22 Eylül 2016 Perşembe



                           ALTIN KUBBELİ ŞEHİR



Arabayla Yehuda Dağlarını aştık, Rishon Le Tzion'dan  bir numaralı yoldan Yerushalayim'e ( Kudüs'e ) , dünyanın en eski şehirlerinden birine doğru ilerliyoruz.  Yol inişli ve çıkışlı olmakla beraber bizi Akdenizin düz ovalarından Yehuda dağlarının çevrelediği yüksek tepelere taşıyor her kilometrede biraz daha..

İşte bu tepelerden biri olan Ein Karem'de kurulmuş Hadassah Hastanesine doğru yola çıkarken babam aklıma geldi. Nasıl da zorla götürürdük onu doktoruna.. Öyle büyük korkusu vardı ki doktora gideceğine ölmeyi tercih edebilirdi..

                                                                        Yeruşalayim Tepeleri 

Arabada dinlediğim çoğu soft pop olan şarkılar beni her an farklı farklı dünyalara götürürken gözüm sağ tarafta bodur ağaçlarla kaplı tepelere takılıyor. Yıllar evveline gittim bir anda 1990'larda annemi zaman zaman Hadassah'daki doktoruna götürdüğüm günleri hatırladım.

Bundan neredeyse kırk yıl evvel ona gözlerini yeniden bağışlayan ve onun için çok saygı ve sevgi duyduğu, son derece güvendiği Prof. Saul Marin ( Z"L) 'e birlikte gittiğimiz bir gün aklıma geldi.  O gün otobüsle buralardan geçtiğimizde dağlar kimi yerlerde yemyeşil kimi yerlerde sıra sıra  çorak terasalardan oluşuyordu.. O zamanlardan ağaçlandırılmaya çalışılan bu yerlerde bugün küçük ağaçlar bitmiş, her yer yeşil olmuş. Aynı gün otobüse yanlış istikametten binip bir de Ein Karem yerine Doğu Kudüsün Arapların bulunduğu en son durağına vardığımızda,  İntifada yıllarından çok geçmediğimiz o zamanlarda kendimi bir anda herkesin kefiyeyle olduğu bir yerde bulunca baya tedirgin olmuştum.  Mecburen aynı otobüsle şehrin tekrar öbür ucuna seyahat etmiştik..

Yeruşalayim'e girmeden sağdan Hadassah istikametine doğru yeni bir yola girdik..Her tarafı çiçeklerle bezenmiş bu yerlerden aşağılara sonra tekrar yukarı ve bu şekilde dolanbaçlı tepeleri aşarak hastaneye doğru yol aldık..

Ein Karem tarihi bronz çağlarına kadar inen ve Tanah'ta  Beit Ha Karem olarak adı geçen çok eski bir yerleşim yeri . Tepeleri aşarken her iki tarafta üç dine ait yapılar bulmak mümkün.
Burası ayrıca Hıristiyanlar için önemli hac noktalarından bir tanesi.  İsa'yı vaftiz eden Yahya ( Yohannan )  Ein Karem'de doğmuş.. Ayrıca eski çağlardan kalma bir mikveh ( yahudi banyosu ) da var bu çevrede. Sağ taraftaki  Arap köyüne baktım. Minareleriyle  göze çarpan camiye.  Bu güneşli günde bu Arap köyü nasıl da huzuru yansıtıyor.. Bir anda Ortadoğu'da olduğumuzu hatırladım.. Ortadoğudaki kan gölünün ortasında bir ülke; kuş sesleri, yemyeşil dağların ortasında huzurla bana bakan bir arap köyü...

                                                         Hadassah Ein Karem Hastanesi 

Dünyanın Israel'e karşı duruşu aklıma geldi.. Yerushalayım Israel'e ait değil diyorlar . Haklılar burası sadece bize ait değil çünkü burada herkes yaşıyor.. Huzurla...
Ortadoğu'da kanın ve barut kokusunun ortasında istikrarın beşiği Israel'de , Yerusahalyim'deki bu köy bana gülümseyerek göz kırpıyor bir anda.

Sol taraftaysa pırıl pırıl parlayan altın kubbeleriyle güzeller güzeli bir Rus Manastırı ağaçların arasından bir mücevher gibi çıkmış adeta..

                                                     Yeruşalayim'deki Rus Ortodoks Kilisesi 

Bu arada hastanenin park yerine girdiğimizi fark ettim.. Hadassah Hastanesinin kocaman kompleksine doğru yürürken karşıma ilk çıkan insanlar Haredim 'ler ( Dindar Yahudiler ) ve Araplar... İnsan Tel Aviv ve çevresinde yaşarken kendini dünyanın herhangi bir modern şehrinde hisseder, Ortadoğuda denizin , güneşin ve liberalizm'in merkezidir buraları.. Tel Aviv'den  yarım saatlik bir mesafedeki bu kutsal şehire vardığınızdaysa bir anda kendinizi bambaşka bir ortamda buluverirsiniz. Dinlerin beşiği bu kutsal şehirse  her yönüyle tutuculuğun ve tarihin, üç ayrı din ve kültürün bir mozaik bir bütün olarak yansıdığı çok farklı bir havaya taşıyıverir sizi..  Yerushalayım'ın kalkerli taşlarından yapılı evlerinden çıkan çoğu insan ya 19. yüzyıl Polonyasının formasını üzerinden atamamış  Yahudiler ya da Yahudilerle içiçe yaşayan ve bu şehrin vazgeçilmez parçaları olan Araplardır..

Hastanenin içine girerken yanımdan geçen insanların büyük çoğunluğu yine dindar insanlar. Farklı diller konuşan o kadar çok kişi geçiyor ki yanımızdan. Bu şehir dünyanın her tarafından gelmiş dini bütün yahudileri biraraya getirmiş geçen zaman içinde.. Fötr şapkalılar,  kipalılar ( kipa, yahudilerin din takkesi ) , kipalılar içinden örgülü kipalılar, siyah kıpalılar vs.... Her biri dindarlık derecesi ve dine bakış tarzlarına göre farklı farklı semboller taşıyor üstlerinde; kimisi daha tutucu kimisi daha milliyetçi kimisi daha liberal ama hepsi dindar...

Asansörü beklerken yanımda duran sakallı, cübbeli Arabın yanında bizim gibiler ve diğerleri...

Sıram gelip doktora girdiğimde ise  benden önce içeride olan Arap bayan kapıyı çalarak tekrardan Profesöre bir iki soru yöneltti.  Profesör son derece büyük bir nezaket ve sabırla yanıtladı onu..

Bulunduğum sağlık kuruluşu yerine kendi seçimimle gittiğim ve kendi alanında isme sahip olan bu profesör için ödediğim ücret özel olmasına rağmen sadece yirmibeş dolar civarıydı.

Bu ayrıcalık hepimize ait , ben ve bu memleketin tüm eşit vatandaşlarına..

Ortadoğu'da kurşunların ve bombaların hiç susmadığı bu bölgede , tek bir yerde, Israel'de ,  Hadassah hastanesinde Dr. Mahmud görevini Prof. Zvi'nin yanında icra ederken , sağlıkları için burada bulunan  insanların kimliklerine bakılmadan dünyanın sayılı doktorları arasına girmiş mütehasıslara tedavi olmaları mümkün.. ( İşte bu sebepten dolayıdır ki Hadassah Hastanesi 2005 yılında Nobel barış ödülüne aday gösterilmiş) Bu da insanlığın en doğal , en olması gerektirdiği şeylerden biri değil mi zaten?

Yeruşalayim Yahudi egemenliği altında, aslında uzun  tarihinde hiç olmadığı kadar serbest ve huzur doludur.. ( yeter ki terör olmasın! ) . Dünya bunu görmek istese de ismese de ..

Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık,  bu üç din , Arapların tüm alehimizdeki propagandalarına rağmen bugün yaşamlarını normal bir insan gibi sadece ve sadece yahudi egemenliği sayesinde sürdürmeye devam edebilmektedirler.

Bu bölgede yaşayanların birbirleriyle devam eden savaşları düşündükçe , Irakta ve Suriye'\de kendilerinden olmayan her tür varlığı yok edenlere,  medeniyetlerden geriye kalan her ne varsa silenlere  baktığimda dünyanın  Yahudilere  karşı çıkışlarının arkasındaki mantığın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum..


Batya R. Galanti


1 Eylül 2016 Perşembe



                         İSTANBUL'DA BİR TURİST



Geçen ay eski bir dostumuz bizi ziyarete geldi. Willy! Her yıl eşiyle birlikte yazın bir ayını Israel'in kuzeyinde Naharıya şehrinde geçiren bu eski dostumuz Israeli çok seven bir Norveçli..
Her yıl hiç kaçırmadan yaptığı ziyaretlerde mutlaka görüştüğümüz bu özel insani seneler önce tamamen tesadüfi bir şekilde tanıdım..

1995 yılında Israel'de turist olarak gezdiğim günlerden birinde Yerushalayım'de Yad Vashem ( Holocaust ) Müzesini arıyordum ki ileriden kuzey Avrupalı oldukları belli olan iki uzun boylu sarışın genç adamın geldiğini gördüm. Bu iki insan turist olduklarına göre onlar da kesin Yad Vashem'e gidiyorlardır diye düşündüm ve yanlarına yaklaşarak onlara müzeyi sordum " Biz de oraya  gidiyoruz istersen bizimle gel dediler" ..derken onlarla birlikte  yürümeye başladım..
Tabii yolda nereli olduğumuzu ve Israel'de nereleri gezdiğimizi birbirimize anlatırken yavaş yavaş müzeye vardık..
O gün müze ziyareti boyunca Willy ve arkadaşı yanımdan hiç ayrılmadılar. Willy İnşaat Mühendisi iken arkadaşı Lübnan Barış Gücünde askerdi..
Müzenin Kafeteryasında devam ettiğimiz sohbetimizde Willy arkadaşının Israel hakkındaki önyargılarını kırmaya çalışıyordu. İlginç olanı üzerinde Magen David olan bu Norveçli adam Yahudi bile değildi.
O günün sonunda  otobüse binmeden Willy ile adreslerimizi birbirimize verdik..
İstanbul'da geçirdiğim o son kış Willy İstanbul'a geldi..
Zaten esasen anlatacağım şey de Willy'nin bu seyahatte başından geçenler..
Beni aradığı zaman kendisinin memnuniyetle turlarıma katılabileceğini söyledim..
İstanbulun güzelliğinden büyülenen Willy boğaz turunda grubuma katılmıştı.
Sonuçta dört gün geldiği bu kısa İstanbul macerasının onun için nelere mal olduğunu eşiyle birlikte bize yaptıkları son ziyaretlerinde   bol bol gülerek hatırladık.
Willy'nin İstanbul seyahati gayet güzel başlamış fakat karmaşık ve sancılı olaylarla son bulmuştu..
Evet İstanbulun kendine özgü güzellikleri yanında şehrin karmaşasının getirdiği alışılmadık şeyler bazen bir turistin başını son derece ağrıtabiliyordu..
1990'ların sonuna kadar İstanbul sokaklarının ne hallerde olduğunu az buçuk hepimiz anımsarız. Şimdilerde sanırım o zamanlarla mukayese edilmeyecek kadar bir düzen var artık caddelerde..
Benim çocukluğumda durum pek öyle değildi, İstanbul sokaklarında yürümek başlı başına bir cefaydı.  Hele kışın başlayan yağmurlarla şehri kaplayan çamurlardan sokaklarda neredeyse adım atmak  bile  zordu . .
İşte Willy'nin seyahati de gayet sempatik bir havada başlamıştı. Boğaz turu ve  İstiklal caddesinde götürdüğüm akşam yemeğiyle beraber İstanbul'un gizemli havası onun için Norveç'te alışkın olduğu ortamdan çok farklıydı.
Willy'nin İstanbul'da bulunduğu ikinci günün akşamı ben  evde iş dönüşü yorgunluğunu atmaya çalışırken  gece 10:00 civarı telefon çaldı.  Hattın  bir ucunda Willy " Hello Batya! " Evet nasılsın? nasıl geçti akşamın derken  bana " Pek iyi değilim, bacağımı kırdım! ..dedi.  Şu anda otel odasındayım , acaba yarın bir ara bana uğrayabilirmisin diye sordu çok büyük bir ricayla.. Tabii dedim,  Tabii mutlaka uğrarım..
Ertesi gün otelinde sadece kahvaltısı olduğu için ona öğlen dışarıdan yemek getirdim.
Otel odasına geldiğimde Willy'nin elinde kitap olduğu halde bacağını uzatmış çok mutsuz bir hali vardı..
Başından geçenleri anlattığında ağlasam mı gülsem mi bilemedim..
Akşam kaldığı otelden çıkarak normal bir turist gibi etrafta biraz gezinmek istemiş..

Tabii o zamanlar İstanbul metrosunun inşaat yıllarıydı. Taksim  Mecidiyeköy güzergahı inşaa halindeyken çevre civar normalde alışık olduğumuz kazıların da üstünde bir karışıklık içindeydi.  O da yetmezmiş gibi yok telefon hattı yok su borusu geçirmek gereği derken kimi ara yollar da tam bir  köstebek tarlasını anımsatıyordu. Ayrıca ara sokaklar  yeterince aydınlatılmadığı için de  buralarda gezinmek başlı başına bir sorundu.

Her şey bir yana, tek problem bu da değildi, İstanbul'da kazılan çukurların  kenarına bir uyarı işareti koymak alışkanlığı da yoktu hiç bir zaman. Bu da sanırım Belediye'den insanlara hazırlanan hoş süprizlerin bir parçasımıydı acaba ? :)

Kısaca Willy, Taksim'de tamamladığı turunun sonunda oteline doğru yürürken gecenin karanlığında biraz ilerideki  çukuru görememiş ve en az  bir buçuk metre derinliğe attığı adımla beraber bir anda kendini aşağılarda bir yerlerde bulurken bacağına saplanan sancıyla birlikte bağırmaya başlamış.. Oteline bir hayli yakın olduğunu tahmin ediyorum ki otelin çalışanlarından bir genç çocuk sesini duyup koşmuş .Yanında bir iki kişi daha Willy'yi çukurdan çıkarmışlar. Willy son derece kuvvetli sancılarla kıvranırken tabii ayağına kesinlikle basamaz durumda iken  otelden bir taksi çağırmışlar ve onu Taksim İlkyardıma götürmüşler..
Bundan sonrası nasıl söylesem tam bir rezalet.  Gerçi buraya kadar olan kısım da bir ülkenin kabul ettiği turiste sunduğu imkanlar ve şehrin genel hali açısından çok hoş bir tablo çizmiş değil fakat sonrası bundan da kötü.
Taksim Acile getirdiklerinde acilde bir yatağa koydukları Willy'nin yanına mavi gömlekli bir adam gelmiş.. Tahminim o saatte artık Taksim Acil'de doktorun bulunmadığı ve doktor yerine hademenin iş gördüğüydü.. Ayrıca etrafta kimse ingilzce konuşmadığı için Willy neler olduğunu anlamaktan uzak bir şekilde sadece insanların vücut dilinden olayları çözmeye çalışıyordu büyük ihtimalle.
Mavi gömlekli adam 10 yaşlarında bir çocuğu yanına çağırmış ve eline bir kaç kuruş  verek onu göndermiş. Bir kaç dakika sonra küçük çocuk elinde bir torbayla dönmüş. Mavi gömlekli Willy'nin ağrıyan bacağının paçasını sıvayarak getirdikleri alçıyı suyla yaptıkları bir karışım olarak bacağına sürmeye başlamış   ( .tabii hepimizin bildiği üzere bir yerinde kırık olan kişiye önce kırığın durumu hakkında tespit için röntgen çekilir ve arkasından alçılı suya batırılmış bir bandaj uygun şekilde sarılır )  Bu arada alçı yetmemiş , hademe çocuğa  işaret ederek eline bir kez daha para vererek çocuğu ikinci kez tahminen o saatte açık olan tek yer olan nalbura göndermiş yeniden  ve bu işlem üçüncü kerede ancak  tamamlanarak Willy' nin bacağına ekledikleri en az bir kaç kiloluk fazlalıkla oteline onu geri götürmüşler..
İşte o gün  bu halde adam oteline mıhlanırken tualete gitmek için bile bacağını kaldırmakta zorlanıyordu..  Ertesi gün kalkacak olan uçağına bu kadar ağır bir bacakla gitmesinin mümkün olmadığı ise açıktı..
Sabah  sigorta şirketiyle görüşmesinin ardından  havaalanına gitmeden evvel Alman Hastanesine giderek normal bir alçı yaptırabilmişti Willy.
Alman Hastanesindeki doktor alçıyı çıkarmak için bacağındaki bütün tüyleri de beraberinde yolmak zorunda kalmış ve eğer bu alçıyla bir kaç gün daha dursaydın sakat kalmaman için en az bir iki operasyon geçirmek zorunda olacağın kesindi demiş..
Biz çocukken İstanbul'un yolları bir çok zaman taşradan farksızdı, İstanbul'un en nadide semtleri,  güzeller güzeli villaların bulunduğu caddeler , boğazdaki en pahalı yalıların bulunduğu Yeniköy, Tarabya , Bebek gibi en güzel semtlerde dahi  yollar , kaldırımlar o lüksle uyumlu değildi hiç bir zaman.
Üç hafta önce Willy'yle İstanbul seyahatini andığımızda ona İstanbul'dan ayrıldığındaki izlenimlerinden geçen yıllarda İstanbul'daki olan değişimi anlattım.
Evet değişmeyen tek şey değişim ;  belki bugünkü Erdoğan Türkiyesi yeterince karışık ve güvenilmez olsa da sanırım yolda yürürken çukura düşme olasılığı yirmi beş sene evveline göre herşeye rağmen  daha azdır


Batya R. Galanti.





17 Ağustos 2016 Çarşamba



                                 TANRIDAN BANA HEDIYE



Bu yıl oğlum ilkokulu bitirdi.
Bir anda geçen zamana ve oğlumun artık 12 yasını tamamlamak üzere olan küçük bir ergen olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum..
Geçen gün günlüğümün sayfalarında aradım onun ilk kez devlet yuvasına başlayacağı günleri.. Kaygılarımı , kafamdaki onlarca soru işaretini aradım... Onun otuz kişilik bir yuvada nasıl kendi kendini idare edebileceğini düşündüğüm ve Tanrının ona yardım etmesi için dua ettiğim günlere geri döndüm...
Bir buçuk ay evvel okulun bahçesinde büyük bir törenle bitirdiler koca bir yılı ve nasıl geçtiğini anlamadığım  altı yıllık uzun bir ilkokul dönemini.
Akşam saat sekizde toplandığımız okul bahçesinde ortam tam bir panayırı andırıyordu. Tüm çocuklar beyazlar içindeydiler. Hepsinin çok heyecanlı oldukları gözlerinden cıvıl cıvıl hallerinden belliydi.. Çocukların aylardır hazırlandıkları bu gösteri için gelen tüm veliler,  büyükanneler ,dedeler ve kardeşler bahçede dizilmiş iskemlelerde yerlerini aldılar..
Tören yerine kurulmuş ışık sistemi, kocaman hoparlörler ve kameralar, kısaca  herşey hazırdı.. Oğlumsa heyecandan bir yerde duramıyordu. Sürekli arkadaşlarını bırakıp yanımıza gelirken ne kadar kaygılı olduğunu hissediyordum.
En son birinci sınıfı bitirdiği gün sınıf içi yapılan o küçücük törende harika okuduğu tekstini bitiremeden heyecandan ağlamaya başlamıştı. Onu teskin etmek için dışarı çıkarken ona herşeyin yolunda olduğunu ve onunla gurur duyduğumu söylediğim anları hatırladım.
Evet  bu geçen yıllarda oğlumun bir adım daha olgunlaştığını biliyordum ama yine de onun heyecanı beni etkiliyordu..
Gal törenin açılış konuşmasını üç arkadaşıyla birlikte yapacaktı, .. İlk konuşacak olanın oğlum olmasının dışında , bu yıl emekliye ayrılan müdürlerine çiçeği yine onun vermesi için öğretmeni ona ısrar etti , çünkü o okulunun en sevilen talebelerinden biriydi.

Gal okulun sene sonu gösterisinin altından  büyük bir başarıyla çıktı. Benim hayat boyu yapmadığım şeyi yaptı, 700 kişinin önünde konuştu, dans etti ve müdürüne son vedayi o yaptı..

Gal özel bir çocuk..hem de çok..

Onun doğduğu günden bugüne geçirdiğimiz engebeli yolları düşündükçe, yaşadıklarımızı... ne de  çok şey yaşadık diyorum bir an..
.
Ne kadar çok şeyi başardık birlikte. Ve elinden tutarak çıktığımız bu yolda yapacak daha ne çok şey var aslında.

Gal'i benim kucağıma ilk verdiklerinde tam bir melekti.. ( tabii tüm bebekler gibi değil mi? ! ) Kendine özgü küçücük katlı kulakları vardı,  bembeyaz bir teni ve bol bol saçı..
İkinci kez anne olunca insan çocuğuna farklı bir noktadan bakıyor artık.. Farklı bir tecrübeyle, önceden yaşanmış aşina duygularla ve daha korkusuzca...

Fakat ilk aylardan itibaren  bir şeyler farklı gelişti.. Bir çok şey kızımla yaşadığım gibi değildi..
Gal üç aylık olduğu zaman başını kaldıramıyordu.. Objeleri takip edemiyordu..
İlk aylardan bazı şeyler soru işaretlerini bir biri arkasına getirdi bizim için..
Bağlı olduğumuz sağlık kurumunda dört aylıkken başladığımız fizik tedaviler Gal ile çıktığımız maceranın sadece başıydı.
Gelişiminde gösterdiği tüm gecikmelere rağmen onun gözlerinde gördüğüm pırıltılar, zayıf olan kasları yüzünden çektiği zorlukları aşmak için geliştirdiği tüm taktikler , ancak bir annenin gözlemleyebileceği bir çok işaret bana herşeye rağmen onun için her zaman ümit beslemem gerektiğini söylüyordu..
Yıllarca bir doktordan diğerine koşturmanın dışında , konuşma ve oyun terapilerinin ardından hayatımı adadığım bu çocuk için bugüne dek herşey engebeli bir yoldan geçiyor..
Hayat kimisi için kolay, kimisi ise en ufak şey için çok daha büyük bir  çaba harcamak zorunda..
Oğlum üç yaşına geldiğinde yaşadığı fiziki zorlukların yanında onunla en büyük savaşı davranış bozukluklarıyla vermeye başladık.
Her gün gelen öfke nöbetleri yaşantımı gerçekten bir kaç kat zorlaştırırken sorununun ne olduğunu anlayamıyordum..
Bir yere gitmek için onu giydermem gerektiğinde, arabaya bindiğimizde ya da indiğimizde, süpemarkette , alışveriş merkezinde  ve her tür durumda tutan nöbetler hepimizi yeterince hırpalarken  kendimce geliştirdiğim mizah yoluyla bunları atlamak için savaşıyordum.. Her öfke nöbetinde tiyatro yapmaya başlamıştım.
Mizah yönümün olduğunu her zaman bilirdim ancak bir anda çocuğun aklını çelmek için uydurduğum tuhaf ve hepimizi güldüren senaryolara ben bile inanamıyordum..
Çoğu zaman bu sayede, hem nöbetlerini daha çabuk atlatıyorduk hem sorun sanki bir komedinin tuhaf bir parçası imiş gibi geliyordu bir anda gözüme.. Bazen yorulsam da, çok kez nefesim tükense de..
Gal, çok sevimli ve konuşkan bir çocuk olduğu için yıllarca görüştüğüm nörologlar, psikiyatristler ve bilimum gelişim uzmanı doktorlar çocuğumun sorununu teşhis edemediler.
İlkokulda öğrenim güçlüğü olan çocuklarla eğitime başlayan Gal okumayı belki de normal bir çocuktan daha çabuk söktü..
Yıllarca teşhis konulamamasının verdiği bir yanlız savaştı bizim için hayat .. Taa dokuz yaşına dek...
İnternette aradığım tüm olasılıklarda  otizmi bulduysam da , Gal'in eğitmenleri bana , " insanlarla iletişimi gayet iyi ! " diyorlardı.. Benimse kafama Gal'in göz teması kurmakta zorluğu olmaması takılmıştı.. Yani kafam iyice karışmıştı.
Sonunda bir tanıdığımdan bir merkez telefonu buldum ve aradım..
Üç uzun görüşmenin, işin uzmanlarının yaptıkları saatler süren araştırmanın ardından dokuz senedir yaşadığımız durumun ismini koyduk sonunda ...  Otizm!!
Evet, dedim ya Gal çok özel bir çocuk.. Evet sanmayın, merkezde bile teşhiste zorlandılar çünkü Gal tam sınırda bir otist.  Bazı yönleriyle neredeyse tamamen normalken kimi  takıntılarıyla ve ilgi alanlarındaki saplantı şeklindeki zaaflarıyla o tam bir otist..

Oğlumu tanımadan önce  bana otizm nedir, otist çocuklar nasıldır diye sorsalardı ; kişilerle hiç iletişim kuramayan, oldukları yerde sürekli sallanan ve kendi alemlerinde yaşayan çocuklar aklıma gelirdi. Eminim bir çok insan bunu böyle bilir. Fakat aslı öyle değil.  Yüksek fonskyonlu otist çocuklar çok zaman normale yakın davranışları olan , normatıf zekalı ve gerekli destek ve ilgiyle  topluma kazandırılabilecek çocuklardır .Hatta aralarında  yüksek zekaya sahip olanların sık görüldüğü de  bilinen bir gerçektir.

Herşeyden en önemlisi çocuğuma teşhis konulduğundan beri oğlumu büyütürken yaşadığım zorlukların bir kısmının devletin bize tanıdığı bir çok haklar ve yardımlar sayesinde sırtımdan kalktığını hissettim. Oğluma tanınan haklar ve yardımlar hayatımızı büyük ölçüde kolaylaştırdı..

Bu arada büyüyor, yavaş yavaş olgunlaşıyor, yaşadığı zorlukların kendisi de farkında , hatta zaman zaman bana " Anne özür dilerim elimde olmadan yaptım ama bak şimdi geçti" deyip benden özür diler. Artık çoğu zaman öfkesini kontrol edebiliyor, edemediği zaman da  yaşadığı nöbet eskisi kadar uzun sürmüyor.

Herşeyden önemlisi, tüm mücadelemizle birlikte onun için gösterdiğimiz tüm çabanın o kocaman kalbi olan oğlum tarafından her an takdirle karşılanması.

Gal bize günde kaç kez şükranlarını sunar ben de bilmiyorum..

Onun duygusallığı, merhameti ve inceliğinin her çocukta bulunmadığını biliyorum.. Daha çok küçük yaştan karşındaki için kaygılanan, yardım edilmesi gereken yerde ilk koşan, anneannesine bir centilmen gibi el vermeyi hiç unutmayan, kalbinde herkese ayrı bir yer ayırabilen bambaşka bir çocuk o..

Evet belki tam 12 yıldır hayatım baştan sona değişti. Belki kendi hayatım yerine onunkini yaşamaya başladım.  Herşey sil baştan olsa da,  kafama göre program yapıp uygulama şansım olmasa da, seyahatler benim için şimdilik sadece hayal olsa da, her gün aynı sorulara sabırla tekrar tekrar yanıt vermek zorunda olsam da, hayatımı onun istediği monotoni içinde geçirmenin ötesine çok fazla gidemesem de Gal Tanrının bana bağışladığı bir hediye ............



Batya R. Galanti.




4 Ağustos 2016 Perşembe


                                                RADIKAL ISLAM



Temmuz 2014'te çekilmiş kısa bir dokümanter film izlemiştim.
Kalbinden çok ağır hasta olan ve  Gazze'deki hastanede kendisine çare bulamayan doktorların ricasıyla  annesiyle birlikte acil olarak Israel'deki hastanelerden birine nakledilen küçük bir çocuğun kısa hikayesi.
Israel'de her yıl özellikle Wolfson hastanesinde bir çok çocuğun hayatı gönüllü bir organizayson olan Save A Child's Heart ( SACH ) ( Bir Çocuğun kalbini Kurtar )  tarafından kurtarılmaktadır .
1996 yılında kurulan bu organizayon için çalışan gönüllü doktorlar, hemşireler ve diğer tüm ekip kendilerine gelen her hastanın hayatını kurtarmak için çabalamaktadır.
İzlediğim filmdeki küçük çocuk ta bu çerçevcede Israel'de bulunmaktaydı.
Bu kısa filmde uzun süredir kaldıkları hastanede kendileri için gösterilen çabanın o küçük masum çocuğun annesine ne kadar yansıdığını gözlemlemeye çalıştım.
Sadece sözlerinde değil, yüzündeki, gözlerindeki ifadede, tüm vücut dilinde duygularını çözmeye çalıştım.
Kendi öz evladının, o küçücük masum çocuğun  yaşamını kurtaran o özel insanlara karşı hissettiklerini anlamak istedim
Bir yıldan belkide daha fazla o hastanede bulunan ve artık Yahudilerin gelenekleri ve bayramları hakkında belli bir fikir edinmiş olan bu kadına sorduğu sorularda gazeteci belli ki ona uzatılan yardım elinin fikirlerinini ne kadar değiştirmiş olabileceğini anlamaya çalışıyordu.
Arada hastaneye gelen gönüllü kadınlar çocuklara hediyeler getirdiler. Kadın;  " Gelen gönüllüler hiç bir zaman yahudi veya arap ayırımı yapmıyorlar, herkese aynı davranıyorlar" demekten kendini alamadi.
Kimi zaman hüzün, kimi zaman sevinç ve gözyaşı olan o gözlerde herşeye rağmen hiç kaybolmayan o şüphe esas duyguyu oluşturuyordu. Kendisi ve çocuğu için gösterilen tüm dostane yaklaşım, insani çaba, harcanan binlerce dolar ve  manevi özveri içindeki şüpheyi yok edememiş görünüyor.
  Sözlerinde, gözlerindeki ifadede ve vücut dilinde bu şüpheyi, bu güvensizliği  her an gözlemlemek mümkün.
Gazeteci kendini tutamıyor konuyu Yerushalayim'den ( Kudüs'ten )  açıyor .... Filistinli kadın önce bunu konuşmayalım diyor.. Ve en sonunda ekliyor, hepimiz  " El  Kuds " için ölmeye hazırız..
Ardından bilindik kelimeler bir anda dudaklarından rahatça dökülüyor;
" Bizim için yaşamın bir değeri yok! "
O zaman ne için  bütün çaba? Neden çocuğunu kurtarmak için bu kadar savaştın, neden göz yaşı döktün, neden gecelerce uyumadın. Neden??
Sonunda Kudüs için Şehid olmaya giderse onu helal ederim demek için mi?
Evet Ortadoğu insanı için ölüm yaşamdan daha değerli..
17 yasında  evine zorla girerek  gencecik kadını küçük çocuklarının gözleri önünde kalbinden bıçaklayan çocuk için kendi hayatının hiç bir değeri olmadığı gibi başkasınınkini de elinden almak  en kolay şey..
Ya da yataklarında uyuyan üç beş yaşındaki minikleri delik deşik edenler için ölüm Tanrının emriyken şeytan kılığında gezen bu insanlar için canice katlettikleri çocuklar cenette sadece bir bilet.
Aklıma yıllar evvel çok sevdiğim bir arkadaşımın bana söylediği babaannesinin sözleri  geldi.. Birlikte İstiklal caddesi'nde yürüyorduk, arkadaşım zaman zaman islamdan , yahudilikten konuşmayı severdi benimle..
Durdu ve bana şöyle dedi " Babaannem dedi ki; bir yahudi ne kadar iyi bir insan olursa olsun cennete gitmeye hak kazanamaz " .  Sanırım arkadaşım da babaannesinin bu sözlerinin içindeki mantığı çok fazla sindirememişti. Ben se sustum.
Bugün, yüzyıllar evvelinde olduğu gibi bir inanç uğruna ölüme iman edenler bu dünyayı cehenneme çevirmeye hazırlar.
Filistinli Arabın Yahudiyi öldürmek için yeterli sebepleri var diyenlerin göremediği gerçekler se Ortadoğu'da ölümün yaşamdan daha çok değere sahip olduğu  halkların yüzyıllardır yaşadığı sefil hayat ve bu hayatın hesabını sordukları Batı'dan almak istedikleri intikamdır.
Bu durum Gazze, Yemen, Irak, Suriye vs.. için hiç bir farklılık göstermemektedir.
Hiç bitmeyen kin yüzyıllardır devam ederken dinin kölesi haline getirilmiş karanlık zihniyetin getirdiği savaşlar , kan ve barut artık Ortadoğunun  dışına taşmaktadır.
Bilgisayar devrini yaşayan Batının 21. Yüzyıl'da kendisi için planladığı gelecek muhakkak ki farklıydı.
 AB'nin ilk kuruluş yıllarıyla gelen umut dolu günler, kalkan sınırlar birleşen ve bütünleşen ekonomik güç ve kulturel değerler buradaki insan için umut dolu bir gelecek çiziyordu.
Bugünse Avrupa'nın kendi içinde yaşadığı ekonomik sorunlar bir yana Ortadoğu halklarının beklenmedik göçleriyle yeniden şekillenen coğrafi yapı, yıkılan dengeler ve herşeyden önemlisi Radikal İslamın başta Avrupa ve Amerika olmak üzere son bir kaç yıldır tehtid ettiği dünya huzuru..
Nasıl sa kimse bunları önceden göremedi..
Ortadoğu'da kaynayan kazandan taşan kızgın lavlar yavaş yavaş heryeri sararken internetin getirdiği hızla yayılan fanatizm Avrupa'da doğan büyüyen beyinlere hiç beklenmedik şekilde etki etmektedir..
Nice'te küçücük bir kız çocuğunu tekerleklerin altına alırken Allahu Akber diye bağıran genç , Brüksel'de metro'da işe giden kadınların gözlerinin içine bakarak kendini patlatan zehirli beyinler Tanrının katında birer "şehid " olacakları inancıyla dünyanın huzurunu kaçırmaya yeminliler. Girdikleri kilisedeki yaşlı rahibin boğazını keserken eski çağların barbarizmini hatırlatanlar için Avrupa hala inanılmaz bir şekilde ne tepki vereceğinin şaşkınlığını yaşamaktadır.
Israel'de  onlarca yıldır yaşanan terörü diğerinden ayıranların hala anlamak istemedikleri gerçek , bu dünyada  kendilerinden olmayan kitleleri yok etmek için Cihad yemini edenlerin inandıkları yolun bir olduğudur.

28 Temmuz 2016 Perşembe



     
                      TÜRKİYE'DE BİR YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMU



1988 Yılının yazında bir lise arkadaşımla birlikte kaydımı yapmak üzere gittiğim Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu   binasını Harbiye Sokaklarının arkalarında bir yerlerde aradığım günü hiç unutmam.
Öncelikle ilk tercihim olan Psikolojiyi matematik puanım yetmediği için kazanamadığım halde Gazetecilik okumanın benim için hiç te kötü bir fikir olmadığından emindim; çünkü çocukluğumdan beri bazı şeyleri öğrenme merakım  yüzünden sık sık ansiklopedileri karıştıran biri
olduğum için sanırım ayrıca haber ve habercilik gibi alanlara ilgim yeterince fazla olduğu için  . " Aslında hiç te kötü olmamış ! " diye düşünüyordum o gün...
Notre Dame de Sion'un bir arka sokağından aşağıya doğru ilerlerken ;
" Şu daracık sokak arasında nasıl üniversite olabilir ki ! " diye düşünüyordum
Etrafta gördüğümüz bitişik evlerin çoğu iki üç katlı iken o dar sokaklara bir yüksek eğitim kurumunu nasıl sokmuş olacaklarını kafam almıyordu..
Ölçek Sokağın sonundaki merdivenlerden aşağı indikten sonra etrafıma şaşkın şaşkın bakarken arkadaşım, işte bak burada diye parmağıyla okulu işaret etmişti. Arkamda kalan dört katlı , gri duvarları ve büyük pis camları olan fabrika bozması binaya bakarken ,  " Hani nerede? "  dedim? Arkadaşım baksana şu bina ! Üzerinde Marmara Basın Yayın Yüksek Okulu yazıyor.
Ben binaya şaşkın şaşkın bakarken , Ben şimdi gazetecilik mesleğini, bu ciddi mesleğin eğitimini bu çarpık  binada mı alacağım diye düşünmeye başlamıştım bile.
Türkiye'de hiç bir zaman bir kamu binasının , bir devlet okulunun göze hitap etmediğini, modern ve çağdaş bir görüntü sergilemediğini çok iyi bildiğim halde bu kadarı yine de beni şoke etmişti..
İlkokuldan sonra hep özel okullarda okumuştum. Bu okullar paralı olmakla birlikte belki bugünkü lükse ve donanıma sahip değillerdi o zamanlar ama o tarihi değeri yüksek binalar en azından temiz ve insan gibi bir ortam sunuyorlardı öğrenciye.
Bir an ilkokulumu anımsadım; o okulun içindeki tualetler aklıma geldi, her taraf su içinde olurdu ve dehşet kokardı..
Neden Türkiye'de insan gibi yaşamak için ya da insan gibi hizmet görmek ya da doğru dürüst bir  eğitim için hep paranın getirdiği imkanlara sahip olmak gerekiyordu?
Bina'nın kapısından içeri girdiğim zaman iyice bunalıma girmiştim..
O güne dek bir kaç kez İstanbul Üniversitesinin Beyazıt Kampüsünden geçmişliğim olmuştu.
Bu kampüs te insana yaşam sevinci veren cıvıl cıvıl bir bina olmamakla beraber tarihi yapısıyla  görkemli durusuyla en azından bir üniversite karakteri çiziyordu..
O an kapısından girdiğim bina ise hiç bir yakıştırmaya uymayan kişiliksiz , bakımsız, tüm hijyen şartlarından uzak bir haldeydi. Bu çağdışı, köhne binada yüksek eğitim görecektim..
Herşeyi anlıyordum, belki yer sıkıntıları vardı, şimdilik bu binada eğitime devam ediyorlardı, peki ya en temel şey " temizlik ", neden bu da yoktu?
Toz toprak kaplı tuğlaları olan giriş katının hemen solunda dar merdivenlerden bir üst kata çıktık, sekreterliği arıyordum, yıllardır  boya görmemiş olduğu belli olan duvarlar ayakkabı tabanlarının izleriyle kaplıydı. Resmen korkunçtu..
Gerçekten moralim bozulmuştu. İnsanı kendine davet eden en ufak bir şey yoktu bu binada..
Belki içinde verilen eğitim önemli diye düşünsede insan imkanlar belliydi..
Ezberciliğin tek düze devam ettiği bir eğitim tekrardan beni bekliyordu, uygulamanın sıfıra yakın olduğu bir öğrenim kurumu daha..  Gazetecilik eğitimi veren bir yüksek öğrenim kurumunda olması gereken en temel imkanların dahi bulunmadığı bir okuldu burası.
Buna verilecek en basit örnek,  öğrencilerin basabilecekleri bir gazetenin basım imkanlarının bile bulunmaması idi.
İkinci kata çıktım, sekreterlik orada da değildi ama tualetlerin orada olduğu açıktı, çünkü bütün katı saran leş gibi koku sayesinde tualetlerin yerini sormaya gerek bile yoktu.
Üçüncü kattaki sekreterliğe girdiğimde karşıma çıkan sekreterler görevlerini yapmaktan hiç te memnuniyet duymayan bir havadaydılar..
O gün orada o suratsız kadınlar okula kaydımı yaptılar..
Üniversitenin ilk günü  kocaman tozlu sınıflarından birinde başlayacak ders için bir tarafında küçük masası olan tahta sandalyelerden birine iliştim. İlk gün hangi derse girdiğimi anımsamıyorum.
Etrafıma bakarken öğrenciler arasında toplumun çok farklı kesimlerinden kişiler gözlemledim. Anadolunun çeşitli yerlerinden gelen farklı insan manzaralarıyla karşılaşmak mümkündü.
Kızların çoğu modern görünümlüydü. İşte o ilk gün o ilk dersin ortalarında birden bire binanın sallanmaya başladığını hissettim.  Cok tuhaftı. Yanımda oturan  kişiye " Deprem mi oluyor ? " anlıyamadım derken, çocuk " Yok dedi, binanın Dolapdere girişi olan ilk iki katı fabrikadır bu yüzden makineler çalıştıkça bina biraz sallanıyor sanırım " demişti.
İlk günler derslere tüm bunaltıcı duygularıma rağmen girmeye özen gösteriyordum; en sıkıldığım derslerden biri yıllardır lisede okuduğumuz  İnkılap Tarihi idi .  Fakat onun dışında Siyasal Bilimler, Toplum Bilim gibi ilginç dersler de vardı.
Zaten bir süre sonra günde bir ya da iki saat okula gitmeye başlamıştım..
Bundan fazlasını psikolojim kaldırmazken benim için üniversite hayatı  haftada girdiğim beş on saatlik dersler dışında sınavlara yakın toparladığım ders notlarıyla birlikte kitaplara gömülmenin dışına çıkmıyordu.
Okulun yanındaki sigara dumanıyla kaplı küçük bir kafeteria dışında ise sosyal hiç bir faaliyet mümkün değildi..
Fakat o izbe binada çok yakın arkadaşlıklar kurdum.
Etrafına dikkatli bakan biri olmadığım hatta gören kör cinsi biri olduğum için insanlar beni tanırken ben kolay kolay simaları hatırlamam.. Bir gün ufak tefek, kumral güler yüzlü bir genç kız yanıma geldi, " Afedersiniz siz Saint-Benoit'lisiniz değil mi diye sorarken ben o kişiyi ilk kez gördüğümden emindim O gün o konuşmamızın ardından bir daha hiç ayrılmadığım arkadaşlarımdan biriydi Hale .. Ders araları yavaş yavaş kaynaştığım Aynil, Emine ve Tuna bugüne dek çok sevdiğim dostlarım..
Üniversite yıllarında Aynil sayesinde girdiğim Turizm acentesinde başladığım günlük şehir turlarıyla değişen hayatım Üniversite eğitimiyle birlikte daha renkli bir yaşamın başlangıcı olmuştu benim için..


Batya R. Galanti

13 Temmuz 2016 Çarşamba

GEÇMİŞTEN İZLER

İlkokulu bitirip te Sainte-Pulcherie'yi kazandığımda evdekilerin sevincini hiç unutmam. Babam bana hediye olarak güzel bir Seiko saat satın almıştı.

Sainte-Pulcherie'yi kazanmamın süpriz oluşunun ana sebebi berbat bir öğretmenle ilkokulu bitirişimdi. Emekliliğine girmeden öğrettiği son sınıf olduğumuz için mi bu kadar kötüydü diye çok kez kendi kendime sormuş olsam da  esas sorunun sadece öğretmenlik için yaratılmamış bir çok öğretmenden  birisi olduğun da karar kıldım. Ne karakter yapısı ne de mesleki uygunluk açısından öğretmenlik için yaratılmamış bir insan olduğu açıktı.

Sainte-Pulcherie ise hiç te kolay sayılmayacak bir okuldu. Öncelikle Fransızca gibi zor bir lisanı sıfırdan başlayarak öğrenip daha sonra okul müfredatında okutulan derslerin büyük çoğunluğunu yine bu lisanda öğrenecek seviyeye gelene dek verilen çaba kolay değildi.

Son derece büyük bir disiplin altında okutulan kızlara rahibelerin verdiği eğitimin ilk şartlarından biri onlardan  beklenilen erdemdi.

Sainte-Pulcherie yıllarımda tanıdığım öğretmenlerin büyük bir kısmını da ne yazık ki sevgi ile hatırlamam mümkün değilken, o hapishane misali gördüğüm karanlık okulda tanıdığm rahibeleri bugüne dek saygıyla anımsarım .

Zihnimde bir çok izler bırakan bu özel insanların hiç biri ne yazık ki bugün artık hayatta değiller.

Her şeyden önce onlardan öğrenecek çok şey vardı.
Her biri başka bir milliyetten gelen bu insanları birleştiren ortak nokta inançları uğrunda her şeylerini bırakarak geldikleri bu yabancı ülkede genç kızları en doğru şekilde eğitmek için sarf ettikleri büyük çabaydı.
Aralarında kimisi daha sert kimisi daha yumuşaktı. Soeur (Sör)  Marguerite-Marie benim dönemimde okulun müdürlüğünü yaparken rahibeler içinde belki en sert, en çekindiğimiz kişiydi.
Ufak tefek haliye disiplini önde tutan bu kadın ortalama 700 talebelik okuldaki kızları mumya gibi dizmeyi becermişti.
Sabah ilk işi tek tek tüm sınıflarda karatahtanın sağına son derece güzel bir kaligrafiyle o günün tarihini yazmak olan bu kadın  kolay kolay gülümseyen bir insan değildi.  Sınıflarda tarih yazma işlemi bittikten sonra indiği büyük salonda sıraya giren okula direktifler verirken en ufak bir çıt çakaran kızlara sesini yükseltmesini de çok iyi bilirdi.  Sık sık " Sizlerden beklediğim iffetli kızlar olmanızdır ! " dediğini anımsarım.
Belki de sadece ortaokul olması ve yine sadece kız çocuklarına eğitim verdikleri  için bu yaşlı rahibelerin  disiplini sağlamaları daha bir kolaydı.
Her sabah düzgün sıralar halinde toplandığımız alt salondan yukarı çıkarken birinci katın merdivenin başında, ileri yaşına rağmen dimdik duruşuyla  bizi bekleyen Soeur (Rahibe-kızkardeş ) Catherine  kendisine Bonjour Ma Soeur ( Günaydın Rahibem ) diyen kızların her birine tek tek  "Bonjour Ma fille! "  ( Günaydın kızım)  demeyi ihmal etmezdi.

Din dersinin azınlıklara zorunlu olmaması yasası ile bu ders sırasında  tüm gayrimüslümler dışarı çıkarken, Hıristiyan arkadaşlarımıza kendi dinlerini öğrettikleri gibi bizleri de ihmal etmemişlerdi.
Soeur Marguerite Marie her din dersi saatinde bizi kütüphane'de toplayarak Eski Ahiti yani bizim kitabımızı bize öğretirdi. Bu dersi çok severek takip ederdim. Öncelikle sınavdan geçmek zorunluluğu olmadığı için rahattım ve ayrıca bana okuduklarımız bir masal gibi gelirdi.
Soeur Marguerite-Marie  bir de eski ahıtten alınan bir kaç ilahi öğretmişti bizlere.
Senelerce o ilahiler ağzımdan düşmezken bugün hala sözlerini anımsarım.. Gece oldu gündüz oldu ve Tanrı bunun güzel olduğunu gördü diye başlayan ve dünyanın yaradılışını anlatan ilahi ile  Pesah'ta (Hamursuz Bayramı'nda ) öğrendiğimiz ,  Kenaan ülkesi ( Israel Toprakları )  için söylenen ilahi..
O doux Pays de Canaan qu'il est long le chemin vers toi...O Kenaan ulkesi sana  giden yol ne kadar da uzun .....bu da Yahudilerin çölde geçirdikleri 40 yılı anlatan bir ilahiydi .........

Benim çocukluğumda Türkiye'de insanlar azınlıkları çoğu kez birbirlerinden ayıramazlardı.
Genel olarak Hıristiyan ve Yahudi, ya da  Ermeni,  Rum , İtalyan ve Yahudi çoğu insan için  aynı şeydi, hepsi gavurdu..
Bu yüzden kim olduğunuzu söylediğinizde çoğu kişi tarafından ne olduğunuzu anlamamalarına alışık bir ortamda büyümüş oluyordunuz.

Sainte-Pulcherie'de hayatımda ilk kez Yahudi olmayan birileri benim kimliğimi ve kim olduğumu sonuna kadar biliyorlardı.
Pesah'ta çoğu kez Soeur Isabel'in yanıma gelerek Bonne Fete ma fille ( Iyi Bayramlar çocuğum ) dediğini anımsarım. Işte bu tip yaklaşımlar onlara karşı içimde gerçek bir sıcak dostane duyguyu geliştirmişti.
Onların Hıristiyanlıkla yahudilik arasındaki bağlantıdan dolayı bir çok şeyi bildiklerini zamanla daha iyi öğrendim..

Her yukarı sınıfa çıktığımda onların özel odalarının önünden geçerken içeri giresim gelirdi hep,; yaşantılarını, özel hayatlarını son derece merak ederken, bir insanın inancı uğrunda yapabileceklerinin ne kadar sınırsız olduğunu hatırlardım onları gördükçe.
Her birinin boyunlarında  taşıdıkları bir bağlılık yemini,  bir " alliance " ( alyans;  türkçede evlilik yüzüğü anlamında kullanılırken bu kelime antlasma anlamında olup fransızcadan türkçeye girmiş bir çok kelimeden biridir ) olan kolyeleri bir parçası oldukları cemaatin sembolü olan Saint Vincent-de -Paul'ün amblemi hep üzerlerindeydi. Son derece sade olan giyimleri ve şatafattan uzak tüm tutumlarıyla beraber ettikleri fakirlik yeminine bağlılıklarını gösteren bir kolyeydi bu.

Yıllar sonra Sainte-Pulcherie'deki rahibelerden bir tek Soeur Isabel kalmıştı ki bir arkadaşımdan rahatsız olduğunu duymuş onu aramıştım. Sesimi duyduğuna sevinmiş aradığım için teşekkür etmişti. Daha sonraki bir iki yıl içinde onu kimi zaman yanında bir iki İspanyol turist olmak üzere Aya Sofia'da görmüşlüğüm olmuştu..

Bugün o güzel insanlardan geriye hiç kimse kalmadı.

Sainte-Pulcherie ya da daha sonra devam ettiğim Saint-Benoit Lisesi uzun yıllardan sonra bir çok restorasyon geçirdiler, yenilendiler, bilgisayar odaları ve bilimum modern aletlerle modernize edilirlerken bugun o eski okullarımdan geriye hiç bir şey kalmamış görünüyor. Sanki o giden insanlarla beraber bu iki okul  gerçek kimliklerini de kaybettiler. O mütevazı binalar gidip yerine şatafatlı koridorlar gelmiş , içlerinde gezen o eski insanlardan eser kalmadığı gibi benim hatırladığım herşey, tüm hatıralar da bu restorasyonlarla silinip gitmiş gibi..
/
Evet Sainte-Pulcherie senelerini geride bırakalı çok uzun yıllar geçti.
 Kızıma o yıllardan çok bahsederim.  Manastır vari bir okulda okuduğumu duydukça heyecanlanır; hele bir de izlediği manastırda geçen bir dizi de olduğu için ona sanki bir filmin içinden sahneler paylaşıyormuşum gibi gelir anlattıklarım.
O sorar, ben durmadan anlatırım, Sainte-Pulcherie'yi ve ondan da esrarengiz olan Saint-Benoit Lisesindeki yıllarımdan ona bahsettikçe ben hüzünlenirim o ise mutlu olur.


B. Ruso Galanti

4 Temmuz 2016 Pazartesi


                           

                            İÇİMDEKİ GERÇEK İNANÇ




Küçük bir kız çocuğu iken her gece yatağıma girmeden evvel annem bana sakın dua etmeyi unutma diye tembihlerdi.
Aslında dindar bir ailede büyümedim . Annem babam dinle yakından uzaktan ilgileri olmayan insanlardı. Bizim için yahudiliğin dini kısmı sadece en temel gelenekleri üstün körü yerine getirmekten ibaretti. Rosh Hashana, Pesah ve Yom Kipur dışındaki bayramlar çoğu zaman yanımızdan geçip giderken bu bayramları neredeyse hatırlamazdık bile.
Aslında belkide Gola'da . Müslüman bir ülkede yaşayan bir Yahudinin geçirdiği doğal sürecin bir parçasıydı bu.  Yavaş yavaş kimliğini unutmak.  Nasıl ki 1930'larda çıkan " Vatandaş Türkçe konuş " yasası ile o güne kadar TürkYahudilerinin ana dili olan Ladino'nun benim dönemime gelindiğinde unutulmaya yüz tutması gibi....
Ağbim Israel'deki eğitimini tamamlayıp  döndüğünde ilk Kiduş'umuzu yaptığımız güne dek Kiddush nasıl yapılır hiç görmemiştim  ( Kiddush, Shabat yemeğine başlamadan evvel  şarapla shabbat günün kutsandığı dua ) . Fakat bizim Shabat soframızın mizahı bir yönü vardı, bir taraftan Kiddush okunurken diğer taraftan  etli yemeğin yanında peynirli " Filikazlar " yani kızarmış börekler masada yan yana dururdu.  Sanırım biz fazlasıyla reformisttik ...( Ortodoks yahudilikte peynir ve etli ürünler birarada yenilmez ve aynı sofrada bulunmaz)
Aslında annemin kendine öz bir Tanrı inancı vardı . Bu dinle, kurallarla şekillenen bir inanç değildi. İnsanla kendi kişisel seçimi içinde şekillenen bir inançtı ve özgürdü.. Bu inancın önceliği iyiliği temel almaktı..Benim annem her gece bana dua etmeyi öğretti. Bu dua da herhangi bir kitaptan alıntı değildi  Sadece " Fakirler ve hastalar, ihtiyacı olanlar için mutlaka her gece dua et " derdi.
Çocuk halimle yatağıma gittiğimde ilk aklıma gelen şey o anda ellerini Tanrı'ya açarak yalvaran milyonlarca çocuktu. Bu yüzden her duaya başlağıdımda " Tanrım eğer bunca çocuğun duası arasında benim de sesimi duyuyorsan ben de senden bir iki şey rica edeceğim " derdim..
Tanrıyı, doğanın bu muhteşem kuvvetini insallaştırdığım için Tanrının bir anda bu kadar çocuğu nasıl dinleyebildiğini algılayamazdım..
Annem için, bizim için dini kuralları uygulamanın çok ötesi bir inanç vardı evimizde, o da ihtiyacı olana yardım etmekti.. Ağbim Israel'den gelir gelmez kendine bir iş açtığında annem ona şunu söylemişti; " Eğer Tanrı'nın bereketini istiyorsan kazandığın paradan bir kısım mutlaka bir fakir aileye ayıracaksın! ".  Böylece ağbim iki hasta çocuğu olan yaşlı bir bayana kazancından  her ay belli bir miktar parayı yardıma ayırmıştı.
Babamsa  ona elini açan hiç kimseyi reddetmemişti o güne dek. Oyle ki Şişli Hasat Yokuşu civarında gezen bir mahalle sarhoşu vardı. Ismini şimdi hatırlamıyorum, onu herkes tanırdı. Bu adam her zaman kör kütük sarhoştu ama zararsızdı. Babamı her gördüğünde "Ağbi ne olur der" babam da hiç reddetmezdi. Bir defasında " Bak bu kez gerçekten üzerimde para yok " diyeceği tutmuş babamın.. Sarhoş " Ağbi ne kadar istiyorsun ben sana vereyim" diye ısrarlara başlamış !! .. ( Bu arada alkolik birine para yetiştirmek ne kadar sevap o da ayrı bir tartışma konusu tabii )
Ben bu şekilde dini duygular yerine vicdanın aşılandığı bir ortamda büyüdüm.
Sinagoga hiç gitmezmiydik, giderdik. Her Rosh Hashana'da Shofari ( Shofar, Yahudilerde özellikle Rosh Hashana ve Yom Kippour gibi bayram ve özel günlerde çalınan ve genelde keçinin boynuzundan yapılan bir boru ) duymak isterdim. Bu boynuzdan çıkan kırık ses bana Tanrıya olan bir haykırışı hatırlatırdı . Aynı şekilde her Kippour 12 yaşımdan beri yavaş yavaş tutmaya başladığım orucun çıkışına yakın  son bir iki saati sinagog'ta geçirmeyi severdim.
Bir güce inanmak insanı genelde  rahatlatır değil mi?
Küçük bir çocuğun anne babası vardır.  Onlar onun için  Tanrısal bir güce eş değerdirler. Her şeye muktedir, onu her durumdan kurtaracak ve hiç yanlız ve savunmasız bırakmayacak bir kuvvettir ebeveynleri..
Büyüdüğümüzde kaybettiğimiz bu kuvvetin yerini o bilinmedik kutsal güç alır. Onsuz kendimizi savunmasız hisseder oluruz. Zor durumda sığınacak bir limandır Tanrı. Ona olan inancımız hayatın zorluklarını göğüslememize yardım eder çoğu kez.
Ben Tanrıyı ender olarak tapınaklarda aradım. Sinagoga zaman zaman gitmeyi sevsem de, kilise veya değişik tüm tapınaklara gerçekten saygı duysam da benim için Tanrı mevhumu dindar bir insanınkine göre çok farklı.

Ben  Tanrıyı yıllar evvel her gece gezdiğim kumsalda buldum.  Kendimi bu olağanüstü kuvvete en yakın hissettiğim zamanlar sadece doğanın bir parçası olduğum yerlerdeydi hep.

Tarih boyu insanlık Tanrı için en muhteşem eserleri adamak istemiş, Tevratta tüm ölçüleriyle kayıtlara geçen Beit Hamikdash' ın muhteşemliği, Vatikan'da San-Pietro Bazılıkasının ihtişamı insanlığın Tanrının gücünü yüceltmek ve ona olan inancın sonsuzluğunu ve büyüklüğünü ispatlamak adına inşaa edilmiş nice tapınaklardan iki tanesi sadece...
Kanımca tüm bu paha biçilmez yapılar Tanrının gerçek eserinin yanında sönük kalmakta..
Gözlerimi doğaya diktiğimde, uçsuz bucaksız denizin maviliğine , yemyeşil ormanların güzelliğine  baktığımda gerçek mabeti ben orada buluyorum.
Tanrı bizimle her yerde, ve özellikle bu yüce kuvvetin yarattığı eserin bir parçası olan bizim kendi benliğimizde Tanrı..
Içimizde var olan güç Tanrının bize verdiği güçtür . Bu yaradılışın bir parçası olan sonsuz kuvvettir.. Var gücüyle inanan insanların kendi beyinlerinde yarattıkları büyük bir enerjidir Tanrı...
İçindeki bu güce inanmak ve iyi bir insan olmak için sadece ve sadece vicdan sahibi olmak..
Yaratabileceğimiz en muhteşem hayat kendi vicdanımızın sesini duyduğumuz , insanı insan olarak hiç ayırmadan sevebildiğimiz hayattır.
Yahudilik, Hıristiyanlık ya da Müslümanlık belki insanları kendi içlerinde birer aile haline getirdi ama diğerlerini dışladı. Halbuki Tanrının  çocuklarını hiç ayırt etmeden sevebileceğini bir kez anlayabilseydik. Kısaca bir parçası olduğumuz doğanın içindeki değerimizin aslında eşit olduğunu hatırlayabilseydik.
Dini vecibeler yerine vicdanın en büyük mahkeme olduğunu hiç unutmasaydık.
İşte gerçek iman bu değil mi?


Batya R. Galanti