7 Şubat 2020 Cuma

  Bir filmin ardından...
                                           
Son senelerde neredeyse hiç televizyon izlemez oldum. Belki de internetin yeterince beni oyalamasındandır bu. Daha çok okumak, daha çok kendi istediğim şeyleri araştırmak ve klipler izlemek internetin sunduğu büyük bir lüks galiba. Eh hal böyle olunca öyle çok televizyona ihtiyacınız kalmıyor. Halbuki bugün televizyon da sadece önünüze konulan programların ötesinde yine fazlasıyla alternatif sunmuyor da değil. O kadar farklı kanallar var ki. Yine de sabrım kalmıyor benim..

Ama geçen gece ev çok sessizdi. Eşim erkenden yatınca, oğlum çoktan uykuya teslim olduğu halde, kızım da arkadaşlarıyla dışarıya çıkınca birden benim  canım sıkıldı . İnterneti bir kenara bıraktım ve salona gittim, kocaman ekranı açmak için uzaktan kumandalardan birini aldım elime... Kumandadan biri tv diğeri iletişim kutusunu çalıştırıyor. Kumandalardan bile öyle çok anlamıyorum artık  ( pek kullanmadığım için ) ..Ve bir diğerinden Netflix'e girdim.. Bir film izlesem fena olmaz dedim. Saat 22:00. Bu saatte başlarsam izlemeye. Yorgunum biraz ama eğer yarım kalırsa daha sonra bir ara devam ederim diyorum.

Karşıma ilk çıkan filme şöyle bakınmaya başladım  Sefil haldeki bir ufaklık boş bir tren vagonunda panik halinde birisini arıyor. Sürekli bir camdan diğerine koşarken Guddu, Guddu diye haykırıyor çaresiz..Hayatımda gördüğüm belki de en sevimli çocuklardan biri.  Insanı kendine çeken bir çocuk bu. Film belli ki kısa bir süre önce başlamış.  Çocuğun esmer yüzü, kocaman simsiyah zeytin gibi gözleri    korku dolular. 

Bu film güzel olmalı dedim. İngiliz-Avustralya ortak yapımıymış.. Başrolde oynayan oyuncular arasında Nicole Kidman 'in ismini gördüm. Sanırım ben bu film hakkında iyi eleştiriler duymuştum zamanında. Tam isabet olmalı..Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olduğu da en baştan belirtilince sırtımı iyice arkama yasladım, ayaklarımı ileriye uzattım.

Hindistan'ın son derece fakir mahallelerinden birinde; iki kardeşin yan yana yattıkları yataklarındaki konuşmalarıyla başlıyor hikaye. Büyük kardeşin adı GUddu, küçükse Saru... Öyle bir evde  yaşıyorlar ki, bu derece sefalet nasıl olur diye düşünüyor o an insan.  Yerde bir şeyin üzerindeler.. Belki de eski bir şilte bu..Üzerlerinde pijama değil günlük kıyafetleri var.. Yüzleri, saçları temiz değil.. Nasıl olsun ki?  Büyük çocuk kalktığı yatağından alelacele giyinirken sabahın erken saatinde okula değil tren istasyonuna doğru yola çıkıyor. Dilenmek için! Gömleği o kadar pis ki sanki bir hafta önceden hatta belki on gün belki de daha evvelden beri üzerindeymiş gibi  .  Aynı gömlekle yerlerde günlerdir para, yiyecek, içecek aradığı belli..  Beş yaşındaki Saru onunla gitmek istiyor. Sana yardım edebilirim diye inat ediyor ve sonunda ağbisini ikna etmeyi başarıp birlikte yola çıkıyorlar. Eski bir bisikletin üzerinde toprak yollardan şehrin merkezine doğru yol alan iki çocuğun hayatlarının sonuna kadar değiştiği günü çiziyor film.. Annelerini geride bırakarak kaderin kollarına emanet olan milyonlarca çocuktan birinin baştan sona  değişen yaşamıyla, bir diğerinin başlamadan biten hayatını gözünüzün önüne taşıyor film...
Kucuk Saru'yu gecenin bir yarısı uyuyakaldığı bankta bırakarak, tren raylarında para aramaya gidip geri dönmeyen ağbisi Guddu. Ve ağbisininin izini kaybettikten sonra boş bir tren vagonunda bir şehirden diğerine kilometrelerce yol almasıyla kayıplara karışan ufaklığın ilginç hikayesi.

Bu film beni çok etkiledi.. Ertesi akşam bizimkilere yemek sonrası hep birlikte izlemeliyiz dedim.. Ve ikinci kez onlarla izledim. Gal'i ikna etmekse zor. O kendi istedikleriyle meşguldür. Onu bıraktım kendi haline... Bir kez daha ağladım.. En çok Guddu'ya ağladım.. Annesine bir kaç kuruş para getirmek için  trenin altında ezilmesine. Saru'nunsa tesadüfen değişen kaderi herkese nasip olacak türden değil . Hindistanın sefil sokaklarından yetkililer tarafından  götürüldüğü zindan gibi bir yetimhaneden alınarak taşındığı Avustralya'da ona her türlü imkanları tanıyan iki güzel insanin ellerinde büyüyecek kadar şanslı olmuş sonunda Saru.

Hindistan'da her yıl 80.000 çocuk kayıplara karışıyormuş. Binlerce, bir yerden sonra milyonlarca çocuğun yaşadıklarından bir kesitti idi bu film..

Genç kızlığımda İstanbul'da tesadüf ettiğim kimi fakir çocukları hatırladım. Sultanahmet'te kart postal satan çocuklar vardı. Süleymaniye'de de ... Aslında Saru kadar kötü durumda görünmüyorlardı bir çoğu.. Aralarında sadece iki kardeş daha bir zavallıydılar ki bu yüzden onları hiç unutmadım...
Kış günleri alelacele yapılan Süleymaniye öğleden sonra turlarında sık sık karşıma çıkarlardı. İki kardeştiler. Biri erkek biri kızdı.. Çok küçüktüler daha.. Kılık kıyafetleri çok kötüydü. Üzerlerinde onları soğuktan koruyacak bir şeyler yerine incecik elbiseleri vardı diye anımsıyorum.. Selpak mendil satarlardı. Beni her gördüklerinde " Merhaba abla, mendil isterler mi? " diye sorarlardı. Ben de turistlerin ilgilerini çekmeye çalışırdım onlardan mendil alsınlar diye.  Kim bilir kazandıkları azıcık parayı kime verirlerdi? Anne babalarına mı? yoksa onları çalıştıran bir grup yan kesiciye mi?

Israel'e gelmeden son turlarımdan birinde onlara vermek istediğim kimi şeyler satın almıştım. Okula başlayacaklarını biliyordum. Defterler, kitaplar, boyalar ve kalemler almıştım. (Büyük bir şey gibi) Ama o tura çıkmayınca arkadaşımdan rica etmiştim benim yerime versin diye.. Onları bir daha hiç görmedim.. Keşke onlara palto alsaymışım ve ayakkabı ve..... Neden aklıma gelmemişti diye düşünmüştüm çok kez..

Yirmi otuz yıl evvel dünyanın kimi yerlerinde çocuklar el bebek gül bebek büyütülürlerdi.. Endüstrileşmiş ülkelerde fakir çocuklar ülke nüfusuna oranla düşüktü. Fakirlik denince algılanan kriteryonlar yine bunlardan farklıydı.. Yirmi, otuz, ya da elli yıl , ne kadar zaman geçerse geçsin yine Hindistan, Bangladeş, Afrika ülkeleri için yaşam aynı şekilde devam ediyor..Değişen hiç bir şey yok. Hangi coğrafya'da dünyaya geldiğiniz bugüne kadar kaderinizi belirleyen en temel şeylerden bir tanesi...

Keşke tüm dramatik başlangıçlar Saru'nun hayatı gibi daha gülümsetici bir sonla bitse. Keşke çocuklar Güddu gibi bir parça ekmek için hayatlarını kaybetmeseler. Keşke yaşadığımız dünya daha eşit, daha adil olsa...





Batya R. Galanti







4 Şubat 2020 Salı



                                      Trump'ın Barış Planı



Geçtiğimiz hafta Donald Trump "Yüzyılın Planını"  açıkladı nihayet.. Uzun zamandır Israel-Filistin Antlaşmazlığına bir çözüm getireceğine inandığı planı önümüzdeki Israel Seçimlerinden iki ay önce ve 2020'nin sonlarına doğru gerçekleşecek Amerikan Başkanlık seçimlerine az bir zaman kala            " Yüzyılın Planı"'ni Israel Başbakanı Netanyahu ile birlikte düzenledikleri ortak basın toplantısında açıkladılar. İki Lider kendilerinden emin gülümser ve konuşurlarken, barışın yapılması gerektiği taraflardan biri bu toplantıda bulunmuyordu bile..


1993'ta imzalanan Oslo Antlaşması sonrası duyduğum heyecanı anımsıyorum. Arafat gibi bir terörist'in silahı bırakıp kağıt üzerinde verdiği sözleri tutacağını zannettiğim zamanlardan çok şeyler geçti...Ama en çok ta savaşlar ve II. bir İntifadayı da getiren nice buluşmalar ve zirveler oldu bugünlere dek...

Israel Filistinlilerin haklarını vermiyor diyen dünyanın bilmediği ve pek söylenmeyen şeyler de oldu..

Uzaktan davulun sesi hoş gelir sözü aklıma gelir ; "Toprak verin barış alın!!! dediklerinde..

Yıllar evvel Türkiyenin güney doğusunda Erzincan'da dünyaya gelen bir arkadaşımla Türk-Kürt sorununu tartışırken ona şöyle demiştim; " Türk olsaydım bu kadar çok askeri bir karış toprak için feda edeceğime, bir milleti bu derece mağdur bırakacağıma Güneydoğu bölgesini seve seve onlara verirdim " deyince , bir an geçirdiği şaşkınlıktan sonra;  "Peki aynı şeyi Filistinliler için de söyleyebilirmisin ?" diye sormuştu.. .. Sanırım kim olsa aynı şeyi sorardı.

Israel'in Türkiye Cumhuriyeti topraklarından çok daha küçük bir toprak parçası üzerinde kurulmuş olması bir tarafa, Yahudilerin bölgedeki Arap Halkları karşısındaki hassas stratejik konumu, ve buralardaki Arapların bir kısmının Batı Şeria bir diğer bölümünün Gazze'de yerleşmiş olmalarının getirdiği diğer bir sorun, aralarında bir birlik olmamasının getirdiği önemli fikir ayrıcalıkları ve Israel'in varlığını ezelden beri reddetmeleri  Israel-Arap çatışmasını diğerlerinden ayıran önemli farklılıklardan bazılarıdır..

2000 yılında Camp David'de Ehud Barak'ın Arafat'la Bill Clinton tarafından biraraya getirildikleri büyük zirveyi kimse pek konuşmaz. O zirvede Israel'in Araplara neleri vadettiği kimse tarafından bilinmez nedense. Israellilerden başka..  Ehud Barak 'ın  Arafat'a tarihin hiç bir döneminde görülmemiş tavizlerle geldiği Camp David'te  Yeruşalayimi Filistinlilere sunduğu konuşmalarının  sonunda barışı kabul etmek yerine  Arafat'ın Ortadoğu'ya tek bir niyetle geri dönüşünü bilen pek yoktur.  Karşısında barış yapmak için her türlü tavize hazır gördüğü Israel'i daha da köşeye sıkıştırmayı tercih etmiş olan Arafat'ın yeni bir İntifada'yı başlattığı bilimmez . Böylesi bir Arafat'a Nobel Barış ödülü layik görülmüştü.

                                                      2000 Yılı, Camp David gorüşmeleri..

1990'larda Israel kamuoyunda barışa şans vermekten yana çok daha büyük bir kitle vardı. Solun hala ses getirdiği zamanlardı o zamanlar.. Barış için toprak vermeye hazır olan çok daha fazla insan vardı!!

Geçtiğimiz haftaysa yeni bir plan ortaya konuldu!

Donald Trump, o bildiğimiz tavrıyla ekranlarda, el kol işaretleriyle kendinden çok emin konuşurken ben ilk kez işime bakmaya devam ettim. Barış planını merak etmeme rağmen öyle pek umudum ve heyecanım kalmadığı için sanırım..Yeni bir dönemin başını gösteren bu basın toplantısını işimi gücümü bırakıp izlemek için televizyonunun karşısına oturmadım bile . Daha sonra bakarım dedim..
Planda nelerin ön görüldüğü çok mu önemliydi ?.. Gerçekler ortadayken kimin ne dediğinin ve neleri emrettiğinin çok önemi yok sanki..

Seneler evvel bundan çok daha iyi şartlarda çözülmemiş olan bu derin problemin bugün sunulan Donald Trump'ın getirdiği şekilde çözülmesi mümkün görülmüyor ... Israel'in güvenliğini en başa alan ve Yahudiler için son derece iyi şartlar getiren bu yeni planı Arapların kabul etmesini kimse bekleyemezdi..

2017'de Trump'ın Yeruşalayimi Israel'in sonsuz başkenti olarak tanıdığı günden beri Trump yönetimiyle ilişkisini kesen Abu Mazen'in bu toplantının yapldiği salonda olmadığı şekilde barış şartlarına evet diyeceğini beklemek tabii ki hayalperestliktir..

Peki, son derece zavallı bir durumda olduğunu iddia eden bir halkın bir yerden başlaması için bir fırsat olarak görülebilirmiydi bu plan?  Filistin Halkının kalkınmasını da öngören bu planı  Ekonomik yönleriyle düşündüğümde; ellerinde  hiç bir şey olmadığını iddia eden bir halk varsa eğer, şu an için hemen bir antlaşma beklenilmeyen bir planı ellerinin tersiyle ilk günden geri çevirmek yerine tartışmaya hazır olmak belki de onlar açısından daha olumlu olmazmıydı yine de ? Sonuçta  kaba şartlarla çizilmiş bir plana hemen yok dememek?


Planın açıklandığı günün ertesinde Haifa Üniversitesinde Arap öğrenciler  protesto gösterileri yaptılar  " Denizden Ürdün Nehrine kadar!!" diye bağıran öğrenciler  Israel'den sadece belli yerlere talip değiller!! Akdenizden itibaren  ..... İstenilen yerler bütün topraklardır...

50 Milyar dolarlık bir paket yardımla başlayacak herşey...Yenilenecek altyapı, kurulacak bir enerji santralı, sınır geçişlerinde getilecek kolaylıklar, Turizm için hazırlanacak altyapı, kargo termnalleri,  hastaneler, klinikler, yeni iş alanları, çevreyolları, tren yolu vs...Bütü bunların olması fena mı olurdu acaba?

Demokrat bir devletin sahip olması gereken şeffaflık, adaletle birlikte  yolsuzluklardan uzak bir yönetim altında kurulması ön görülen Filistin ( bugüne dek başaramadıkları demokret yapıyı nasıl kuracakları büyük bir soru işareti olsa da ) .. Sınırlarını korumakla görevli olacak devletse Israel.. Silahtan arındırılacak olan Hamas ve tüm diğer örgütler için bir dönemin sonu demek olan bir barış planı, Israel'in varolma hakkını tanımaları ise Filistin yönetiminin ilk yapması gerekenlerin başında ..
Dünyanın en uzun yer altı tüneli ile birleşecek olan Gazze ve Batı Şeria'nın bu şekilde aynı devletin bir parçası olmaları sağlanacak ve Batı Şeria'da bugün yaşadıkları tüm topraklar  Yeruşalayim'in doğusunda kalan bölgede ilan etmeleri söz konusu olacak olan başkentleri . Tüm bunlar barış planının bugünkü kimi şartları ...

Bunların yanında , Batı Şeria'da halihazırda bulunan ve işgal yerleri olarak adlandırılan yerleşimlerin Israel'e bırakılması. Yeruşalayim'in Yahudi Devletinin ebedi başkenti olarak kalması, Filistin'in güveliğinden yine Israel'in sorumlu tutulması dışında hava sahasının da Israel'in kontrolune bırakılması onlar için adil görünmüyor!

                                             Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim yerleri..

Bu plan önümüzdeki hükümetin Batı Şeria'daki yerleşim yerlerini sonsuza dek Israel'in kendi mutlak  egemenliği altına almak kararını açıklaması için kapıyı açmıştır. Israel'in güvenliği için son derece startejik olan bu  yerlerden çıkmak ne kadar sorunluysa Israel'in buraları kendi egemenliği altına aldığını açıklaması da beklenen barışı getirmeyecetir mutlaka..

1967'de kendi isteğiyle girmediği bir savaşın sonucunu bugüne dek kimseye kabul ettiremeyen Israel uzun senelerden beri buralara yeni yerleşim yerleri inşaa etmeye devam etti. Bize saldıranların katlanmak zorunda kaldığı bir sonuç gibidir bu! Bugün yüzde sekseni Filistinli Araplardan oluşan Ürdünün  varolan Filistin Devleti olduğunu bilmeseler de bu devletin zamanında Israel varlığını reddetmsinin ve saldırganlığının sonuçları 67'de kendisinden alınan Batı Şeria ve Yeruşalayim olmuştur..

Filistinlilerin Israel Dışındaki Mültecilerin Israel'e dönmelerine izin verilmesi ise Israel için barış değil yok olmasıdır!. Aklı olan her normal insanın anlayabileceği bir gerçektir bu. Bugün farklı Arap ülkelerinde yaşayan  6 milyondan fazla Arabın Israel'e göçü Israel'deki Yahudi varlığının mutlak sonudur.  Yahudiler böyle bir şeyi nasıl kabul edebilirler?

Kısacası durum gerçekten karışıktır..

Barış ufukta görülmezken, tek korkum bu planın yeni bir İntifada'yı başlatmamasıdır. Uzun süredir, Gazze'den Israel' e gönderilen patlayıcı yüklü balonlar, roketler , atılan bombalar zaten bitmiyor . Her an Gazze sınırındaki gerilim daha kapsamlı bir operasyon ihtiyacını gerektirecek şartları da getirir gibi zaten.. Ya da daha büyük bir çatışmayı da beraberinde ...Gazze'yi bıraktığından beri Gazze sınırında yaşayan insanların hayatı nasıl bir cehenneme dönmüştür bunu sadece burada yaşayanlar bilirler...Dünyanın bilmediği başka gerçekler de bunlardır..

Batı Şeria ise şimdiden karışmış durumda. Abu Mazen, Israel ve Amerika'yla ilişkilerini kestiğini, kimseyle konuşacak bir şeyi olmadığını çok geçmeden açıklamıştır. Bu da onların barışa olan özlemlerinin bir başka yansımasıdır!!



Batya R. Galanti









28 Ocak 2020 Salı

Sen de başarabilirsin!



Geçtiğimiz aylarda bir arkadaş toplantısında, sohbet arasında yabancı dil öğrenmenin zorluklarından bahsediyordu Israel'e yeni göç etmiş, orta yaşa yakın bir dostum.  " Orta yaşa gelen bir insan için İbranice öğrenmek çok daha zor" diyordu.. Bir diğeriyse yabancı bir dili kolay ya da zor öğrenmenin kişiden kişiye değişen bir kabiliyet, bir yapabilirlikle de ilgili  olduğunu söylüyordu. Sonra da  kendinden bahsederken İstanbul'da orta derecede ingilizce öğreten tanınmış bir okulu bitirdiğini ve orta okul sıralarındayken yaşadığı basit bir olayın onun İnglizceyle arasını nasıl soğutmaya yettiğini anlatmadan geçemedi. Onu sınıfta tahtaya kaldıran İngilizce öğretmeni, sorduğu soruya karşılık iki kelimeyi bir araya getirip te yanıtlamakta bir an zorlanan kıza , " Senin ingilizce öğrenmen zor. Sen bu işi kırk yıl geçse beceremezsin, git şimdi yerine otur!" demiş.  O gün orada bütün isteğim, hevesim, cesaretim kırılmıştı ve ne yazık ki bugüne kadar ingilizceye karşı bu ön yargım sürdü çünkü o zamanlardan bu duyguyu o öğretmen içime koymuştu bir kez diye devam etti..

Böylece sadece yeni bir  dil öğrenirken değil, sadece eğitimde değil, her alanda, başarabilmek için kişinin kendine güven duymasınının ne kadar önemli olduğunu düşündüm ben. Bilgi tek başına başarının anahtarı değildir kesinlikle. Bilgi ve zeka güven olmadığı sürece bir şeye yaramayabilirler bazen.

Bu konuşmalar, bana en yakın arkadaşımla ilkokul sıralarındaki maceramızı hatırlattı. İlkokuldan bugüne en sevdiğim insan. Onunla daha çok küçük yaşlardan itibaren aynı sıraları paylaşmıştık, Çok akıllı, çok muzip ama o ilkokul senelerinde benim gibi içe dönük, sessiz kendi halinde bir çocuktu. Kendi açımdansa ilkokulun ilk gününü hiç unutmam. Çekingen  ve garip bir hallerdeydim..ilk gün ve ardından gelen diğer günlerde de bu böyle gitmişti. Sorun benmiydim o zaman bilmiyordum. Hep kendi üzerime almaya alışmıştım, problemler hep benim yüzümdendi sanki.  Senelerden sonra tesadüfen konuştuğum diğer sınıf arkadaşlarımın da desteklediği bir gerçeği ise sadece büyüyünce, hatta yaşlanmaya yakın bir zamanda anlamıştım. . Öğretmenimizden son derece korkuyordum. Meğer diğerleri de korkarlarmış, bunu senelerden sonra onlardan duydum. Altmışına gelmiş , iyi giyimli, kibar bir gestapoydu bu kadın. O derece sertti ki... Bildiğinizi de size unutturabilecek bir sertlikti bu!! Korkuyla başlamıştı ilk öğrenim yıllarım..Ve ilk yaşadığım başarısızlıklar benden öte,  öğretmenin direk kendisinden kaynaklanıyordu.   Bu yüzden tüm sınıfın başarı düzeyi çok düşüktü. Sınıftaki belli bir elit kesimden kimi çocukların gösterdiği kısmi başarıysa belki de dışarıdan  aldıkları destek sayesindeydi..


Okul hayatım boyunca, ilk temel yıllarda geçirdiğim büyük travmayı atacak kadar anlayışlı, iyi bir öğretmenin yardımıyla karşılaşma şansına sahip olmadım hiç. Sainte-Pulcherie'de önce Madame Flor vardı.. I. Hazırlıkta Fransızca hocamızdı.. Halbuki ilk okuduğumuz Fransızca okuma kitabımızdan bu dili öğrenmeye başladığımızda çok hoşlanmıştım. Kitaptan, içindeki içeriğinden, Fransızcadan..
Daha sempatik bir öğretmenle, daha farklı bir sistemle ben bu dili çok büyük bir zevkle öğrenebilecek  ilgiye ve yeteneğe sahiptim.  O kadınınsa yüzü hiç bir zaman gülmüyordu. O kadar ciddi ve mesafeliydi ki. Bir sorunum olduğunu söylemeye cesaret edebileceğim  bir insan değildi bu.   Her tahtaya kalkışımda heyecandan tahtaya yazarken zorlanırken yine de lanet etmedim ne okuluma ne kaderime. Bu böyle deyip kabullendim çaresiz ve sessiz. İkinci sene Mademoiselle Annie gelmişti Fransızca derslerine;  sınıf öğretmenimiz de oydu. Zayıflarla dalga geçen, dişine uygun gördüklerini küçük düşüren bir kadındı. Sanırım kendi komplekslerini bu şekilde yenmeye çalışıyordu.  Sınıftaki çok kısa boylu bir kıza durup dururken sen önce boyuna bak öyle konuş diyerek gülüşünü hiç unutulmadım.  İki hazırlık sınıfını bitiripte altıncı sınıfa geldiğimizde ilk kez  çok gençten bir öğretmenimiz olmuştu. Türktü; Mme Nuray!  Paris'te okuduktan sonra Sainte-Pulcherie'de ilk kez öğretmenliğe başlamıştı. Yeni evliydi ve çok hassas bir insandı ve hepimize karşı son derece  sevecendi. Bütün sınıf onu çok seviyordu. Bense ilk kez bir sene hiç bir dersten ikmale kalmadan sınıfı geçmiştim. Nasıl da mutluydum..

                                                           Sainte-Pulcherie Fransiz Lisesi

Başarısızlık bazen başka başarısızlıkları da beraberinde getirir. Kişisel tecrübeme göre Türkiye'de eğer akıllı, girişken, çabuk kapan ve bir o kadar da kendine güvenli çocukların   ( belkide o zaman tüm dünyada böyleydi bilemiyorum ) problemleri yoktu . Fakat esasen insanlar çeşit çeşittir, zeka da çeşit çeşit  ve yine çeşit çeşit yapabilirlikler ve yetenekler vardır. Yapılması gereken tek şey her çocuğun içindeki yeteneği bulup çıkarmaktır. Bunun için ona destek ve cesaret vermektir. Eğitimde çocuğu anlamak, sevecen olmak, kişiye göre farklı yollardan eğitim gerekir.  Bunlar öğrenim sistemin bir parçası  olması gereken şeylerdir. Bir öğretmen eğer öğrenciye yaklaşmasını bilmiyorsa öğretmen olmamalıdır. Hiç bir öğretmenin hiç bir çocuğun kişiliğini sıfırlamaya, hayatını karartmaya hakkı yoktur.

Bense küçük yaşımdan başaramayacağıma inanmıştım belkide inandırılmıştım. Bir yerden sonra kendi beynimi bloklamıştım sanki. İngilizceyi başaramayacağına inanan arkadaşım gibi.

Bilinçaltınıza ne söylerseniz o olur. Bazen herkes yaşayabilir bunu..bir kez bir korku girdi mi içinize bir anda beyniniz durur sanki.. İşte o zaman bu korkudan kurtulmak lazım..

Bunun adı da başaramama korkusudur. Bilmezsiniz ki beyniniz sizinle oynuyor. Onu sadece soktuğunuz kafesten salmanız, ona koyduğunuz blokajı kaldırmanız gerekir. Kendi kendinize içinize koyduğunuz o yanlış fikirlerin kapattığı dünyayı açmak gerekir yeniden .. Bilgiye, başarıya ....

Sahip olduğunuz becerinizi bulup, kendinize inanmanız önemlidir.. Bunu bir yerden sonra insanın sadece kendisi yapması mümkün.

Benim çocukluğumdaki acımasız sistemin içinde bunu anlamak zordu. Bunu size gösterecek, size destek verecek birilerini bulmak zordu. Sistem sadece güçlünün yanındaydı..Çocuklar için bile bu böyleydi.  Bugünse insan daha bilinçli, daha bilgili..gerçekleri görmek bugün biraz daha kolay gibi. Yanlışları fark etmek. Spotlar insanların üzerinde bugün..  Buna öğretmenler de dahil . Bugün bir öğretmen bir öğrenciyi küçük düşürdüğünde onu ele vermek çok daha kolay...








Batya R. Galanti

21 Ocak 2020 Salı

                   



                       Esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara ne düşündürdüğü



12 yaşlarımda bir çocukken Taksim Parmakkapı'da olan okuluma gitmek için otobüse binerdim. Günün birinde otobüsün ön taraflarında yan koltuklardan birine oturmuştum. Genelde yan koltuklarda oturmayı pek sevmezdim çünkü midem bulanırdı. . İşte o gün yanımda oturan  ileri yaşlarda bir kadının benimle bir şekilde konuşmaya başladığını anımsıyorum. İsmin nedir diye başlayan konuşmalardan."Batya ismi nasıl bir isim öyle? " diye sorunca" Museviyim!" dedim .....

Ben küçükken Türkiye'de yeni bir çeşit akım başlamıştı; Türkler bizi aşağılamak istediklerinde Yahudi , empati göstermek ya da yahudi düşmanı olmadıkları imajını uyandırmak istediklerindeyse "Musevi" diye çağırır olmuşlardı . Hal böyle olunca Yahudiler de kendilerine verilen  bu yeni ismi nedense baya bir benimsemişlerdi. Onlar artık Pis Yahudi yerine Temiz birer Musevi olmuşlardı. İşte tabii ben de bu kurala uygun bir cevap yetiştirmiş olmuştum.. Ben de Museviyim !! Sanki Musevi  Yahudi olmaktan farklıydı. Sanki Yahudi olmak bir sorundu...Sanki bu millete ait olmamın ayıp bir tarafı vardı ve ben museviyim deyince daha iyi oluyordum  Sanki kimliğime koydukları Pis kelimesi , onu kabullenmememe neden olmuştu ve bunu değiştirmek için bir şeyler yapmalıymışım gibiydi. Özür de dilemelimiydim acaba??


Ayrıca ben çocukken annem babam beni sürekli uyarırlardı, " Politik konularda bir soru sorulursa sana sen yorum yapma!"  derlerdi . Hele Israel hakkında hiç bir şey konuşmamam üzerine sürekli ikaz edilirdim.. Kadın; " Ah demek Musevisin!" . Ben; " Evet!" dedim. Anında sıkıntıya girdiğimi anımsıyorum . Ah dedi Siz ne zeki milletsiniz öyle dedi önce. Ben sustum. O konuştu..  Biliyormusun Atatürk te  Yahudiydi. Sonra devam etti, " Hiç anlamam nerden nereye Türkiye'yi kurtarmak için savaştı."  Benim kapasitemin çok üstünde saçmalıklar söyleyen bir kadına o yaşımda ne cevap verebilirdim ki. Ve yeniden devam etti. Araplar aptal eğer sizinle savaşmak yerine bir olsalardı onlardaki para, sizdeki akılla çok şeyleri başarabilirdiniz . Neyse en sonunda bir durak sonra indi gitti...

Antisemitizmin sadece Türkiye'de ve özellikle Ortadoğu'da var olan bir olgu olduğunu zannederdim çocukken. Ve bunun kesinlikle cehaletle, gelişmemişlikle yakından ilgisi olduğundan emindim.  Öncelikle İslam inancının temeline dayanan Antisemitizm konusunda ne kadar yanlış olmasam da , sadece bu bölge insanına yapıştırdığım bu düşmanlığın bütün dünyada ne kadar yaygın olduğunu ve ırkçılığın cehalet , fakirlik ya da gelişmemişlikle çok ta ilintili olmadığını büyüdükçe öğrendim.. Bize karşı yapılan bir çok kötülüğün Avrupa'nın ortasında yaşayan model toplumların ellerinden çıktığını 17. 18 yaşlarıma geldiğimde idrak etmeğe başladım.. Kimi estetik kavramlarla kamufle olan çirkinliklerin zamanla dışa çıkan gerçek yüzleriyle tanıştım..


Yıllar sonra bir öğleden sonra turunda sadece bir Alman karı kocayı gezdiriyordum. Minibüse bindiğimizde kadın bana bir soru sordu. Sanırım dinle alakalıydı. Ben Yahudi olduğumu söyleyince yüzüme bakarak hafif bir teredütten sonra üzgün bir ifadeyle; " I'm sorry!" dediğini hatırlıyorum. Neyi kastettiğini anlamıştım. Fakat kadının benden özür dilemesi beni rahatsız etmişti. Ona baktım, yüzümde hafif bir gülümsemeyle " It's ok!" . dedim. Kadının geçmişte yapılan böylesi bir katliamdan dolayı üzüntü duymasından çok, sanki bir anda tüm Alman Toplumunun günahını üstlenmiş gibi hissetmiştim. Bana göre o hiç bir şeyden sorumlu değildi ki . O da benim gibi bir insandı. Ama aslında o gün o kadın sadece olanlardan üzüntüsünü belirtmek istemişti. Benim,  its okay dememse , neyi okay yapıyordu? Olanlar mı okay di? Hayır.. Sadece tarihte yaşanmışların onunla benim aramda bir hesaba dönüşmemesi gerektiği önemli bir noktaydı. O kadına sadece Alman olduğu için nefret duymam mümkün değildi.

Senelerden sonra Israel'e geldiğimde , İbranice okulunda bize ders veren bir bayan hocamız vardı. Elli yaşlarında bir kadındı.  Akıllı, kültürlü bir insandı. Derslerinde  espriler yapan,  Israel kültürünü,  geleneklerini bize anlatmaya çalışan çok yönlü, renkli bir kişiliği olan bir öğretmendi. Bir günse bize babasını anlatmıştı. Holocaust'tan kurtulan babasını.. Auschwitz'te kaybettiklerinden sonra geldiği Israel'de Yahudiliğine her yönüyle küsen bir adamdı bu. Yahudiliğinden , Tanrı'dan ve yaşadıklarına sebep olan gerçeklerden nefret eden bir insanı anlatmıştı kadın o gün. Soykırımdan hayatta kalan bir çokları gibi..Kadın çocukluğunda yaşadığı bir Kipur gününü hiç unutmamıştı..

Yaşadığınız topluma ders düşmek ne kadar zordur özellikle bir çocuk olarak. Kipur'dan bir gün önce babası onu yanına çağırmış,. Eline verdiği parayla  kasaptan ona domuz eti satın aldırmış.sırf Yeruşalayım'de oturdukları dindar çevreye inat olsun diye. Kipur günü çevrede tüm Yahudilerin oruç tuttuğu  günde evinin bahçesinde mangalı yakarak  domuz etini ateşe koymuş. Koku tüm mahalleyi sardığında çocuklar yaşadıkları çevreden utanmışlar bir an. Tanrı'ya olan tüm inancını  yitirmiş bir insanın baş kaldırışıydı bu. Kini vardı, affetmediği açıktı..İlk eşini, küçücük çocuklarını , annesini, babasını , kardeşlerini imha eden dünyadan nefret eden bir ruhtu bu...Hiç bir sebep yokken öldürülen sevdiklerinin ardından hayatta kalabilmeyi başaran bir insanın  yok edilmiş dünyasının ardından doğan çocukları da bu hesabın birer parçaları olmuşlardı istemeden.

Geçtiğimiz aylarda Amerika'da, Almanya'da, Fransa'da bir çok antisemitik olay yaşandı..
Bugün yeniden insanlar dünya'daki  huzursuzluğun, savaşların arkasında Yahudilerin olduğunu düşünüyorlar. Aynen eskisi gibi.. Yeniden aynı fikirler gündemde. Eğer Yahudiler olmasaydı  savaşlar olmazdı, fakirlik olmazdı , dünya daha güvenli bir yer olabilirdi diyorlar..

23 Ocak Perşembe günü yani iki gün sonra ,5.si düzenlenen Dünya Holocaust'u anma toplantısı için Israel Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin tarafından davet edilen 46 devlet büyüğü Yeruşalayim'de bir araya gelecekler. Aralarında Avrupa Devlet Başkanları ve dünyanın önemli liderlerinin de olduğu bu toplantıda son senelerde yeniden gündeme gelen Yahudi düşmanlığı üzerinde ayrıca durulacak..Genel olarak formel bir öneme sahip olan bu büyük toplantı dış basında ne kadar yer alacak onu bilmiyorum.

Biz Yahudilerin Holocaust'u ne kadar konuştuğumuz önemli değildir. Ya da 75 yıl evvel 1 milyon 100.000 kişinin kurşunlanarak, gazlanarak ve en sonunda yakılarak yok edildiği Auschwitz-Birkenau Konsantrasyon Kampının 27 Ocak günü Kızıl Ordu tarafından özgürlüğe kavuşturuluşunu hatırlamak Israel için ne kadar önemliyse de esas olan Holocaust'un Yahudi olmayanlara neyi düşündürdüğünü anlamaktır.



Batya R. Galanti

14 Ocak 2020 Salı

 


        Hiç bitmeyecek savaşlar!


Ortadoğuda yaşamak demek bir günden diğerine sizi nelerin beklediği sorusuna hiç bir zaman açık ve net bir cevabınızın olmaması demektir.. Bu şekilde bir yerden sonra kadercilik oyunu başlar. Elden gelen çok fazla bir şey olmadığı andan itibaren insan kendini bilinmeyen güçlerin ellerine teslim etmiş olarak bulur..  Ortadoğu'da halklar kadercidirler çünkü nesiller boyu kendi elleriyle kendilerini yönetmek ayrıcalığına sahip olmayı başaramamışlardır. Bir elden diğerine değişen otoriter rejimler  bu halkların geleceğinin belirlerlerken zaman zaman isyan eden bazı dağınık örgütler, terörist güçler  sadece daha fazla kaos getirmişlerdir.   Hak ve hukukun korunmadığı rejimlerin güdümünde yaşayan insan topluluklarının terörize edilmiş, bastırılmış, yoksun bırakılmış, huzursuz,güvensiz ve güvencesiz yaşamları...Açlıkla, sefaletle gelen  devrimler, ihtilaller,isyanlar  ve savaşlar ve durmayan, hiç bitmeyen kayıplar..binlerce, yüz binlerce ölü.

Çok küçük bir çocukken annemin yatak odasındaki pencerenden dışarı baktığım bir günü hep  anımsarım .. Kocaman pencereden gördüğüm şey birbiri ardına dizilmiş binaların arka bahçeleriydi.Yabanı otlarla kaplı, kimi bir iki küçük ağaç dışında  yine karşımızda bizi duvar gibi kapatan binalara bakan bir pencere. O gün Kurban Bayramıydı ve ben bahçede bir haftadır bağlı duran iki koyuna bakıyordum yeniden. Bir haftadır yan kapıcının çocukları tarafından otlarla, yapraklarla beslenen iki zavallı koyun .. O gün değişik bir şeyler olacağı belliydi. Bu kez çocuklar babaları ve bir kaç kişiyle birlikte inmişlerdi bahçeye.  Kapıcı ağaca bağlı olan koyunların bağını çözdükten sonra neler olacağını beklemeye başladım. Adam elinde  kocaman bir bıçak olduğu halde  gözlerini bağladıkları koyunu daha önce kazdığı çukurun yanına yere yatırdı..koyun ne kadar dirense de,......Ben  daha çok küçük olduğum halde, bugün nasıl olduğuna inanamadığım bir şekilde, kapıcının yaptıklarını sonuna kadar izlediğimi anımsıyorum.. Annem yanıma gelene kadar yerimde kalakalmıştım. Koyunu neden kestiklerini bilmiyordum ancak karşımdaki manzarayı nasıl bir ruh haliyle izlediğimden bile emin değilim. Annem ; " Sen neye bakıyorsun ??!! "  diyerek beni içeri çekene kadar yerimden kımıldamamıştım.. Bir dahaki Kurbanlarda pencerenin yanına yaklamama izin vermediler..


İnsan psikolojisi, kültür yapısı çocuk yaştan itibaren alışkanlıklarla, geleneklerle, kimi ritüellerle, büyüklerimizden, çevremizden,  yaşadığımız toplumdan  görüp öğrendiklerimizle şekillenir. Küçük yaştan beri yaşadıklarımız ya da bize yaşatılanlar olağan şeylere dönüşür zamanla.. İşte bu şekilde, bir hayvanın kurbanına bir kaç zamanda bir tanıklık eden bir çocuk için " Kurban fikri!" hayatın içinde yaşanan  doğal bir şey haline gelir. Bunu bir kıyım olarak algılamaz artık.  Bir canlının kafasının çocukların gözlerinin önünde kesilerek dini bir vecibeyi yerine getirmek anlayışı toplumun doğal bir parçası olduğu zaman insan psikolojisinin şekli de değişir.

Senelerdir Ortadoğu kaynıyor. Senelerdir Ortadoğu'da gücü ele geçirmeye çalışan çeşitli terörist  gruplar kafaları kesiyorlar, kendilerini patlatıyorlar. Burada yaşayan insanlar uzun senelerdir devam eden bir santranç oyununun küçük piyonları gibiler . Bölgede yaşayan halklar ve onları yönetenlerle birlikte bu bölgedeki hamlelerin gerçekleşmesi için hareket edenler var .


Peki bu bölgedekiler neden hep savaşıyorlar? Çünkü öncelikle Araplar  bugüne kadar kabile kültürünün dışına çıkamadılar. Orta Doğu 'da  bugüne kadar bin bir değişik gruba, kabilelere ait kitleler yaşıyor. Her biri bir diğerine karşı bunlar. Hala bir " halk"  kavramları yok onlar için. Aynı dinden oldukları, aynı dili konuştukları halde bir birlik oluşturamayan bu insanları birbiriyle savaştırmaksa çok kolay görünüyor. Aralarındaki en büyük çatışan iki grupsa Şiiler ve Sünniler...

Ayrıca bu bölgede büyük yeraltı zenginlikleri var ve tabii ki toprağın altındaki bu zenginliklerden istifade edenler var .. ancakbu  istifade edenler yerel halklar değil. Senelerdir, bu bölgeyi yöneten kukla rejimler ve bir diğerleri bölgedeki zenginliği paylaşmaya devam ediyorlar ..Halkın elinde kalan tek umutsa Kuran ve içinde yazılı olan emirler . Ve karşıdaki  düşmanlara karşı yürüttükleri savaş için yeterli sebepleri sıralayan imamları da onların yol göstericileri.. Savaşın adıysa Cihad. Bu kavramı beyinlerine sokanların ellerinde büyüyen çocukların tanıdıkları tek yol bu .. Bu gençler bu bölgenin geleceğinin belirsizliğini yansıtıyorlar. Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmayanlar ölümle iç içe yaşamaya alıştırılmış insanlar için hayatlarını feda etmek normal bir eylem.

Her biri gücü eline geçirmek için savaşıyor. Ve her seferinde daha çok silah , daha çok cephaneyle bu ölüm makinesi bir gün susacağa hiç benzemiyor , Yemen'de, Irak'ta Suriye'de ve Orta Doğunun her bir tarafında savaşanlarla bugün bölge gittikçe daha çok kızışıyor. Yıllardır sömürülenler bir anlamda uyanırlarken diğer tarafta bölgedeki kimi Rejimlerin Avrupa'yla, Amerika ya da  Rusyayla birlikte yazdıkları senaryoların içinden ortaya çıkan ve değişmeye başlayan koşulların ardından yepyeni hamlelerle menfaatlerin  hiç olmadığı kadar çakışmaya başlamasıyla  bu bölgenin ateşinin sonunda topyekün bir savaşa doğru gitmesi acaba ne kadar uzak bir ihtimaldir?



Batya R. Galanti

6 Ocak 2020 Pazartesi

Kocaman evrendeki küçücük varlığımız                                      

Bir seneyi daha geride bıraktık. Geçen yıl, saat 12'yi gösterirken evimizin  yakınındaki parktan gelen havai fişek sesleri beni bir an uyandırdığında dışarıda silahlar patlıyor sanmıştım. Bu yıl  dışarıda yediğimiz yılbaşı yemeğinin ardından yeniden 24:00 olmadan yatağımda buldum kendimi.. Yorgun bir savaşçı misali... 2000 yılından bugüne neredeyse yirmi seneyi geride bırakacağız. Nasıl olduğunu bile bilmeden. Hayatın arkasından koşarken senelerin geçtiğini farketmeden bugünlere gelmek..
Halbuki 15 yaşıma varana dek zamanın ne kadar ağır bir tempoda geçtiğini anımsıyorum da o aralar daha uzun metrajlı bir film çekiyordum sanki.. Ortaokul yıllarımda bir ders yılı bitene kadar yaşadığım çilem unutulmazdı. . Her gün Soeur ( Rahibe ) Marguerite-Marie'nin özene bezene  tahtanın sağ üst köşesine renkli tebeşirle yazdığı tarihe bakıp aynı günün bitmesini nasıl beklediğimi anımsarım;  neredeyse saniyeleri bile sayarken....



Çocuklar için zamanın ne kadar ağır geçtiğini hepimiz biliriz. Yaşımız ilerlemeye başladığında bu da değişir. Hayat bir anda uçup gitmeye başlar.. Sanki hiç bir şeye vakit yokmuş gibi bir his yaşatır insana .

Bu neden böyledir.?. Neden çocuklar için zaman uzun bir olgu gibi gelirken  büyüdükçe hayat gittikçe hızlanır?  Sanırım çocukluk yıllarında her şey yaşanmamışlardan kurulu olduğu için bu böyledir. En basit şeyden en karmaşık olaylara kadar bir öğrenim sürecidir çocukluk. Kısa bir zaman önce dünyaya merhaba diyen bir varlıktır daha.. Böylece  her şey onun için bir ilktir. Hayat hem daha eğlenceli, hem bilinmedik şeyleri keşfetmenin getirdiği bir macera gibidir. Kendinizi, ailenizi, yaşadığınız evinizi, dünyayı, insanları, sokakları herşeyi ilk kez tanıyorsunuz  çocukken. Sanki  bir hayatla tanışma safhasıdır bu.  Gerçekten o dönemi , etrafımı tanımak için olan merakımı hatırlıyorum. Bilinmedik bir denize doğru açılan bir yelkenli gibi hayat çocuklukta .. Bu yüzden çocukken o dolu dolu yaşanan dakikalar, saatler ve günler size daha ağır geçen bir zaman hissiyle eşlik eder gibidir...Bir de gözünüzü açtığınız dünya size dostsa eğer ne ala.

Büyüdükçe yavaş yavaş bir şeyler oturmaya başlıyor. Yeniler, ilkler azaldıkça yavaş yavaş hayat bir monotoniye dönüşür.. Bir öncekinin aynısı bir sabaha uyanırken çoğu zaman yatağımızın ne olursa olsun hep aynı tarafından kalkıp, aynı adımlarla , hiç değişmeyen tempomuzla kendimizi lavabonun önünde buluruz. Elimizi yüzümüzü yıkarken düşündüklerimiz bile aynıdır çoğu kez. Dişlerimizi fırçalarken, sabah kahvemizi aynı miktarda kahve ya da şekerle aynı tempoda  karıştırırken, gün boyu yapacaklarımızı aklımızda sıralanırken ve çabucak giyinip kendimizi dışarıya atıp kapıyı kilitlerken ve  işe geç kalmamak için girdiğimiz stres bile hep aynı. Yeniden asansörde , bizimle aynı saatte evden çıkan bir üst kat komşumuzla yüz yüze gelirken " Off yine bu suratsız kadın! " deyip zoraki bir gülümsemeyle dediğimiz günaydının arkasından koşturmaya devam eden bir çoğumuz için hiç değişmeyen o kadar çok aynıyla dolu ki yaşantımız. Çoğumuz için hayat bir maceradan çok bilindik bir hikayenin tekrarı gibi.  Hayat çok genç yaştan itibaren bir aynıya dönüşüyor.  Ve bu monotoniyle birlikte farkında olmadan keşfetmeyi de bırakıyoruz. Kendimiz için rahat olan yolu seçerken zaman yanımızdan geçiyor. ..



Çocukken karıncaları izlerdim hep. Bazen onları elime alırdım. . Örümcek ağları ve karıncaların epey ilgimi çektiklerini hatırlıyorum. Şu an örümcek ağıyla oynamak  fikri inanılmaz itici gelse de .. ..Türkiye'de  bildiğim karıncalar genelde küçüktüler. Siyah renkli, ince belli minik sempatik haşerelerdi bunlar.  Böcekleri kimse sevmez genelde ama karıncalar farklıdır sanki. Daha sevimli görünürler. Tabii yanlışlıkla evinizin bir köşesinde yuva yapmadıkları sürece. Ben bahçelerde falan gördüğüm karıncaları söylüyorum tabii. Hoşuma giderdi onların gruplar halinde yuvalara yem taşıyışlarını seyretmek. Kendi bedenlerinden kat kat büyük bir ay çekirdeği kabuğunu , bir yaprağı  üç beş tanesinin beraber yuvaya taşıdıklarını izlemek her çocuğun yaptığı şeydir. Çünkü ilginçtir..  Israel'e geldiğimden beride hala karıncalar ilgimi çekerler . Buradaki karıncalar çok zaman baya daha iridirler. Oğlumla evimizin hemen yanında gittiğimiz kocaman yeşil bir alan vardır. Oralarda  hep görürürüz karınca kolonileri.. bazen metrelerce yol yapmışlardır.. yuvaya doğru gidip gelen yüzlerce karınca uzaktan bile insanın gözüne çarpar.. Kimi zaman düşünürüm, nedir ki bir karınca ? . Yuklarıdan onlara baktığınızda , her biri aşağı yukarı bir bir buçuk santim boyunda küçücük varlıklar. Ama nasıl bir yaşam mücadelesi veriyorlar.. Geçtiğimiz günlerde oğlumla yine birlikte yürüyüş yaparken yanımızdan iki bisikletli geçti: o an Gal'in yine kendi kendine ağzında bir şeyler mırıldandığını duydum.. Yerde giden karınca kolonisinin üzerinden geçen bisikletin tekerleklerinin ardından bakarak , bir kaçı rahmetli oldu şu an dedi. Karıncaları kastediyordu. O da benim gibi karıncaları izliyordu ve  bu küçücük varlıkların bir anda tekerleklerin altında ezildiklerini farketmişti.. Ne tuhaf değil mi ,karıncalar istemeden ayağımızın altında ezilseler üzerinde çok düşünmeyeceğimiz bir detay gibidir genelde.. Küçücük bir varlığın hayatının değeri üzerinde durmayız. Yürüyüş yaptığımda karıncaları gördüğüm zaman üzerlerine basmamaya gayret ederim. Çünkü aslında bu bize göre çok küçük varlıkların da kocaman bir dünyaları ve düşündüğümüzden daha karmaşık bir yaşamları var. Aramızdaki boy farkıysa sadece göreceli bir şey. Uçaktan baktığımda karıncaları anımsarım..biz insanlar da uzaktan aynı onlara benziyoruz.. Bizlerde uzaktan küçücük karıncalar gibiyiz. Uçağın pencerisinden baktığınızda , sokakta yürüyen kitleler minicik varlıklara dönüşüyor. Yaşam değerimiz de bazen . Karıncalar belki kimi zaman haftalar kimi türleri bir kaç yıl yaşayabiliyorken bizim hayatımız da bazen bir pamuk ipliğine bağlı olabiliyor..

Milyarlarca yıldır var olan evren, yine milyarlarca galaksi içinde var olan sonsuz sayıdaki gezegenlerin içinden bir tanesinde yaşayan bizlerin karıncalardan bir farkımız olmadığı hissine kapılıyorum.. Milyarlarca yıllık tarih içinde yeryüzünden geçmiş insan türleri ve bugün var olan milyarlaca insan içinde bir yaşam daha bizimkisi... gerçekten her birimizin geçirdiği yaşam süresi ne kadar kısa ya da  uzun olsa bile yine de evrendeki varlığımız sanki bir hiç gibi..





Batya R. Galanti

30 Aralık 2019 Pazartesi

  Günümüzde cinsellik ve eş seçimi        

              

İnsan olmak....üremek, çoğalmak..neslimizi devam ettirmek..Tanrının, doğanın her canlının genlerine kaydettiği bir koddur bu.. İnsanlarla hayvanların aralarındaki en temel iki ortak özellik..varolmak ve çoğalmak ..Bu iki içgüdü milyonlarca yıldır üremeye devam etmelerini sağlıyor.

Köpeğimi gezdirdiğim zaman bakarım; bazen uzaktan uzağa dişi bir köpek geçtiğinde bir anda nasıl da vücudu dimdik olur ve sanki manyetik bir varlığın çekim alanına girmiş gibi hedefe kilitlenir. Böylece bir kaç saniyelik  bir hazır duruşun ardından beni de hedefine doğru çekmeye başlar.

Hayvanların her birinin eşlerini seçerken kendilerine göre iç güdüsel yolları vardır. Çoğu zaman dişinin saldığı koku üremeye hazır olduğuna dair işaret verir ve erkek buna göre hareket eder .

İnsanlarda da bir erkek ve bir kadının kendilerine uygun olan eşi seçmeleri ilk aşamada tamamen fiziksel ( iç güdüsel ) kimi verilere göre tayin edilir. İki ayrı cins arasında fiziksel bir çekim olmadığı sürece kadın ya da erkeğin diğerini eş olarak seçmesi söz konusu değildir.  Toplumsal bir zorlamayla yapılan  bir evlilik değilse tabii. Erkek ve kadın genelde birbirlerinin belirli fiziksel  özelliklerine ilgi gösterirler.. Örneğin kadının doğurganlığının göstergesi olan ince beli ve yuvarlak kalçaları genelde erkeklerin çekim duymasına sebebiyet veren özellikleridir. Erkeklerinse geniş omuzları onların kadınlar tarafından güçlü ve koruyucu bir eş olarak algılanmaları için bir işaret olabilir. ( Tabii bunlar sadece bir iki örnek ) Kısaca erkek ve kadın, çocuk doğurup nesli devam ettirebilecek uygun özellikleri karşı cinste arar.  Ama sonuçta bu özellikler toplumdan topluma, bireyden bireye değişiklikler gösterir. Bu nedenle her insan kendine göre eş bulabilme şansına sahip olabilir.

                              

Bir de değişen dünyada değişen toplumsal beklentiler dönem dönem insanların eş seçimlerinde de kimi değişikliklere yol açmaktadır. Hayvanlardan bizi ayıran toplumsal yönümüz, etik kurallar ve ahlaki standartlar, değişen zaman ya da bulunduğumuz yer eş seçmedeki belirleyeci özelliklerin de  değişmelerini sağlıyor. İlk çağlardaki kadınlarla, Ortaçağdaki insanın hoşlandığı kadın tipiyle bugünkü bilgi çağı erkeğinin kabul ettiği ideal özellikler çok farklı. Rönesans tablolarındaki yuvarlak göbekli, dolgunca kadınların yerini 20. yüzyılda incecik bedenli genç kızlar aldı. Ve yine aynı yüzyılın sonunda  mankenlik ölçülerinin vardığı inanılması küçük boyutlardaki standartların topluma verdiği mesajlarla günümüzde genç kızlar beğenilmek için başladıkları dietlerden kendilerini kurtaramayanların dismorfik bedenlerine doğru korkunç sonuçlar getirmiştir.  Son yıllarda kimi moda çevrelerinde  yeniden  daha dolgun mankenlere yer verilmeye başlanması yanlışların tamir edilme çabasıdır.. Paris moda çevrelerinden dünyaya yayılan anoreksik manken tipi, kadınlar arasında hala ideal olarak görülürken yuvarlak kalçalarıyla daha sansüel Akdeniz ölçüleri çoğu zaman erkekleri cezbetmeye devam ediyor..

Kadınların vücutlarını erkekleri etkilemek için kullanmaları bir yere kadar normaldir. içgüdüsel arayışımızın,  yaradılışımızın ayrılmaz bir parçasıdır bu. Her kadının fiziksel olarak beğenilmek istemesi kadar doğal bir şey olamaz.. Özellikle kendi için seçtiği erkeği elde etmek için, onu etkilemek için tüm hünerlerini sergilemesi doğaldır. Çünkü fiziksel bir uyarı olmadan bir ilişki yönünde ilk adımı atmak mümkün değildir tabii.

Ve dönem dönem karşı cinse çekici görünmenin yeni yepyeni yolları da ortaya çıkmakta...Doğallıktan gittikçe uzaklaşan yeni hayat insanların bedenlerini de etkilemeye başlamış gibi. Hayatın kendisi gibi erkeği erkek, kadını kadın yapan doğal özellikler, kimi yönlerden insanlara yetmez olmuş gibi.. Çekici sayılan nitelikler içinde artık bir çok yeni şeyler var..

Mesela son senelerde neredeyse her yaştan insanın en büyük tutkularından biri haline gelmiş olan dövmenin sık sık çok seksi olduğunu söyleyenler duyuyorum. İnsanların kendi doğallıklarını suni şeylerle bozmalarının bugün ne kadar makbul bir şey haline geldiğini görmek bence üzücü. İnsanlar, özellikle de kadınlar bunu o kadar çok yapmaya başladılar ki.

Doğallığın dışına çıkan bir çok şey yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Kadın kendi doğal göğüslerini silikonla kat kat büyüterek erkeklerin bakışlarını üzerine çekmeyi hedefliyor. Bir diğeri omzuna, göğsüne, bacaklarına, yaptığı tatoo'larla  kışın ortasında yarı çıplak geziyor... Halbuki tbasit olarak düşündüğümüz zaman erkeğin bizi en doğal halimizle beğenmesi daha mantıklı değil mi? Doğal olmayan  bir şeyin seksi olmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Doğal bir göğüs gibi, kendiliğinden dolgun dudaklar gibi olabilir mi silinkondan yapılmış suni uzuvlar?? Ama tabii ki bu sadece benim fikrim.  

Değişen şeylerden bir diğeri de görsel uyarıma açık olan erkeğe hayal gücüne yer bırakmayacak kadar rahat yaklaşan yeni çağ kadınlarının vücutlarını sınırsız sergilemeleridir.. Bu şekilde kadınların erkeklere verdikleri cinsel mesajlar her şeye çok daha fazla açık olduklarını gösterirken, tek eş seçmekten ötesi bir hayatın içindeki liberal toplumun sınırsız boyutlardaki tatmin arayışının kaybolmuşluğunu düşündürüyor bana. Kendimize olan saygımızla birlikte, toplum içinde nasıl bir imaj yaratmak istediğimizin sınırlarını koyanlar yine biz bireyleriz. Kadının amacı sadece  kendine her an yeni bir cinsel partner bulmaksa eğer hayvansal iç güdüleri dışında hiç bir şeyin önemi kalmaz. Ama gerçek bir kadın bedeninden daha ötesidir. Kadın cinselliği, göğüslerinin, bacaklarının ötesinde bir çok şeydir. Sanırım bir kadına duygusal yönden bakan bir erkek için de durum böyle olmalı.  Kadınla erkeğin arasında yatak odası sınırlarının ötesinde şeyler de vardır. Herşey ucuz bir pazar niteliğine indirilirken kadınlar kendilerini bir çok kez bu et pazarında sergilemek için yarışan bireylere dönüşmüşlerdir. Güzelliğin sınırlarını dejenere eden, bedenini cinsel silaha çeviren kadın kendini aşağılamaktadır ve bunun farkında bile değildir. 

Sex appeal,  cinsel cazibe, erotizm ve estetik kavramlar vulgarite'yle yer değiştirmekte..

Yazın kumsallarda 16 yaşındaki genç kızlardan elli yaşlarındaki kimi kadınlara kadar popolarını tamamen ortada bırakan string mayolarında güneşlenenler  ava giden avcı gibiler. İdeal erkeği ararlarken en kolay yolu seçtiklerini unuttuklarına inanıyorum. Bedenimizin bize ait en özel noktalarının herkesin malı haline geldiği günden beri hiç bir şeyin özelliği kalmamış gibi duruyor. Dejenerasyonun başladığı andan itibaren vücutlarını bugün biri yarın bir diğeri ile paylaşmaya hazır gibi gösteren günümüz kadınlarının ve erkeklerinin oluşturdukları modern toplum insan aklının diğer beklentilerinden büyük oranda  vaz geçmişe benziyor. İnsanın hayvansal özelliklerinin yanında, sahip olduğu kimi başka değerlerin etkisi gün geçtikçe silinirken daha bir çok güzelliklerimiz, bizi insan yapan düşünsel yönlerimiz de kimi anlamda değersizleşiyorlar mı acaba?..



Batya R. Galanti