kalabilmeyi başaran bir insanın  yok edilmiş dünyasının ardından doğan çocukları da bu hesabın birer parçaları olmuşlardı istemeden.

Geçtiğimiz aylarda Amerika'da, Almanya'da, Fransa'da bir çok antisemitik olay yaşandı..
Bugün yeniden insanlar dünya'daki  huzursuzluğun, savaşların arkasında Yahudilerin olduğunu düşünüyorlar. Aynen eskisi gibi.. Yeniden aynı fikirler gündemde. Eğer Yahudiler olmasaydı  savaşlar olmazdı, fakirlik olmazdı , dünya daha güvenli bir yer olabilirdi diyorlar..

23 Ocak Perşembe günü yani iki gün sonra ,5.si düzenlenen Dünya Holocaust'u anma toplantısı için Israel Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin tarafından davet edilen 46 devlet büyüğü Yeruşalayim'de bir araya gelecekler. Aralarında Avrupa Devlet Başkanları ve dünyanın önemli liderlerinin de olduğu bu toplantıda son senelerde yeniden gündeme gelen Yahudi düşmanlığı üzerinde ayrıca durulacak..Genel olarak formel bir öneme sahip olan bu büyük toplantı dış basında ne kadar yer alacak onu bilmiyorum.

Biz Yahudilerin Holocaust'u ne kadar konuştuğumuz önemli değildir. Ya da 75 yıl evvel 1 milyon 100.000 kişinin kurşunlanarak, gazlanarak ve en sonunda yakılarak yok edildiği Auschwitz-Birkenau Konsantrasyon Kampının 27 Ocak günü Kızıl Ordu tarafından özgürlüğe kavuşturuluşunu hatırlamak Israel için ne kadar önemliyse de esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara neyi düşündürdüğünü anlamaktır.



Batya R. Galanti

14 Ocak 2020 Salı

 


        Hiç bitmeyecek savaşlar!


Ortadoğuda yaşamak demek bir günden diğerine sizi nelerin beklediği sorusuna hiç bir zaman açık ve net bir cevabınızın olmaması demektir.. Bu şekilde bir yerden sonra kadercilik oyunu başlar. Elden gelen çok fazla bir şey olmadığı andan itibaren insan kendini bilinmeyen güçlerin ellerine teslim etmiş olarak bulur..  Ortadoğu'da halklar kadercidirler çünkü nesiller boyu kendi elleriyle kendilerini yönetmek ayrıcalığına sahip olmayı başaramamışlardır. Bir elden diğerine değişen otoriter rejimler  bu halkların geleceğinin belirlerlerken zaman zaman isyan eden bazı dağınık örgütler, terörist güçler  sadece daha fazla kaos getirmişlerdir.   Hak ve hukukun korunmadığı rejimlerin güdümünde yaşayan insan topluluklarının terörize edilmiş, bastırılmış, yoksun bırakılmış, huzursuz,güvensiz ve güvencesiz yaşamları...Açlıkla, sefaletle gelen  devrimler, ihtilaller,isyanlar  ve savaşlar ve durmayan, hiç bitmeyen kayıplar..binlerce, yüz binlerce ölü.

Çok küçük bir çocukken annemin yatak odasındaki pencerenden dışarı baktığım bir günü hep  anımsarım .. Kocaman pencereden gördüğüm şey birbiri ardına dizilmiş binaların arka bahçeleriydi.Yabanı otlarla kaplı, kimi bir iki küçük ağaç dışında  yine karşımızda bizi duvar gibi kapatan binalara bakan bir pencere. O gün Kurban Bayramıydı ve ben bahçede bir haftadır bağlı duran iki koyuna bakıyordum yeniden. Bir haftadır yan kapıcının çocukları tarafından otlarla, yapraklarla beslenen iki zavallı koyun .. O gün değişik bir şeyler olacağı belliydi. Bu kez çocuklar babaları ve bir kaç kişiyle birlikte inmişlerdi bahçeye.  Kapıcı ağaca bağlı olan koyunların bağını çözdükten sonra neler olacağını beklemeye başladım. Adam elinde  kocaman bir bıçak olduğu halde  gözlerini bağladıkları koyunu daha önce kazdığı çukurun yanına yere yatırdı..koyun ne kadar dirense de,......Ben  daha çok küçük olduğum halde, bugün nasıl olduğuna inanamadığım bir şekilde, kapıcının yaptıklarını sonuna kadar izlediğimi anımsıyorum.. Annem yanıma gelene kadar yerimde kalakalmıştım. Koyunu neden kestiklerini bilmiyordum ancak karşımdaki manzarayı nasıl bir ruh haliyle izlediğimden bile emin değilim. Annem ; " Sen neye bakıyorsun ??!! "  diyerek beni içeri çekene kadar yerimden kımıldamamıştım.. Bir dahaki Kurbanlarda pencerenin yanına yaklamama izin vermediler..


İnsan psikolojisi, kültür yapısı çocuk yaştan itibaren alışkanlıklarla, geleneklerle, kimi ritüellerle, büyüklerimizden, çevremizden,  yaşadığımız toplumdan  görüp öğrendiklerimizle şekillenir. Küçük yaştan beri yaşadıklarımız ya da bize yaşatılanlar olağan şeylere dönüşür zamanla.. İşte bu şekilde, bir hayvanın kurbanına bir kaç zamanda bir tanıklık eden bir çocuk için " Kurban fikri!" hayatın içinde yaşanan  doğal bir şey haline gelir. Bunu bir kıyım olarak algılamaz artık.  Bir canlının kafasının çocukların gözlerinin önünde kesilerek dini bir vecibeyi yerine getirmek anlayışı toplumun doğal bir parçası olduğu zaman insan psikolojisinin şekli de değişir.

Senelerdir Ortadoğu kaynıyor. Senelerdir Ortadoğu'da gücü ele geçirmeye çalışan çeşitli terörist  gruplar kafaları kesiyorlar, kendilerini patlatıyorlar. Burada yaşayan insanlar uzun senelerdir devam eden bir santranç oyununun küçük piyonları gibiler . Bölgede yaşayan halklar ve onları yönetenlerle birlikte bu bölgedeki hamlelerin gerçekleşmesi için hareket edenler var .


Peki bu bölgedekiler neden hep savaşıyorlar? Çünkü öncelikle Araplar  bugüne kadar kabile kültürünün dışına çıkamadılar. Orta Doğu 'da  bugüne kadar bin bir değişik gruba, kabilelere ait kitleler yaşıyor. Her biri bir diğerine karşı bunlar. Hala bir " halk"  kavramları yok onlar için. Aynı dinden oldukları, aynı dili konuştukları halde bir birlik oluşturamayan bu insanları birbiriyle savaştırmaksa çok kolay görünüyor. Aralarındaki en büyük çatışan iki grupsa Şiiler ve Sünniler...

Ayrıca bu bölgede büyük yeraltı zenginlikleri var ve tabii ki toprağın altındaki bu zenginliklerden istifade edenler var .. ancakbu  istifade edenler yerel halklar değil. Senelerdir, bu bölgeyi yöneten kukla rejimler ve bir diğerleri bölgedeki zenginliği paylaşmaya devam ediyorlar ..Halkın elinde kalan tek umutsa Kuran ve içinde yazılı olan emirler . Ve karşıdaki  düşmanlara karşı yürüttükleri savaş için yeterli sebepleri sıralayan imamları da onların yol göstericileri.. Savaşın adıysa Cihad. Bu kavramı beyinlerine sokanların ellerinde büyüyen çocukların tanıdıkları tek yol bu .. Bu gençler bu bölgenin geleceğinin belirsizliğini yansıtıyorlar. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmayanlar ölümle iç içe yaşamaya alıştırılmış insanlar için hayatlarını feda etmek normal bir eylem.

Her biri gücü eline geçirmek için savaşıyor. Ve her seferinde daha çok silah , daha çok cephaneyle bu ölüm makinesi bir gün susacağa hiç benzemiyor , Yemen'de, Irak'ta Suriye'de ve Orta Doğunun her bir tarafında savaşanlarla bugün bölge gittikçe daha çok kızışıyor. Yıllardır sömürülenler bir anlamda uyanırlarken diğer tarafta bölgedeki kimi Rejimlerin Avrupa'yla, Amerika ya da  Rusyayla birlikte yazdıkları senaryoların içinden ortaya çıkan ve değişmeye başlayan koşulların ardından yepyeni hamlelerle menfaatlerin  hiç olmadığı kadar çakışmaya başlamasıyla  bu bölgenin ateşinin sonunda topyekün bir savaşa doğru gitmesi acaba ne kadar uzak bir ihtimaldir?



Batya R. Galanti

6 Ocak 2020 Pazartesi

Kocaman evrendeki küçücük varlığımız                                      

Bir seneyi daha geride bıraktık. Geçen yıl, saat 12'yi gösterirken evimizin  yakınındaki parktan gelen havai fişek sesleri beni bir an uyandırdığında dışarıda silahlar patlıyor sanmıştım. Bu yıl  dışarıda yediğimiz yılbaşı yemeğinin ardından yeniden 24:00 olmadan yatağımda buldum kendimi.. Yorgun bir savaşçı misali... 2000 yılından bugüne neredeyse yirmi seneyi geride bırakacağız. Nasıl olduğunu bile bilmeden. Hayatın arkasından koşarken senelerin geçtiğini farketmeden bugünlere gelmek..
Halbuki 15 yaşıma varana dek zamanın ne kadar ağır bir tempoda geçtiğini anımsıyorum da o aralar daha uzun metrajlı bir film çekiyordum sanki.. Ortaokul yıllarımda bir ders yılı bitene kadar yaşadığım çilem unutulmazdı. . Her gün Soeur ( Rahibe ) Marguerite-Marie'nin özene bezene  tahtanın sağ üst köşesine renkli tebeşirle yazdığı tarihe bakıp aynı günün bitmesini nasıl beklediğimi anımsarım;  neredeyse saniyeleri bile sayarken....



Çocuklar için zamanın ne kadar ağır geçtiğini hepimiz biliriz. Yaşımız ilerlemeye başladığında bu da değişir. Hayat bir anda uçup gitmeye başlar.. Sanki hiç bir şeye vakit yokmuş gibi bir his yaşatır insana .

Bu neden böyledir.?. Neden çocuklar için zaman uzun bir olgu gibi gelirken  büyüdükçe hayat gittikçe hızlanır?  Sanırım çocukluk yıllarında her şey yaşanmamışlardan kurulu olduğu için bu böyledir. En basit şeyden en karmaşık olaylara kadar bir öğrenim sürecidir çocukluk. Kısa bir zaman önce dünyaya merhaba diyen bir varlıktır daha.. Böylece  her şey onun için bir ilktir. Hayat hem daha eğlenceli, hem bilinmedik şeyleri keşfetmenin getirdiği bir macera gibidir. Kendinizi, ailenizi, yaşadığınız evinizi, dünyayı, insanları, sokakları herşeyi ilk kez tanıyorsunuz  çocukken. Sanki  bir hayatla tanışma safhasıdır bu.  Gerçekten o dönemi , etrafımı tanımak için olan merakımı hatırlıyorum. Bilinmedik bir denize doğru açılan bir yelkenli gibi hayat çocuklukta .. Bu yüzden çocukken o dolu dolu yaşanan dakikalar, saatler ve günler size daha ağır geçen bir zaman hissiyle eşlik eder gibidir...Bir de gözünüzü açtığınız dünya size dostsa eğer ne ala.

Büyüdükçe yavaş yavaş bir şeyler oturmaya başlıyor. Yeniler, ilkler azaldıkça yavaş yavaş hayat bir monotoniye dönüşür.. Bir öncekinin aynısı bir sabaha uyanırken çoğu zaman yatağımızın ne olursa olsun hep aynı tarafından kalkıp, aynı adımlarla , hiç değişmeyen tempomuzla kendimizi lavabonun önünde buluruz. Elimizi yüzümüzü yıkarken düşündüklerimiz bile aynıdır çoğu kez. Dişlerimizi fırçalarken, sabah kahvemizi aynı miktarda kahve ya da şekerle aynı tempoda  karıştırırken, gün boyu yapacaklarımızı aklımızda sıralanırken ve çabucak giyinip kendimizi dışarıya atıp kapıyı kilitlerken ve  işe geç kalmamak için girdiğimiz stres bile hep aynı. Yeniden asansörde , bizimle aynı saatte evden çıkan bir üst kat komşumuzla yüz yüze gelirken " Off yine bu suratsız kadın! " deyip zoraki bir gülümsemeyle dediğimiz günaydının arkasından koşturmaya devam eden bir çoğumuz için hiç değişmeyen o kadar çok aynıyla dolu ki yaşantımız. Çoğumuz için hayat bir maceradan çok bilindik bir hikayenin tekrarı gibi.  Hayat çok genç yaştan itibaren bir aynıya dönüşüyor.  Ve bu monotoniyle birlikte farkında olmadan keşfetmeyi de bırakıyoruz. Kendimiz için rahat olan yolu seçerken zaman yanımızdan geçiyor. ..



Çocukken karıncaları izlerdim hep. Bazen onları elime alırdım. . Örümcek ağları ve karıncaların epey ilgimi çektiklerini hatırlıyorum. Şu an örümcek ağıyla oynamak  fikri inanılmaz itici gelse de .. ..Türkiye'de  bildiğim karıncalar genelde küçüktüler. Siyah renkli, ince belli minik sempatik haşerelerdi bunlar.  Böcekleri kimse sevmez genelde ama karıncalar farklıdır sanki. Daha sevimli görünürler. Tabii yanlışlıkla evinizin bir köşesinde yuva yapmadıkları sürece. Ben bahçelerde falan gördüğüm karıncaları söylüyorum tabii. Hoşuma giderdi onların gruplar halinde yuvalara yem taşıyışlarını seyretmek. Kendi bedenlerinden kat kat büyük bir ay çekirdeği kabuğunu , bir yaprağı  üç beş tanesinin beraber yuvaya taşıdıklarını izlemek her çocuğun yaptığı şeydir. Çünkü ilginçtir..  Israel'e geldiğimden beride hala karıncalar ilgimi çekerler . Buradaki karıncalar çok zaman baya daha iridirler. Oğlumla evimizin hemen yanında gittiğimiz kocaman yeşil bir alan vardır. Oralarda  hep görürürüz karınca kolonileri.. bazen metrelerce yol yapmışlardır.. yuvaya doğru gidip gelen yüzlerce karınca uzaktan bile insanın gözüne çarpar.. Kimi zaman düşünürüm, nedir ki bir karınca ? . Yuklarıdan onlara baktığınızda , her biri aşağı yukarı bir bir buçuk santim boyunda küçücük varlıklar. Ama nasıl bir yaşam mücadelesi veriyorlar.. Geçtiğimiz günlerde oğlumla yine birlikte yürüyüş yaparken yanımızdan iki bisikletli geçti: o an Gal'in yine kendi kendine ağzında bir şeyler mırıldandığını duydum.. Yerde giden karınca kolonisinin üzerinden geçen bisikletin tekerleklerinin ardından bakarak , bir kaçı rahmetli oldu şu an dedi. Karıncaları kastediyordu. O da benim gibi karıncaları izliyordu ve  bu küçücük varlıkların bir anda tekerleklerin altında ezildiklerini farketmişti.. Ne tuhaf değil mi ,karıncalar istemeden ayağımızın altında ezilseler üzerinde çok düşünmeyeceğimiz bir detay gibidir genelde.. Küçücük bir varlığın hayatının değeri üzerinde durmayız. Yürüyüş yaptığımda karıncaları gördüğüm zaman üzerlerine basmamaya gayret ederim. Çünkü aslında bu bize göre çok küçük varlıkların da kocaman bir dünyaları ve düşündüğümüzden daha karmaşık bir yaşamları var. Aramızdaki boy farkıysa sadece göreceli bir şey. Uçaktan baktığımda karıncaları anımsarım..biz insanlar da uzaktan aynı onlara benziyoruz.. Bizlerde uzaktan küçücük karıncalar gibiyiz. Uçağın pencerisinden baktığınızda , sokakta yürüyen kitleler minicik varlıklara dönüşüyor. Yaşam değerimiz de bazen . Karıncalar belki kimi zaman haftalar kimi türleri bir kaç yıl yaşayabiliyorken bizim hayatımız da bazen bir pamuk ipliğine bağlı olabiliyor..

Milyarlarca yıldır var olan evren, yine milyarlarca galaksi içinde var olan sonsuz sayıdaki gezegenlerin içinden bir tanesinde yaşayan bizlerin karıncalardan bir farkımız olmadığı hissine kapılıyorum.. Milyarlarca yıllık tarih içinde yeryüzünden geçmiş insan türleri ve bugün var olan milyarlaca insan içinde bir yaşam daha bizimkisi... gerçekten her birimizin geçirdiği yaşam süresi ne kadar kısa ya da  uzun olsa bile yine de evrendeki varlığımız sanki bir hiç gibi..





Batya R. Galanti