23 Haziran 2017 Cuma



                        APARTHEİD ÜLKENİN MUTLU AZINLIĞI


Bundan iki hafta evvel birden bire dişim ağrımaya başladı.  İki yıl evvel de aynı şey olmuştu.  Sonunda bir sorun çıkmamıştı. Yine aynı diş, bu kez daha çok ağrıyor. Bu sefer kaçış yok diye düşündüm. Mutlaka bir sorun var. Ne kadar da nefret ederim dişçiye gitmekten. Ama çaresi yok tabii..
Bir kaç günlük bekleyişin ardından mecburen Dr. Halled'in kliniğinde buldum yine kendimi.
Doktor her zamanki babacan haliyle beni karşıladı.
Yafo'nun bilinmiş ailelerinden gelen Halled  Müslüman Arap bir Israelli. Hastalarının büyük çoğunluğu ise yahudiler. Onunla tanıştığım ilk günden ona kanım ısındı çünkü hastasını rahatlatan , güven veren kişiliğinin yanında  işinin ustası bir insan.
Dişçi koltuğuna  her zamanki ürkek halimle yerleşirken bu kez başıma mutlaka bir iş çıkacağından emindim. Fakat kısa bir muhayenin ardından , Halled  " Dişlerin mükemmel, hiç bir sorun yok. Sancının sebebini bilmiyorum ama bazen insanda açıklanması güç şeyler olur ve bunlar kendiliğinden geldikleri gibi geçerler " dedi.
Dr'dan çıktığımda çok mutluydum. Üzerimden büyük bir yük kalkmış hissi vardı.
Her zamanki güneşli havanın keyfini çıkarmaya karar verdim.
En iyisi yürümekti. Genç kızlığımdan beri en sevdiğim şey olabildiğince yürümektir.
Etrafımı seyrederek, günlük yaşam içindeki insanları gözlemleyerek yolları arşınlamak en büyük zevktir benim için.
Yaşadığınız yerde bir turist gibi gezinmekte mümkün zaman zaman. Kendiniz için programlamadığınız bir zaman boşluğuna soktuğunuz bir gezi.
Soldan gitsem, Yafo'nun denize bakan ara sokaklarından direk limana yürüyebilirim.  Sağdan gidersem Yafo'nun iki ana caddesinden biri olan Yefet'e , oradan da Bit Pazarı ve eski Osmanlı saatinin olduğu meydana kadar yolumu uzatmam da mümkündü.
Yafo bana Yeruşalayım'de ( Kudüs'te )  Eski Şehir 'in bulunduğu dar sokaklarda da hissettiğim benzer duyguları yaşatır. Tipik bir Ortadoğu şehrini solumak hissidir bu.

Dr. Halled'in kliniğinin bulunduğu noktadan denize devam eden ara yollar aslında çok hoş evlerle doludur.

Bu evler son yıllarda restore edilmiş, kimileri tamamen yeni inşaatler . Yafo gittikçe daha çok değer kazanıyor. Burada ev almak herkesin harcı değil. Milyonlarca dolarlık mülklerle dolu Yafo'nun bu bölgesi.  Kimi eski evlerin de yanında çoğu yeni yapılarla dolu dar yollar masmavi denize kadar uzanıyorlar.

Şimdilik sağdan gitmeye karar verdim. Yefet caddesi tam bir Ortadoğu karmaşası örneği. Buranın esnafının büyük çoğunluğu Israelli Araplar. Yan yana dizilmiş dükkanlar tipik Arap tarzını yansıtıyorlar. Dükkanlarının önlerinde iskemlede müşteri bekleyen genç adamlar bana İstanbul'un kimi semtlerindeki dükkan sahiplerini hatırlatıyorlar .

Yafo'da yaşayan bir çok Hıristiyan Arap ta var.

Bit Pazarına vardığımda ise ortam kısmen değişiyor. Yahudiler ve Arapların karma bir ortamda çalıştıkları Bit Pazarında  kafeler , küçük lokantalar gün geçtikçe daha çok yer kaplarken son yıllarda buraları daha bir bohem tarza bürünmeye başladı.

Ivır zıvır bir  çok şeylerin satıldığı, kimi el halılarının yerlerde satışa çıktığı dar sokaktan sağa saptığımda birazdan Osmanlı saatininin bulunduğu meydana çıktım. Yine sağımda Yafo'nun en ünlü Fırını; Abulafya.

Taa 1879 yılından bugüne işleyen Fırın Israellilerin en çok rağbet ettikleri yerlerden biri Yafo'da.
Haftasonu trafik tam bu noktada kilitlenir.

Yafo'nun en tanınmış başka bir Müslüman ailesi tarafından işletilen Fırını Israel'de tanımayan yok.
Bir çok hamur işi  çeşitleri , son derece leziz Borekas'ların  tadına bakmadan geçmek imkansız.
( Borekas kelimesi Börek'ten ladinoya uyarlanarak Borekas' a dönüşmüş ve aynı bu şekilde de İbraniceye girmiş )

Hemen karşımda  Osmanlı Sultanı Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yılı şerefine inşaa edilmiş Saat kulesi. (1903)

Bu küçük meydanın çevresi turistik dükkanlarla, kafeler, butik oteller ve eski tas evlerle çevrili. Kıyıya doğru yürümek için karşıya geçtim.
Elimde Abulafya'dan aldığım mütevazı öğle yemeğim, peynirli sambusak var.
Daha kuzeye doğru yürürsem buradan sonrası Tel Aviv sahili..

Yafo Tel Aviv birbirine geçmiş aynı şehrin iki farklı parçası.

Bu şehir kültürel açıdansa doğu ve batının birleştiği nokta.

Yafo'nun kıyı şeridinden güneye, limana doğru ilerlemeye devam ediyorum. Birden Yafo Camii'nden imamın sesi yükseliyor. İnananlarını namaza  çağıran imamın sesi.. Bir çok erkeği camiiye doğru giderken görüyorum. Şimdi Ramazan, müslümanlar en kutsal günleri yaşıyorlar. Oruç ve namaz bugünlerde onlar için herşeyden önemli.

Ve aklıma Erdoğan geldi. Israel'de imamların  ezan çağırıları ile ilgili alınan karara tepkilerini hatırladım .

Geçen aylarda Israel Meclisinden yeni bir karar tasarısı geçirildi . Bu tasarıya göre, günün belli  saatlerinde ( Sabahın ilk saatlerinde özellikle )  hoparlörler aracılığıyla namaza çağırı yapan imamların desibel indirmeleri gerekliliği idi.

Erdoğan her zamanki gibi fırsatı kaçırmadı tabii.  Bunun İslama yapılan bir saldırı olduğunu söyleyen Kasımpaşalı tv'de yine kükredi bol bol.

Tabii her fırsatta yapılan provokasyonlar halk içinde kesin yerini buluyor.

Dünya basınında bu konu nasıl yansıtıldı takip etmedim. Tek bildiğim , kimsenin kimseden çok farklı olmadığı.

Yafo'da gezerken insanların huşu içinde sürdürdükleri günlük hayatları en belirgin hatlarıyla gözüme çarpıyor. Zaten burayı hep çok sevmişimdir. Belki de müslüman bir ülkede büyüdüğüm için , çocukluğuma ait bir çok alışılmış şeylerin buralarda bana bir çeşit nostalji yaşatmasıdır bu hislerim.

Yafo aslında tam bir kültür salatası gibi.

Bir yandan tam bir ortadoğu şehri ama diğer tarafta ise insan manzaraları çok farklı ve  çeşitli. Günlük yaşam içinde rastlanan kimi alışkanlıklar, hayat tarzı herşeyden bir tat gibi burada mevcut. Ancak Batı'da rastlayacağınız türde görüntülerle, doğunun klasik özellikleri birlikte..
Yiyecekler, kokular , mimarı yapı ve her türden insan bu düşünceleri destekliyor.

Ama önemli olan tüm bunların birbiriyle son derece büyük bir uyum içinde var olması.

Geçenlerde Colombia Üniversitesi'nde, evet hani Amerika'nın en prestijli Üniversitelerinden birinde, Amerikalı öğrencilerin Apartheid  yani Irkçı Devletlere karşıtlığın dile getirildiği özel bir günde Israel karşıtı  yaptıkları gösterileri gösterdi Israel televizyonu.

Bu insanlar Colombia Üniversitesi bahçesinde Israel'e karşı bağırıp çağırırken, Israelli bir genç onlara yaklaşıp , kendini ve Israeli açıklamak istedi. Genç kız ona bağırdı. " Git buradan katil! " diye.
Bir Amerikalı için her Israelli bir katil. Her Israel vatandaşı  Irkçı ve gözü kan bürümüş azili bir katil!

O genç bayan Israelli bir gençle iki kelime konuşmak istemeyecek kadar nefretle doluydu.
İnsanlar sadece Amerika'da değil, tüm dünyada Israel karşıtı geniş bir anti propagandanın güdümü altındalar.

Apartheid bundan çok kısa bir süre önce Güney Afrika'da Afrikalıların kendi ana kıtalarında, kendi topraklarında  beyazlar tarafından yaşadıkları insanlık dışı ayırımcılıkların bir bütünüydü.
Bu ayırımcılıklar  en temel yaşam kurallarını içine alıyordu. Güney Afrika'da beyazlar zencilere hiç bir hak tanımayacak kadar ileri götürmüşerdi barbarlıklarını. .
Beyazların olduğu hiç bir ortama ait değildi bu insanlar.
Aynı bankta yan yana oturmalarının bile yasak olduğu bir ülke tüm dünyanın gözleri önünde yerel halkı yıllarca ezdi.
1990'da zencilerin hakları için savaşan  Nelson Mandela'nın hapisten salıverilmesinin ardından. 1992'de sadece beyazların katılımına izin verilen bir referandum sonrası yıllar süren bir geçiş dönemiyle, zenci karşıtı olan yasalar adım adım kaldırıldı.

Dünya bugün bağırıyor . Israel Apartheid ! " diye..


1948'den beri savaş halinde olduğumuz tüm Araplara rağmen Israeli düşünüyorum.

Bu ülkede yaşayan müslüman arapları düşünüyorum.

Sekiz milyon nüfus ve ortalama 20.770 km karelik yüzölçümü ile Amerika'nın New Jersey Eyaleti kadar  küçük olan  bu ülkeyi düşünüyorum .

Tüm dünyanın herkesten ve  herşeyden çok sorun yaptığı İsraeli ve Arap Israel sorununu .

Arada yürümeye devam ediyorum.
Sağımda güneşin altında pırıl pırıl parlayan Akdeniz. kuzeye doğru başımı çevirince Tel Aviv'in yüksek binaları gözüme çarpıyor.
Limanda ise  Arap balıkçılar ağlarını açıyorlar, bir sonraki gün tekrar balığa çıkmak için şimdiden hazırlanıyorlar.
Bir çoklarının dudaklarının arasında sigaraları koyu bir sohbet içinder. Kimi Arap çocukları limandan denize atlıyorlar. Bir huşu var her yerde.
Bir yanımda Ha Zaken ve Ha yam... Yani " Yaşlı adam ve deniz" Yafo'nun en gözde , Tel Aviv'in yine en popüler , en büyük restoranları arasında olan Ha Zaken ve Ha Yam .. Bu restoran da bir müslüman Araba ait.  Hafta içi olduğundan sadece, tek tük turistler yemek yiyorlar. Cumartesi günleri ise  insanlar kapıda uzun kuyruklar oluşturuyor,  çeşit çeşit mezelerin tadına bakmak, taptaze balıklardan yemek için.

Hayat zannedildiğinden ne kadar farklı Israelde.

Yafo'daki Araplara sormuşlar, kurulacak Filistin Devletine gitmeyi isterler mi diye, biz burada memnunuz demişler.

Ortadoğu kan gölü , her taraf barut kokuyor, Daesh, Al Kaida, Hizbullah ve bilimum Radikal İslami örgütler birbirlerinin boğazlarını kesiyor. Binlerce,  milyonlarca müslüman öldürüldü bugüne dek.
Araplar yaşadıkları 21 ülkede teokratik monarşiler, dikta rejimleri , muz cumhuriyeti cinsten cumhuriyetlerle yönetilimeye devam ediyorlar.

İnsan haklarının sıfır olduğu Ortadoğu'da yargısız infazlar Suudi Arabistan dahil olmak üzere günlük hayatın doğal bir parçası. Mısırda sünnet edilen kız çocukları, zina yaptıkları iddiası ile kocaları tarafından öldürülen binlerce kadın Arap ülkelerinde hayatın doğal akışı içinde var olan gerçekler.
Küçücük yaşta evlendirilen , gerdek gecesinde dedeleri yaşlarında erkekler tarafından iğfal edilmeleri sonucu yaşamlarını yitiren minicik kız çocukları.
Farklı inançlara sahip oldukları, değişik mezheplerden geldikleri için kafaları kesilen, hırsızlık yaptıkları iddialarıyla elleri bileklerinden ayrılan binlerce insan..
Kocalarını izni olmadan evlerinden dışarı çıkmalarına izin verilmeyen , kısacası insanı hiç bir hakka sahip olmayan kadınlar.

Düşüncelerini yazdıkları için, rejime karşı oldukları için yargısız direk içeri atılan düşünürler ve yazarlar.

Amerika  Colombia Üniversitesi'nde bağıran genç bayan çok şey bildiğini zannediyor.

Geçen haftalarda teyzem ameliyat geçirdiği zaman Israel'in en büyük hastanelerinden birinde onu ziyaret ettim. Tam odasına bulunduğum dakikalarda hemşirelerden biri tansyonunu ölçmek için odaya girdi. İşini severek yaptığı belli, güler yüzlü , sevimli genç hemşireyle hemen oracıkta laflaştık. Genç bayan çıktığında teyzem bana; " Burada çalışan çok Arap bayan var, hepside çok candan, işlerini sonuna kadar yapan güzel insanlar " dedi. Benim de yüzüm güldü.

Aklıma bir kaç gün evvel alışveriş yaptığım dükkanda yine bir iki çift laf ettiğim  başı örtlu Arap kız geldi.

Mc Donald's ta çalışan, New Pharm'da , Super Pharm, Bezeq'te Hot ve bilimum büyük firmalarda tercih edilen elemanlar aklıma geldi... heryerde birlikte var olduğumuz dostlarımız.

Üniversitelerde birlikte eğitim aldığımız Müslüman Araplar. Yine aynı üniversitelerde Profesör olanlar.

Hastanelerde hasta olan ve yine Dr'luk mesleğini yahudi meslektaşlarıyla yapıp yahudilere şifa dağıtan Israelli ve gururlu Arap vatandaşlarımız..

Bu ülkenin ikinci resmi dilinin arapça olduğu gerçeği, telefon açtığınız her resmi dairede size cevap veren telesekreterde kayıtlı ikinci dilin arapça olduğu. Kızımın okulda iki yıl mecburi arapça öğrendiği..

Tv'deki arapça alt yazılar, arapça programlar., Arap spikerler, ..Polis teşkilatının içinde görev yapan yüksek rütbeli Arap polisler...

Israel'in sekizinci cumhurbaşkanı Moshe Katsav'i yedi yıl hapis cezasına çarptıran Yüksek Mahkeme Kurulunun yargıçlarından birinin Arap olduğunu düşündüm.

Knesset'te ( yani Israel meclisinde ) milletvekili olan ve yeri geldiğinde Israel karşıtı akımların içinde işler becerdikleri halde hala daha o çatıda görevlerini sürdümeye devam eden Arap Milletvekillerini..

Israel'i suçlayan yazarların, politikacı ve ünlülerin umurunda değildir mutlaka  Hanan Zoabi , Azmi Bishara, Ahmed Tibi gibi Israel Meclis'nde görev yapıp Radikal İslami Terör örgütlerine destek vermeye devam eden Israel düşmanı Arap Milletvekilleri.

Azmi Bishara'nın başkanı olduğu Balad Partisinin terör destekçisi olduğu gerekçesiyle bir çok ülke tarafından ilşikleri kesilen Qatar tarafından Hamas'la paralel olarak finanse edilmekte olduğunu hatırladım birden.

Birileri bir yerlerde durmadan Israel Apartheid diye bağırıyor hala. Londra sokaklarında BDS örgütünü destekleyen İngilizler , Araplara destek amaçlı gösterilerde!..

Israel'in yıkılmasını arzu edenler dolu Avrupa'da ..

Ortadoğu'da demokrasinin tek kalesini de Uygar Batı yıkmak istiyor. Ekonomik ve politik akımlar Israel'i hedef alıyor, hiç durmadan.

Bu arada, liman'da yer alan eski Yunan manastırının hemen yanındaki dar taş merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başladım. Yafo'nun uzun yıllar evvel restore edilmiş otantik sokakları öyle güzeller ki. El işi takılar, bir çok el sanatlarının sergilendiği, satıldığı galerilerle dolu. Tepeye doğru, balkonları Akdenize açılan evlerde kimi büyük Israelli sanatçılar oturuyor.

En yukarıya vardığımda Yafonun nadide parkı karşısına bir Fransisken Kilisesi olan St Peters'i almış.
Pazarları ülkede yaşayan Filipinli, Afrikalı ve bilimum inanalarına kapılarını açan kilise çok güzel.

Israel'de farklı dinler, inanışlar ve ırklar yasalarla koruma altında . Her din, her ırk bu ülkenin Yahudi Devleti adı altında kurulmasına rağmen yasalarla güvencesi altındadır.

Zaman zaman Israel'de çalışan Afrikalı işçilerin bayramlar, özel günler ve düğünlerde rengarenk kıyafetleriyle adeta bir panayıra çevirdikleri bu park denizden 80 m yüksiklikte. Cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar ve parkın en yüksek yerinde asılı Burçlar köprüsünde dilek tutan Çinli turistler.

Ortadoğu'da normal bir soluk alınabilen  bu yerde, Moshe, İtzik ve David'in yanında Ahmed, Mahmud,  Maryam  Suriye'den , Irak'tan, Yemen'den daha özgür yaşıyor aslında.

7500 yıldır hiç terk edilmemiş bir liman yeri olan Yafo'da insanlar sakin ve huzurlu bugün.

Israel'in yönetimi Araplara terk ettiği Gazze'de ise kendilerine seçtikleri Hamas  diğer Arap ülkelerinde devam eden zihniyetin buradaki şubesi olmaya devam ediyor.   Batı Şeria'da El Fetih'in yönetimi altında yaşayanlar kısmen daha iyi durumda olsalar da Araplar için yaşam bir çok bakımdan hep aynı.

Israele boykot çağırısı yapan Batılılar Israel'deki her nefes alan kurumu, müziği, sanatı , politikadan uzak tüm faaliyetler dahil  yaşatmamak için BDS 'si  kullanmaya kararlı. ( Bunun antisemitizmle ilgisi olmadığını söyleyen kimi Israelli solcular var hala )  Israelli sanatçıları, sporcuları , herşeyi sıfırlayarak Israelin varlığını her yönüyle yeryüzünden silmek için çalışıyorlar.

En büyük gerekçeleri ise Israel'in Apartheid olduğu.

Bu arada Daesh Suriye'de Irakın kuzeyinde ele geçirdikleri yerlerdeki Hıristiyan mezarlıklarını , kiliseleri, İsa ve Meryem Ana heykellerini kırıp yok etmeye devam ediyorlar. Kendilerinden başka tüm uygarlıklara karşı duranlar güç kazanırken Batı şimdilik işine geldiğine destek vermeye devam ediyor.

Avrupa'ya taşan radikal akımlar bile hala onları derin uykularından tam olarak uyandırmışa benzemiyor.

Israel'in hayati buluşlarını, bilgisayar ve sağlık ürünlerini boykot etmek işlerine gelmeyen iki yüzlüler kozmetik ürünlerini kullanmamak ve soda stream içmemek için süper marketlerde bağırmaya devam ediyorlar. Türkiye'de Coca Cola'yı yerlere boşaltan aptallarla Batı'daki sözde gelişmiş toplumlar arasında bazı yönlerden hiç fark yok aslında.







16 Mayıs 2017 Salı

 Örnek bir hayat hikayesi



Buzdolabımın üzerinde iliştirdiğim bazı resimler vardır. Dolabı her açıp kapattığımda gözümüzün önünde olan o mıknatıslı  resimlerden hani. Kızımın, oğlumun küçüklüklerinden  bir iki fotoğraf ve kimi hatırlanması gereken önemli notlarla birlikte. Ve tüm bunların ortasında  ayrıca bir resim daha durur. Yıllardır aynı noktadan bizi gözler. Gri kısa saçları ve gülen gözleriyle  her ona  bakışımda adeta sizi hiç bırakmadım ben buradayım diyen kayınvalidemin resmi hep aynı yerde durur.

Ölmeden bir kaç yıl evvel bizimle birlikte geçirdiği güzel bir yaz gününde çekilmiş, hala keyifle gülebildiği zamanlardan kalmış bir anı. O gün bizimle havuza gelmişti. Çocuklar havuzda oynarken o gölgede serinlemiş, bizimle birlikte olmaktan gayet memnun bir gün geçirmişti.

Kişiliği son derece güçlü, muhafazakar olduğu kadar insan sevgisiyle dolu, karşısındaki her ki
şide saygı hissi uyandıran, şanssız bir çocukluktan zorlu  geçen gençlik yıllarının ardından  hiçten varettiği kocaman ailesinin ana direği olan bu kadını anmadığım gün yoktur diyebilirim.

Aslında  kayınvalide ve gelin ilişkileri fıkralara konu olmuş en çetrefilli en zor insan ilişkilerinin başında gelir. Kayınvalide olmak zor iştir denir.  Gelin olmak ta keza.

Genç bir adamı annesinin yıllar süren mülkiyetinden alan,  adeta bir imparatorun yeni kraliçesi konumuna gelen yabancı bir kadındır gelin  kayınvalide için.  Genç kadın içinse ortak bir yaşamı paylaştığı eşinin üzerinde üçüncü bir şahsın bir gölge gibi yaşayan varlığıdır kayınvalide.

Fakat bütün bu tanımlamalar tüm gelin ve kayınvalideleri kapsamıyor mutlaka.

Bugüne dek sevgiyle hatırladığım, yüreğimde sıcacık hislerle ayrıldığım bir insandır kayınvalidem, bayan Lea ....

Hayatımda  gidişiyle  arkasında büyük bir boşluk yaratan şahıslardan bir tanesidir.
Tanıdığım zaman 80 yaşında olan kayınvalidem aslında benim için bir bakıma bir büyükanne gibiydi.
Nesil ve kültür farkı bu durumda daha çok kendini belli etse de sevgi ve saygıyla yaklaştığınız her insanla ilişkilerinizi sağlıklı olarak geliştirmek  mümkün . İyi niyet ve karşılıklı olumlu hisler oldukça aşılamayacak sorun yoktur çoğu zaman.

Onun bende yarattığı boşluk, 80'lerinde  bir insandan aldığım uzun hayat derslerinin bana öğrettikleriydi 
Beni her dinleyişinde  ağzından çıkan öğütlerinde bana uzattığı anahtardı. Bu anahtar her fırsatta tekrarladığı bir sözün altında yatan fikir, bazen  uzun söylevlerin yerini alan  bir deyim ve her kelimede yaşanmış tecrübelerdi. Kulağımdan gitmeyen sesi ve tembihleri.  Kimi şartlarda, bazı zor anlarda, sabır gereken durumlarda nasıl davranmam gerektiği, nasıl tepki vermemin en doğrusu olduğunu öğreten tavsiyeleri.

Eşime onu yeni tanıdığım günlerde kaç kardeş olduklarını sorduğumda ne kadar şaşırmıştım yedi kardeşi olduğunu duyduğumda. Kendisi burada doğmuş olmakla birlikte ailesinin 1948'de İzmir'den Israel'e göç ettiklerini biliyordum. Ve Türk kökenli ailelerin bu kadar çok çocuk sahibi olduğunu hiç duymamıştım o güne dek. En azından kendi neslim için bu böyleydi. Annemin jenerasyonunda çoğu aileler en az beş altı kardeştiler fakat bize gelindiğinde Türkiye'de kalan cemiyet artık ya tek ya da iki çocuklu ailelerdi. Üç kardeş olan bir arkadaşımı çok çocuklu aile olarak nitelerdim kafamda hep :) .

Israel'i ve buradaki hayat görüşünü, dindar aileleri daha pek tanımıyordum.  Eşimle olan ilişkimi evlilikle tamamlamaya karar verdiğim gün ailesini tanımamın zamanı da gelmişti. İlk kez bu kocaman ailenin içine girdiğim gün gerçekten şaşırmıştım.  Benim alıştığım çekirdek aile ya da birinci derece kuzenlerle birlikte bayramlarda biraraya geldiğim geniş ailem çok küçük sayılırdı. Ya da bu şekliyle bana göre çok normatif bir aileydi.

Onun ailesini tanıdığım gün, tüm kardeşleri yeğenleri ve onların çocukları özel bir gün için biraradaydılar. Bu insanların hepsinin aynı ailenin bireyleri olduklarını düşünmek delilikti benim için.
O gün benim gözümde  karşımda gördüğüm insan grubu bir kabile topluluğu kadar genişti.  Ve bu güler yüzlü kabile bireyleri bana ilk günden kucak açmış  kendilerinden biri gibi davranmışlardı.
Belki de böyle büyük ailelerin kendilerine özgü sıcaklığıydı bu.

O günün ardından eşime sekiz kardeşle yaşamın nasıl bir şey olduğu üzerine bir sürü soru sorup durdum çünkü ben tek kardeşe sahipken  hayatımın uzun dönemleri ondan ayrı geçmişti.  Sonuçta ben çok daha yanlız bir yaşama alışıktım.

Bayan Lea'yı ilk tanıdığım gün salonda kendine ait koltuğunda otururken ki o vakur  halini hiç unutamam.  Duruşunda, konuşmasında ve her hareketinde şahsiyetini güçlü kişiliğini ortaya koyan kadın bana  karş
ı çok saygılıydı. Bu durum onu tanıdığım ilk günden bize veda ettiği ana kadar değişmedi.

Yıllarca aynı saygı ve mesafeyle koruduğum olumlu ilişkimiz bana  bir çok şeyler öğretti. Onunla olan iletişimimizden bana kalan  en önemli hayat dersi eğitimin  veremeyeceği kimi insanı değerler başta olmak üzere yaşam boyu kişinin  her insandan öğrenebileceği bir şeyler olduğudur.

Her cuma akşamı Şabat yemeklerinde biraraya  geldiğimiz kayınvalidem çocukluğunu, genç kızlığında yaşadığı tüm zorlukları bana yıllarca durmadan, defalarca anlatmıştı.  Benim hayatımdan o kadar farklıydı ki onun yaşadıkları.

1918 yılında,  1. Dünya Savaşının İzmir'inde dünyaya gelen bu kadın savaşın olası tüm çirkin taraflarına, tüm zorluklarına tanık olmuştu. Savaşın getirdiği yokluk, karışıklık ve azınlıklara olan hınç ve daha bir çok şey bu hayatın içindeydi.1922'de İzmir'in Rumlardan temizlenişi esnasında şehrin ateşe verilişi, yanan mahalleler hep zihnindeydi.

Bazı şeyleri tekrar tekrar anlatmıştı bana.  Dört yaşındaki küçük kızın tanık olduğu atlı arabalarda taşınan yanmış cesetler de buna dahildi.  1941 yılına kadar iyi kötü götürdükleri mütevazı yaşamları önce annesinin göğüs kanserinden ölüşüyle ters düz olmuş. Kendinden altı yaş küçük kız kardeşi ve babasıyla yanlız kalan 13 ya
şındaki Lea okul yerine dikiş atölyesinin yolunu tutmuştu. Kendisi okula gidemese de kardeşinin eğitimiyle yakından ilgilenmeye devam etmiş, hatta ona  özel dersler bile aldırtmıştı.

O yıllarda küçücük bir çocuğun evini çekip çevirmek zorunda kalması, kendisinden altı yaş küçük olan kardeşine annelik görevini üstlenmesi ender rastlanır bir durum değildi. Hele Türkiye'de !
O dönemin şartları insanları çok kez çocuk yaştan hayat mücadelesi içine itebiliyordu.

1942 yılı ise Türkiye'deki azınlıklar için tarihte yaşanmış en büyük darbelerden birini getirmişti.
Savaşın devletin üzerinden yükünü kaldırmak için hükümetin ön gördüğü vergilendirme sonuçta azınlıkları hedef almıştı.  Bir anda herşeyleri ellerinden alınan insanlar büyük bir yokluk içine düşürülmüşlerdi. Tüm varlıklarına el konulduğu gibi Aşkale'de taş kırmaya giden erkeklerden geri dönemeyenler çok olmuştu.

Varlık vergisinde babasının dükkanını ellerinden almalarının ardından bir cuma günü evlerine kadar gelerek, yatakları ve yemek masaları dahil evlerini de boşaltmışlardı.  Tüm bu olayların ardından 1948'de Israel Devletinin kurulmasıyla birlikte özellikle İzmir'deki yahudi nüfusunun çoğu olmak üzere Türk yahudileri beş yüz yıla yakın yaşadıkları toprakları bırakıp yeniden yola çıkmışlardı.

Mavna tipi bir gemide 12 gün süren seyirlerinin ardından vardıkları Haifa limanında demirleyen göçmenler arasında bulunan Lea ve İşayahu Galanti de yanlarında iki küçük çocukla vardıkları çöllerde kendilerine bir buçuk odalı küçücük bir bahçesi olan derme çatma bir evde sıcak bir yuva bulmuşlardı.

Sıfırdan başlayacak yepyeni bir hayata merhabaydı bu.

Israel Devletinin kurulmasının ardından Kuzey Afrika ülkelerinden kovulanlar,  Soykırımdan kurtulmayı başaran  Doğu Avrupa Yahudileri, Türkler ve Bulgarlarla birlikte eniden başlayan bir hayat.

Yafonun göbeğinde, beyaz badanalı, müstakil, tek odalı evlerde yan yana gelen yahudiler ve araplar. Farklı yerlerden getirdikleri alışkanlıkları, gelenekleri, dilleri, her birinin kendine özgü yemekleriyle... kısaca  farklı kültürlerin biraraya getirdiği komşulardan meydana gelen mahallelerle gelişen büyüyen bir şehir, bir ülke..

Bir an kendimi düşünüyorum birden , kendi geçmişimi, çocukluğumu, geride bıraktığım, ülkeyi, cemaatimi , değerlerimizi, değersizliklerimizi..

Bugün 80 milyona ulaşan kocaman bir ülkede barınan küçücük bir cemaatin içinde büyüdüm. Tıkış tıkış mahallelerde, milyonların yaşadığı bir şehirde aynı apartmanda  komşumu tanımadan, en yakınımdaki insanların kimler olduklarını bilmeden yetiştim.

Israel'de Bayan Lea'nın yarım asır evvel yetiştirdiği sekiz çocuğu,  Yafo'da o mütevazı ortamda büyüyen Israel cocuklarıyla benim İstanbul'umda kendi küçük yahudi çevremde yetiştiğim ortamı karşılaştırdım.
Bundan bir kaç ay evvel her Tu Bishvat geleneksel aile buluşmasında her zamanki gibi şöyle bir köşeden onlara bakmıştım, eşimin en büyük ağbisinden en küçük nesil çocuğa kadar onları gözlemlemiştim.

Nasıl da güler yüzlü,  hoşgörülü, karşılarındaki insana özel alanına girmeden gösterdikleri sıcaklık  ve kişiyi her haliyle kabul edip kucaklayan insanlardi bunlar. Kariyerleri, her birinin kendi çekirdek ailesi, bir sonraki nesle vermeyi başardıkları tüm güzelliklerle sahip oldukları en önemli şeyi düşündüm,           " Huzur!!"

Bu insanları bir kadın öyle değerlerle büyütebilmişti ki, bu değerlerin başında, aile sevgisi, dayanışma ve elindekiyle mutlu olabilmek vardı.

O yıllarda yaşadıkları köy havası ortamında iç içe büyüdükleri tüm diğer insanlarla  birlikte sahip oldukları bütünlük ve beraberlik, iç içe yaşayan komşularla, teklifsiz yaşamları içinde kurulmuş içten ilişkilerin yanında disiplini ön planda tutan kuvvetli bir annenin hiç bir doğrudan ödün vermeyen ilgisi ve sevgisiyle ortaya çıkan bir  mükafattı bu,  huzuru ve güveni bütün insanlar yetiştirmek.

Benim büyüdüğüm çevredeyse yaşanan ve yaşatılan en belirgin his, insanlara,  topluma güvenmemekti. Bu açıkça söylenen değil ama hissedilen bir şeydi. Cemiyetim içinde her adımda bir kendini kanıtlama savaşı vardı. Kişiliğinizi, maddi gücünüzü, manevi kuvvetinizi, aklınızı her yönünüzle bir kendinizi ispat savaşıydı bu.

Tüm toplumlarda bu böyle değilmidir diye soranlara benim cevabım azınlık toplumunda , küçük bir cemiyette bu daha belirgindir. Ya da en azından Türkiye'de  bu çok daha güçlü bir duyguydu .

Siz siz değil, toplumun sizden beklediği neyse siz oydunuz. Ya da o olmak zorundaydınız. Farklılıkları içinde barındıramayan bu kişilerin belirlediği yeni hedefler vardır hep ve siz bu hedeflere ulaşmak için savaş vermek zorundasınızdır sürekli.

Mutluluğunuzun hiç bir önemi yoktur aslında. Kendiniz bile mutluluğunuz ya da huzurunuz yerine belirlenen kriterler için verdiğiniz mücadeleyi ön plana koyarsınız farkında olarak ya da olmayarak.. Böylece toplumun tümü  bir tiyatronun süslü kuklaları haline gelir.

Ben bu tiyatrodan hiç bir zaman hoşlanmamıştım ve kendimi bu yapmacık hayata hiç bir zaman ait hissetmemiştim.

Kendi çocuklarım için  bugün koyduğum en büyük hedefim ise  her annenin, her babanın çocukları için en çok dilediği şeylerin başında gelen  başarılı insanlar olmalarından çok daha önce,  hayata gülümseyen kendilerini oldukları gibi sevebilen, kendileriyle barışık bireyler olmaları. Yani kısaca mutlu olmalarıdır. Ve kendileri için  alacakları tüm kararları kendi özgür seçimleriyle sadece kendileri vermeleridir.

Rahmetli kayınvalidemden bana yadigar kalan hayat felsefesi, hiç unutmadığım şey çocuklarimi büyütürken sükunetin anahtar bir  kelime olduğunu her koşulda hatirlamam gerektiğidir.

Ve tüm bunların yanında ki  hedef  aile değerlerinin kaybolmaması ve bizi biz olarak tutmaya devam eden kesin kuralların hiç bir zaman sekteye uğramaması için gereken  otoriteyi onlarla olan arkadaşça ilişkime ve gülücüklerle bezenen ortama rağmen korumaya devam etmektir.

Kanaatimce kayınvalidemin  başarısındaki gerçek anahtar buydu.

14 Mart 2017 Salı


                                                         VATAN



Geçenlerde Facebook'tan bir arkadaşım bana sordu; " Türkiye'ye hiç gelmiyormusun? Buraları hiç özlemedin mi? "
Bu soru karşısında birden Türkiye'ye son ziyaretimden bu yana tam on yıl geçtiğini hatırladım. Ne kadar da uzun bir süre geçmiş. İnanamadım.
Arkadaşım, " Vatanını hiç göresin gelmiyor mu? " diye devam etti sorularına..
Türkiye? Vatan???
Bu çok anlamlı bir soru.
Kendi şahsi açımdan baktığımda içinde çok şeyler ifade eden, bende karmakarışık duygular uyandıran bir soru.
Öncelikle vatan nedir?   Bence vatan kendini ait hissettiğin topraklardır. Sadece doğup büyüdüğün yer olmasının dışında şeyler vardır vatanım dediğin topraklar için yüreğinde. Bu bir çeşit aşk gibidir. Sizin ona ait olduğunuz kadar onun size verdikleridir vatan. Sizi kendinden kabul eden topraklardır vatan toprakları. Sizi başkalaştırmayan.. Kendinizi evinizde hissettiren,  koruyan ve gözeten bir eldir vatan.
Zaman zaman internette İstanbul Turistik Kameraları diye ararım google'dan  . İstanbul'un değişik mekanlarını kameralardan izlerim. Sanırım bunun adı özlemdir. Geçmişiniz, eskilerde bıraktığınız bir şehri ve hatıralarınızı aramak istersiniz birden, işte benim yaptığım da bu..
En çok İstiklal caddesi kameralarına  girerim. Orada o an yürüyen ınsanları izlerim. Böylesi kalabalık bir şehri geride bıraktığım yirmi yılda İstanbul nüfusuna  ne kadar daha insan eklendiğini gözlemlerim bir kez daha.
Kameranın hemen karşısına düşen duvarın dibindeki seyyar simitçiye, kestaneci ya da mısırcıya, hani mevsimine göre bir şeyler satan seyyar satıcılar var ya , işte  en çok o satıcılara gözüm takılır.
Sainte-Pulcherie zamanlarından üniversite yıllarına dek uzun bir dönem o mekanlar benim en çok bulunduğum yerlerdi.
Ders araları, okul çıkışları , her fırsatta arşınladığım Daha o zamanlarda bile içimde hep tuhaf bir nostalji hissetirirdi bu karanlık cadde bana . O eski  evleri, sinemaları, restoranları, gece kulüpleri,  kiliseleri ve kitapçılarıyla çok farklı bir ortamı yaşatırdı bana bu cadde.. Dolu dolu yaşayan , her noktası sizi ayrı bir zamana taşıyan, her kesimden, her dinden ve her ülkeden insanların kendilerini kaptırdığı bir sel gibiydi  tarihi İstiklal caddesi.
Çok kez tek başıma da gezsem bu mekanları paylaştığım farklı dönemlerden okul  arkadaşlarım ise bu yerlere  ayrı bir anlam katan insanlardı benim için.
Çok sevdiğim, saydığım ve hep gülümseyerek andığım güzel arkadaşlarım..

Fakat senelerden sonra bugün geçmişimdeki tüm olumlu hislerime rağmen o çocukluk ve gençlik yıllarımdaki  insanlar içinden kimilerini  bilmediğim, daha önce görmediğim yönleriyle tanımak anlamak fırsatı buldum sanal dünya yoluyla. İçlerinden bazıları bana bir anda sırtlarını dönüverdiler bu sanal ortamda.

Facebook sayesinde ulaştığım, konuştuğum ve yazıştığım eski simalar bana Israel'e gelişimi ve Türkiye'yi bırakma sebeplerimi en keskin şekliyle yeniden hatırlatırlarken, gerçek anlamda bir vatan olgusunun benim için ne demek olduğunu tekrardan düşündürdü yıllardan sonra ve sonuç olarak doğduğum ve büyüdüğüm topraklara neden hiç bir zaman ait olmadığımı  anlamamı sağladılar bir kez daha.

On yargılarıyla, kendi insanı zaaflarıyla şekillenen ayırımcı ve hısmi taraflarıyla gerçek yüzlerini keşfettiğim kimi arkadaşlar beni Türkiye'nin o sevmediğim yönüyle tekrardan yüz yüze getirdi.

Ben bunları yaşarken   bir diğerleri Facebook'ta  " Türkiye benim vatanım dedi " bana.

Bu duygularımın nefretle hiç ilgisi yok. Hislerim sadece  yabancılık duygusuyla büyüdüğüm bu ülkeye karşı içimde duyduğum tepkidir, nefret değil. Özlem se , belli yönleriyle her zaman içimde  mevcut ..

Aslında bu tepki çocukluğumdan beri varolan , içimde hep yaşayan  bir çekingeydi  . Yaşadığım ülke insanına karşı yeterince rahat olamamak duygusu, bir kaçınma, bir mesafe ve tam olarak onlardan  biri olamamak. Sebepleri mi? Sebepleri  geçmişte yaşanmış şeylerdi çoğu kez..

Bir çok yaşananlar sa benden bile eskiydiler.

6-7 Eylül olayları, vatandaş türkçe konuş politikaları, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında artan antisemitizm ve bütün bunların benden önceki nesle yaşattıklarıydı taa bize gelene dek devam eden o duygu.

Evet ailem bir çok şeyden çekinirdi ve her zaman bir çok konuda uyarılırdım onlar tarafından. Sakın öyle söyleme , böyle sakın konuşma gibi şeyler. Çünkü onlar çocukluklarında bir çok olaylar yaşamışlardı ve bu yaşanmışların getirdiği bir korku ve tedirgin bir duruş hep vardı .
.
Annem gittiği 39. İlkokulda çocuklardan çok hakaret görmüş ve dayak yemişti.

Ben se şahsıma okul yıllarımda çok iyi arkadaşlara sahip oldum. Onların arasından hiç biri bana en küçük bir yanlış davranışta bulunmadı. O zamanlar aramızda gerçek bir sevgi ve dostluk vardı.
Sorun kişisel arkadaşlıklarımda değildi .

Sorun toplumun genelindeydi..

Arkadaşınız olmayan diğerlerindeydi sorun. Bazen bir komşu,  bazen bir devlet dairesindeki memurun davranışıydı size . Tv'deki program sunucusunun ağzından çıkan sözdeydi sorun...
Kitaplarda anlatılan hikayelerde,  yazılan çizilen gazete yazılarında, filmlerdeki tiplemelerdeydi sorun ve on yargı ve olumsuz fikirler yüklenen beyinlerdeydi sorun..

Türkiye'deki insanın zihnindeki Yahudi  ne kadar da  sevimsizdi.

İnsanları aralarında duyardınız konuşurlarken, Yahudi sıfatı olumlu şeyleri çağrıştırmazdı toplumda.
Yani şahsınıza bir şey yapılmasına pek gerek yoktu aslında .
Sevilmeyen bir toplum olduğunuzu hatırlatan yeterince şeyler vardı.

Annem çocukluğunda yaşadıklarını bana  anlatıp durmuştu. Okul yolunda midesine tekmeler atan çocukları.. " Pis Yahudi !  diye sık sık çağrılışını. Bu onu yeterinden fazla incitmişti. Atılan tekmelerin acısından çok yapılan hakaretler daha da çok yer etmişti zihninde. O yaşadıklarını hiç unutamadı.

Bugün bana çıkıp Cumhuriyetçi, laik,  modern Türkler bizler de bugün rahat değiliz, bizler de zorluklar yaşıyoruz. Kendi toplumumuz içinde güvende değiliz . Kendi içimizde yaşayan yabancılarız çünkü iktidardaki partiye karşıyız diyorlar.

Ve sanki tüm sorun Türkiye'deki şeriatçı kitle ile alakalı imiş gibi konuşan çok insan var.

Ben kendimi bir Türk gibi hissedemediysem bunun sorumlusu Şeriatçılar değil Laik Cumhuriyetçilerdi.

İlk zamanlar Facebook'ta  bir çok arkadaşımı bulmuştum. Ve her bulduğum kişi benim için bir mutluluktu.

Ancak,  Facebook'ta zaman zaman yazdığım kimi politik görüşlerimin, Israel'de yaşıyor olmam gerçeğinin, son yıllarda Israel Filistin sorunun getirdiği  büyük on yargıların  kişisel ilişkilerimi  bu derece etkileyeceğini tahayyül bile edemezdim.

Kısa bir zaman önce Üniversite yıllarımdan çok sempati duyduğum bir arkadaşımı bir süredir Facebook'ta görmediğimi farkettim. Sık rastladığım, selfie'leri, paylaşımları kaybolmuştu.
İsmini yazdım, yoktu. Onu buldum ama artık listesinde değildim.

Halbuki aramızda hiç bir şey geçmedi. Hatırladığım son kişisel yazışmamızda , İstanbul'a gittiğimde mutlaka görüşeceğimizi söylemiş olduğumuzdu.

Son bir kaç yılda nice okul arkadaşlarım beni bu şekilde hayal kırıklığına uğrattı. Nice okul arkadaşım Israel hakkında olumlu fikirler paylaştığım, Israel'i savunduğum için beni listelerinden çıkardılar. Onların kafalarındaki şeytanı savunmam. Çocukluklarından beri yüklenmiş kötü bir modelin arkasında çıkmam onları rahatsız etti.

Ortaokul yıllarından en iyi arkadaşlarımdan  bir tanesi ise II. Dünya Savaşında Yahudilerin yok edilmesinden en ufak bir esef duymadığını açıkça lanse ettiği için listemden  onu ben bizzat kendim çıkardım.

Yine  diğer bir lise arkadaşım  sayfasında Arap ülkelerinin kapılarını çalan şeytanın üzerinde  Davudun Yıldızı olan bir karikatür paylaşmıştı bundan aylar önce. Ona paylaştığı karikatürün yeterinden fazla antisemit olduğunu özelinden yazdığımda bana cevap vermeyi bile fazla gördü.

Hele Sainte-Pulcherie sıralarında daha mini mini çocuklar iken  birlikte basket topu elimizden düşmeyen bir arkadaşımı seneler sonra Facebook'ta arkadaşımın sayfasında gördüğümde, ne de sevinmiştim. Ona aynı sevinçle , özelinden nasılsın? ne yaptın bunca senedir? seni bulduğuma çok sevindim dediğimde onun bana ilk tepkisi :

" Senin orada ne işin var kızım ??! " olmuştu. O an benim bütün olumlu duygularım bir anda silinmişti. Çünkü karşımdaki arkadaşımın tüm önyargılarının devreye girdiğini hissetmiştim bir anda.
O andan sonra benimle araya koyduğu mesafeyi hep hissettim. Artık bu insan çocukluğumda tanıdığım, beni seven  ve sayan arkadaşım değildi. Diğer sıra arkadaşlarımla içten yazışmalarına bakıyordum , bana hiç bulaşmamaya gayret ediyor, yazdıklarıma bir tepki vermiyor, paylaştıklarıma yorum yapmıyordu. Bir gün Israel karşıtı bir paylaşımı sayfasında görene dek ona bir şey demedim. O gün onu sessizce sildim. Bana nedenini hiç sormadı bile.

Başka bir arkadaşımsa benimle Israel hakkındaki düşüncelerini hep açıkça paylaştı.

Onunla demokratik bir dostluğu sürdürmeyi  uygun gördüm. En azından beni kişisel; olarak sevdiğini düşündüğüm için ona yanlış bildiği şeyleri öğretmek için arkadaşlığımı sürdürmek istedim hep.

Bugüne dek bunu başardığımı zannetmiyorum.

Tam dedikleri gibi önyargıları parçalamak  atomu parçalamaktan daha zor.

Zaten Türk toplumunun en büyük sorunu  genel olarak kendinden başkalarını sevmekte zorlanmasıdır.

Türk toplumu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren azınlıklarla çok sancılı yıllar geçirmiştir. Bunlar hiç bir zaman okullarda okutulmamış ve ders kitaplarında yazılıp çizilmemiş olsalar da.

Kürtler, Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve Aleviler , bu azınlıkların hiç biri Yahudilerden daha şen daha rahat olmadılar. Daha çok sevilmediler..

Demokrasi sözde hep vardı ama hakkını savunmak hep zordu. Doğruları söylemek, Aşkaleye taş kırmaya giden neslin yaşadıklarını konuşmak ise mümkün değildi..

İnsanların ellerinden alınmışları konuşmak sa kimin haddineydi..

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyete dört elle sarılan Türk insanına büyük saygı duymakla birlikte. Bence Türkiye'nin bugünlere gelmesinin sebepleri demokrasinin hiç bir zaman gerçek anlamda oturtulmamış olmasıydı..

Laikliğin ve Türklüğün katı temeller üzerinde durması büyük sorundu. Demokrasi olan bir ülkede din özgürlüğü olması gerektiği gibi , başını örtmek isteyen insanlara bu  özgürlüğü tanımak ta bir ödev olmalıydı. Laiklik aslında budur. Laiklik demokratik düşüncenin bir parçasıysa eğer..

Bugün yavaş yavaş yerleştirilmek istenen İlahi düzen ne kadar yanlışsa Atatürk'ü eleştirmekten çekinen ve onu da  İlahlaştıran düzen de o kadar yanlıştı.

Atatürk'e minnetar olmak onu illahlaştırmak olmamalıydı.

Bu ülke insanı yeterince demokrat olabilmiş olsaydı içindeki azınlıkları bugüne dek korumuş olurdu..

Cumhuriyet öncesi Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler nerede bugün?

Bu insanlar nereye gitti?

Bu soruyu bugüne dek kaç kişi merak etti?

Sanırım sadece haftasonu en pahalı restoranda en güzel şarabi içmekle , Fransız mutafığını tanımakla, en son filmi sinemada izlemiş olmakla medeni olunmuyor. Demokrat sa hiç ama hiç olunmuyor.

Beni en son listesinden sessizce sepetleyen, ve ona  beni listenden neden çıkardığını öğerebilirmiyim soruma cevap vermeyi fazla gören arkadaşım görünürde çok medeni bir insan.

Sarışın mavi gözlü olan bu arkadaşım büyük ihtimalle Balkan göçmeni bir ailenin kızı.
Dış görünümu hoş, ilk bakışta tamamen Batılı bir imaj uyandıran çekici bir bayan.
Yabancı müzik seviyor, çok güzel giyiniyor. Her açıdan ilk intiba olarak medeni standartlar yansıtan biri. . Geçen yaz uzakdoğudan resimler paylaşmıştı.. Yani gezen gören ve ona göre bakış açısını genişletmiş olması beklenen bir insan.

İşte bazen sorun burada olabiliyor, bazen ve çok zaman Türkiye'de bir çok şey şekilde kalabiliyor.

O ve onun gibiler medeniyeti yaşam standartlarındaki noktada görüyor ama medeni olmanın belki de onun gibilerinin işlerine pek gelmeyen çok farklı standartları daha var.

Demokrasiyi gerçek anlamda  içine sindirmiş olmak gibi.

Ama hiç demokrat olamamış bir toplumdan bunu beklemek ne derece mümkün?

Kendinden  farklı olabileni kabul edebilmek gibi. Başka düşüncelere değer verebilmek gibi. Onunla birlikte yaşayabilmek, kendin gibi olmayanı sevebilmek gibi.

Bir fikir mozayiğini yaşatabilmek, farklı kültürlere kendi içinizde yer verebilmek gibi.

Kanatımce  " Ne mutlu Türküm diyene" diyerek...

" Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" andıyla sanıyorum ancak bu kadarı mümkündü..

Vatan toprağı ise,  ne mutlu ki vatandaşınım diyebilen her canlı için bir yuvadır..




Batya R. Galanti





































23 Aralık 2016 Cuma



                                       KEŞKE ÇOCUKLAR ÖLMESE



Hayatında bir kez olsun ölümü düşünmemiş kişi varmıdır? Ölümden hiç korkmayan bir insan mevcutmudur? Yaşamın, insan olmanın hatta yeryüzünde sadece basit bir canlı olmanın en doğal parçası değil mi ölüm korkusu? İşte ben daha çok küçük bir çocukken , belki daha on yaşlarındayken bir gece yatağımda ( her zamanki gibi )  düşüncelere kaptırıvermiştim kendimi. 
Ve bir yerden sonra ölüm olgusu üzerine odaklanırken hayatımda ilk kez ölümün varlığımın vazgeçilmez bir parçası olduğunu idrak ederken  bir an bir gün öleceğim diye düşünmüştüm..Gecenin karanlığında yatağımda  doğrulurken  kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.  Sonra hemen  " Hey sen daha çok küçüksün bunu düşünmemen lazım!  diye kendimi ikna etmeye çalışırken  bir şekilde  yatışmıştım.
Geçen günlerde oğlum yatağının yanında her gece yaptığımız sohbetin arasında bana birden bire
 " Anne ölüm nedir? diye sordu.. Arkasından ölümle ilgili  getirdiği daha bir çok soruyla beraber . 
Bir çocuğa ölümü anlatmak kolay değildir. Hele otist bir çocuğa ölümü anlatmak daha da zor.
Ona ölümün korkutucu gerçeğini en hafif şekliyle kısaca anlatmaya çalıştıktan sonra, 12 yasında bir çocuğun ölümü düşünmeyecek kadar genç olduğunu ve yaşanacak daha çok uzun yılları olduğunu söyledim.
Bu sözleri söylerken ona sarılıp verdiğim öpücükle onu bir nebze rahatlatmayı başarırken oğlum bana " Anne sen benimle ne zaman konuşsan, sen bana ne zaman sarılsan ben hep sakinleşiyorum biliyormusun? " deyiverdi.

Oğluma küçük bir çocuğun ölümü düşünmemesi gerektiğini söylerken aklıma daha bir iki saat evvel seyretmiş olduğum video klip geldi. Söylediklerimle bire bir çakışan bazı  gerçeklerle  beraber.

2011'de başlayan ve bugüne dek bitmeyen bir insan dramını aksettiren belki binlerce video çekiminden   bir tanesiydi bu .

Suriye'de, Halep'te geçtiğimiz hafta hastaneye getirilen yaralı küçük bir kız ile annesinin çaresizliklerini gösteren bir video klipti bu.

Bu video bugüne kadar seyrettiklerim içinde belki yüreğimin en derinliklerine dokunan görüntülerden biriydi benim için.
Üç dört yaşlarındaki bu küçük kızın yüzünde gördüğüm korku , gözlerindeki çaresizlik , annesine bakışlarındaki güvensizlik bu savaşla yaşamaya mahkum edilen ve her gün bir kez daha öldürülen çocukların yaşadığı cehennemi o kısacık süren saniyelerde uzun yılların dramını sığdırmaya yetiyordu sanki.

Videoyu dakikalarca seyrettim.. Gözlerimi ondan alamıyordum. Belli ki saklandıkları yere düşen bombalar bulundukları yerin tavanını üzerlerine yıkmıştı.  Altından çıkarıldıkları enkazın , beton yapının tozları çocukcağızın saçlarını örtmüş bir halde, yüzü gözü her tarafı hafif yaralarla kurtulan kızın  annesinin kanlı yüzüne kısa aralıklarla attığı bakışlarında  artık aradığı desteği bulamayacak bir çaresizlik okunuyordu.

Keşke ona sarılabilsem, korkma bak artık geçti diyebilsem diye hissettim . Keşke ona sıcak bir yuva ve sevgimden bir parçacık verebilsem diye düşündüm bir an .Yanındaki annesi en az onun kadar çaresiz ve korku dolu olduğu belli bir haldeyken çocuğun yaşadığı travmayı atlatması için ona el verecek kimse yoktu o an yanında.

Bu minik yavru, Suriye'de yaşanan büyük dramın sadece küçücük bir örneği.. Onun gibi binlerce dram var. İnsanlık her gün bir çocuğun dünyasını sonsuza dek yıkarken hayatın anlamı bir hiçle değer bu yerlerde..

Benim oturduğum salonumdan sadece 150 -200 km ötede beş yıldır insanlar ölüyor ve bu ölümün ne için  olduğunu belki de bir çoğu kavramış bile değil.

Aralık 2010 'da Tunus'ta Hükümet karşıtı gösterilerle başlayıp kısa zamanda bölgedeki diğer ülkelere de sıçrayan Arap Baharı Ortadoğu'da çağlar boyu diktatörlüklerle yönetilen halklar için düşünüldüğü gibi bir değişimi getirmeyeceği çok kısa bir zaman içinde belli olmuştu bile.

Sadece Tunus , Mısır ve bir kaç ülkede kısmen daha hafif atlatılan bu gösteriler ve peşi sıra gelen irili ufaklı devrimler dışında özellikle Körfez Ülkelerinde kök salmış yönetimler halklara göz açtırmayacaklarını kısa zamanda ispat etmişlerdi.

Suudi Arabistan, Umman , Katar gibi ülkelerde Batının desteğiyle ayakta duran Diktatörlerin demokrasiyi ülkelerine sokmaya niyetleri olmadıkları açıktır.

2011'de Tunus, Mısır , Libya gibi ülkelerle birlikte Suriye'de de rejim karşıtı gösteriler yapılmaya başlanmıştı. İlk günler herşey kimi masum gösterilerle başlarken Esad'ın hakimiyeti elinden düşürmek korkusuyla şiddete başvurması işin rengini bir çırpıda değiştirmişti.

Bugün bu bölgede devam eden korkunç olayların sonu ne zaman gelir  belli değildir.

Yıllarca başta ABD  olmak üzere batının kendi çıkarları, bölge hakimiyeti için desteklediği diktatörler kendi  halklarını hiç durmadan ezmeye devam etmiştir.


2003 yılında Saddam'ın Amerika'nın çıkarlarına ters düşmesiyle ABD'nin Irakı İşgali ve Saddamın devrilmesiyle  büyüyen kaos, Sünni ve Şiiler arasında yüzyıllara dayanan kavganın giderek daha şiddetlenmesini, baskı altındaki hakların birleşerek oluşturdukları bilimum radikal örgütlerin Suudi Arabistan, ABD, İran gibi ülkelerin destekleriyle  büyümeleri sonunda yayılmaya devam eden karmaşa. Al Qaida ve ondan koparak oluşan ve ondan da  fanatik olan İŞİD'in gittikçe daha geniş bir alana yayılmasıyla  bugüne dek görülmüşün ötesinde bir Radikalizmi buralarda hakim kılma çabaları yüzyıllardır tanık olunmamış barbarlıkları da beraberinde getirmiştir.

Irak'tan Suriye'ye kadar genişleyen İŞİD'in zorlayıcı gücü ve  Esad'a karşı savaşan muhalifler..

Esad'ın arkasında muhaliflere karşı savaşan İran, Hizbullah ve Rusya
Diğer tarafta  Esad'a karşı savaşan ve ABD ve Avrupanın desteğini alan Özgür Suriye Ordusu ve diğerleri..

Sonuçta, bölgede kendi güvenliğini tehtid eden unsurları zaman zaman yok etmek için  Hizbullah ve Suriye'deki silahları hedef alan  Israel .

Başladığı günden bu yana hafiflemek bir tarafa gittikçe büyüyen savaş başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğuyu yaşanması imkansız bir kaosa sürüklemiştir.

Bu arada çıkan savaş yüzünden Suriye Halkının en az yarısı evini terk etmek zorunda kalmıştır.

Beş yıl içinde  470.000 kişi hayatını kaybederken, yaşanan cehennemin en büyük kurbanları yine çocuklar olmuştur. Bugüne dek 50.000 çocuk hayatını yitirirken,  kalanların yaşadıkları  cehennem onlar için yeniden bir normalleşmeyi getiremeyecek çoğu zaman.

Milyonlarca Suriyeli mülteci durumuna düşerken sığındıkları Avrupa onlar için ne derece bir çözüm olacak gelecekte bunu daha iyi göreceğimize inanıyorum.

Batının Ortadoğu'da başlayan kaosa yıllarca karşıdan bakmayı tercih etmesi insanlığın sadece kendi için yaşadığı bu dünyanın ne kadar ikiyüzlü olduğunu tekrardan kanıtlamıştır.

Eylül 2015 'te dünyayı sarsan bir fotoğrafın internete düştüğü güne dek herkes sustu.

Bu fotoğrafta küçücük bir çocuğun Bodrum sahillerine vurmuş olan  bedeni bulunduğunda resmi çeken gazeteci şöyle bir başlık geçmişti; " Humanıty washed ashore" : SAHİLE VURAN İNSANLIK!

Bu fotoğraf son bir yıl içinde Akdenizi geçerek  İtalya ya da Ege'den Yunanistan'a ulaşmak için botlara binerek hayatları pahasına Suriye'deki cehennemden kaçarken ölümün kucağına düşen 3770 insandan sadece biriydi. Bu binlerin içinde daha kaç yüz tane Aylan Kurdi vardı bilmiyorum..

Çocukların ölümü insanlığın utancı olmaya devam ederken.
Avrupa gözlerini yumduğu tüm insanlık dışı olaylara karşı ilk kez sessiz kalamayacağını anlayarak mültecilere kapılarını açmak zorunda kaldı.

Peki yapılması gereken bumuydu acaba?

Bu insanların evleri yokmuydu? Okulları? iş yerleri? her gün devam ettirdikleri iyi kötü bir hayatları yokmuydu?
Bunu kim yok etti?
Bu insanlar neden bugünlere geldi?
Neden bu bölgede insanlar hiç bir zaman insanlıkla eşdeğer bir hayat süremediler?
Neden Ortadoğuda hep sömürü düzeni hakim oldu?
Cehalet hiç bitmedi..
Bu halklar aşiret toplumları olmaktan neden öteye gidemediler?

Kullanıldılar, sömürüldüler, cahil bırakıldılar, din kölesi haline getirildiler.
Ortadoğuda yönetenlerle yönetilenler arasında eşitlik olmadı hiç.
Bu bölgenin kaderi hep büyük güçlerin elinde belirlendi.
Ve şimdi daha da  radikalleşen bu toplum son göçlerle Avrupa'ya taşıyor.
Mültecilerin içine karışan radikaller ve Daesh (ISİS) Avrupa'ya , dünyaya bu savaşı taşımayı amaçlıyor.
Dünya bu bölgenin yükünü taşımaya hazırlanırken, Batının kısa vadeli hesapları uzun vadede kimseye yaramadı.
Keşke insanlar evlerinden , topraklarından kopmasalardı, keşke kimse mülteci durumuna düşmeseydi, keşke dünya daha adil bir şekilde yönetilseydi, insanlar keşke heryerde eşit şartlarda yaşasalardı. Ve Suriye ve Irak ve diğerleri halklarını barış içinde barındırabilselerdi. Mülteci olarak başka yerlere taşmak yerine.

Evet bu şu an için sadece bir ütopia... gerçeklerse artık Daesh'in , Al-Qaida'nın  sadece Ortadoğuda değil  heryerde olduğudur.

İki adım ötemde çocuklar ölürken ben hala ölümün çocuğa yakışmayacağını hayal edebiliyorum..

Keşke gerçekler bu kadar masum olsa..................



Batya R. Galanti.

2 Aralık 2016 Cuma


                                       ISRAEL'DE YANGINLAR


26 Kasım sabahı neredeyse uykusuz bir gecenin ardından sabah 05:30' ta yatağımdan fırladım. Daha fazla uykuyla mücadele edecek halim kalmamıştı. Salona gittim. Bilgisayarımı açtım. Haber arıyordum.
Bir gece önce Haifa'da devam eden büyük yangın üzerine 60.000 kişinin evlerinden tahliye edildikleri haberleri, Yeruşalayim çevresinde  çıkan yeni yeni yangınlar ve dolayısıyla tüm varlığımı kaplayan çaresizlik ve kaygı dolu hislerle yatağıma gitmiştim.
Son durumu öğrenmeye çalışırken, ne tuhaf burnuma duman kokusu geldi. Yerimden kalktım, mutfak tarafında açık olan pencereden yanık kokusu geldiğini farkettim. İnanılmazdı..
Pencereden ufka baktım, gözlerim insiyaki olarak yangın arar oldu birden..Benim evimden Yeruşalayim dağları görünür. Acaba yangın o kadar yaklaşmış olabilir mi? Hayır yangın yoktu ufukta.. Ama doğudan esen rüzgar Yeruşalayim , Neve İlan'daki büyük yangının  kokusunu buralara kadar taşımıştı sanırım.
Israel'de bundan önceki büyük yangın yine Haifa'nın güneyindeki Karmel'de meydana gelmişti tam altı yıl evvel.
Israel tarihindeki en büyük ve en kötü yangın olan Karmel yangınında 50.000 dönüm orman alanı yanarken 44 itfayiyeci girdikleri ormandaki ateş çemberinden kendilerini kurtaramamışlardı.
Bu kez Israel yetkilileri bu yangında daha organize ve daha hazırlıklı olmakla birlikte yangınların bir anda bir çok noktada aniden çıkıvermesiyle verdikleri mücadelede yetersiz kalmakla karşı karşıya idiler tekrardan.
Yangınların bir kısmı yakılan ateşin söndürülmemesi gibi ihmal yüzünden başlamışsa da daha sonra  bir çok noktada başlayıveren şüpheli yangınlar ülkenin bir anda yeni bir saldırı altında olduğunu hissettiriyordu insana.
Israel'in Güney bölgesi olan Ölü Deniz'den Kuzey'de Naharıya'ya kadar  heryerde yangınlar çıkmıştı bir anda.
Bu arada İnternette, özellikle facebook'ta bir çok Türk " Yahudiler yakılmaya alışık bir millettir .. " yazıları paylaşmıştı bile., Suudi Arabistan, Mısır. Batı Şeria ve Gazze'de ise Araplar  Israel'deki yangınları kutluyorlardi...
Birileri bir yerleri yeşertmeye, yeşili korumaya, onu kurtarmaya çabalarken bir diğerleri yok olan doğa için sevinebiliyordu..
100 yıl içinde bu topraklarda Yahudiler  240 Milyondan fazla ağaç diktiler...
1800'lerin sonlarında kurdukları ilk kibbutzlar ve Moshav'larla bu toprakları işlemeye başlayan yahudiler yüzölçümünün  yarısından fazlası çöl olan bu bögeyi büyük ölçüde yeşertmeyi başardılar.
Dünya'da 21. yüzyıla  yok ettiginden fazla sayıda diktiği ağaçla giren iki ülkeden biridir Israel. ( İkinci ülkeyse Belçika'dır).
Bu yangınlardan bir kaç gün evvel  Türkiye'den, Üniversite yıllarımdan en çok sevdiğim dostlarımdan biri beni ziyarete geldi .
Onunla içtiğimiz kahvenin ardından çıktığımız akşam yürüyüşünde etraftaki tüm ağaçlar, yeşillik alanlar, parklar ve oyun sahaları gözüne bir şehirde olası en doğal manzaralar gibi göründü sanırım. Daha sonra arabayla evimden beş dakika uzaklıktaki kumsala giderken geçtiğimiz kum tepelerini görünce arkadaşım birden şaşırdı " Aaaa buraları çöl !|" dedi birden. Sanırım o ana kadar benim oturduğum şehrin olağan  manzarasının aslında olağanüstü bir şey olduğunu anlamamıştı bile...
Maarav ( Batı) Rishon Israel'in yeşeren yüzüne benim direk tanıklık ettiğim köşelerden sadece  bir tanesi..
30 yıl evvel Netziona'ya,  amcamın Tel Aviv'in güneyinde yaşadığı küçük şehire arabayla gittiğimizde, anayoldan geçtiğimiz Batı Rishon baştan sona kum tepeleriydi. Bir kaç kilometre boyunca  yer yer çalılıkların dışında buraları tamamen çöldü..
Bugün oturduğum mahallemde , kapıdan çıktığım an karşıma çıkan her noktada ağaçlar ve yeşillik alanlar var. Her yer göz alabildiğine yeşil.
Kimi insansa Avrupa'dan Türkiye'den sayahat dönüşü, oradaki yeşil bambaşka diyecek kadar düşünemez yaşadığı bu yerin aslında çöl olduğunu ve buna rağmen çölde yaşamadığını.........
Yeşilin tonunu mukayese eder durup durup. Senenin en az  300 günü kızgın güneşin altındaki bu şehirlerde dikilmiş her ağacın hangi emeklerle yeşerdiğini unutarak konuşur.
Bu ülkedeki yeşil Tanrı tarafından bağışlanmış bir yeşil değildir.. Doğal yağmurlarla oluşmuş bir güzellik değil bu. İrlanda, İskoçya Almanya ve diğer Avrupa'nın muhteşem güzellikte ülkeleri gibi, dünyanın bir çok köşesi gibi.. Israel'deki yeşil insanoğlunun kendi özel çabasının bir ürünüdür. Burada doğal zannedilen herşey büyük çabalarla, eğitimle, düşünerek,  kafa yorarak, çalışarak , alın teri dökerek,  geliştirilen teknolojiyle yeşeren bu topraklar için harcanan emeğin neticesidir buradaki tüm parklar, ormanlar , ağaçlar ve çiçekler ve cm kareye düşen her doğal alan...
Geçen hafta bir çırpıda 20.000 dönüm orman alanı yandı Haifa'da.. aynı şekilde Yeruşalayim'de yine bir o kadar orman alanı yanmıştır.. Ülkenin dört bir yanında en az 39 büyük yangın ve  1773 noktada irili ufaklı yangınlar devlet için  milyonlarca dolarlık bir zarar getirirken  572 ev tamamen yanmış 77 bina büyük çapta zarar görmüş. 180 kişi yaralanmış ve 1600 kişi evsiz kalmıştır..

Geçen hafta Israel yanarken Araplar sevindi.

Israelliler öldüğü zaman Araplar ne yazık ki hep sevinir. Halbuki ben hiç bir Arabın canına zarar gelmesinden mutluluk duyamam ve Israel'de kimsenin bugüne dek çıkıp bir Arap öldü diye baklava dağıttığına tanık olmadım.

Fanatik insanların her toplumda olduğunu,  hele kurulduğu günden beri savaş gerçeği içinde yaşayan bir toplumda bu türde insanların olmamasının mümkün olmadığını sosyopsikolojik bir gerçek olarak görürken tüm bu gerçeklere rağmen  Israel toplumunun içiçe yaşadığı düşmanına karşı yine de  (dünya'da söylendiğinin çok tersi ) büyük oranda ılımlılık taşıdığına , başka bir toplumun aynı durumlarda ne kadar daha sert ve ne kadar kötü tepki verebileceğini  hep düşünmüşümdür. ( Dünya basınında Israel hakkında yapılan tüm karalamalar ve kirletme çabalarına rağmen! )

Her terör olayında, her facia ya da savaşta Israel dış basında bir şekilde mağdur durumundan suçlanması gerek suçlu durumuna gelmeyi başarabilmektedir.

Le Monde gazetesinin burada yaşadığımız o ateş dolu günlerde yaptığı gibi.. "Israel'de sağcı Hükümet  çıkan yangınlarda Arapların parmağı olduğunu iddia ederek masum Filistinlileri suçlu göstermek çabalarına düşmüştür!" ..şeklinde yazdığı haberde yeniden Israeli şeytan kılığına sokmayı bir şekilde becermiştir.

Dış Basında Israel Arap Antlaşmazlığının karar verilmiş bir rol bölüşümü vardır.. Senaryo ne olursa olsun bellidir. Bu senaryoda Israel her durumda kötü Araplarsa her durumda iyi ve masum olan taraftır.

Bu bana Nice'te Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında etraftaki halka dehşet saçan katili masum göstermeyi hatırlatıyor!!

Halbuki verilen zarar sadece bize değil ki!

Ormanların, havayı temizleyen ciğerlerin sökülüp atılmasına sevinen aptallara ise anlatabilecek ne olabilir??

Yaşadıkları heryeri cehenneme çevirmeyi becerenlere cenneti anlatmak ne mümkün??!!!



Batya R. Galanti

28 Ekim 2016 Cuma


                       YERUŞALAYIM VE YAHUDİLER



Yıl 2016, Israel'de bir düğün.... Bir kadın ve bir erkek .Hupa ve Kiduşin. Yüzyıllardır süregelen bir gelenek... Kurulan her yuva,  gelecek nesil için kadın ve erkeğin hupa'da evliliğe doğru attıkları adım. Binlerce yıldır devam eden Yahudiliğin  en önemli yapı taşlarından biri, yahudi geleneğinin devamının simgesi..
" Göklerdeki Kralımız (Adonay) sen kutsalsın ve bu evliliğe izin veren sen  Israel halkını hupa ve Kiduşin'le bir kez daha kutsadığın için  mübareksin" duasıyla edilen yeminle birlikte kadının işaret parmağına taktığı yüzüğün arkasından Yahudi erkeği 3000 yıldır aynı cümleyi tekrarlar;
"İm eşkaheh Yeruşalayım
Tişkah yemini
Tidbak leşoni lehiki
İm lo ezkerehi
İm lo a’aleh et Yeruşalayım
Al roş simhatı "
Mezmurlar (137)  ( Ey Yeruşalayım, seni unutursam,
Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalayımı en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın!!)
Ve  Yeruşalayım'de ikinci kez yıkılan Beit Hamikdaş'in anısına erkeğin bardağı kırmasıyla hupa'daki tören sonlanır....

Unesco geçen hafta içinde Yeruşalayim'in Yahudiler için neyi ifade ettiğini ya da başka bir dille neyi ifade etmediğinin kararını vermek için toplandı.

2015 yılı Temmuz ayında bir grup dindar yahudinin Yeruşalayim'de ( Kudüs'te Al-Aksa'nın bulunduğu alan) Tapınak Tepesini polis güvenliği eşliğinde ziyaretlerinin sonrasinda  Al-Aksa'da Filistinliler tarafından çıkarılan olayların ardından Araplar Unesco'ya Yahudiler'in Yeruşalayim üzerinde hiç bir manevi hakka sahip olmadıklarını, Yeruşalayim ve Tapınak Tepesi'nin Müslümanların kutsal yeri olduğunu ve bu yerlerin işgalci güçler tarafından agrese edildiğine dair bir genelge sundu.

Israeli Yeruşalayime bağlayan  Yahudi tarihi ve gerçekler hiçe sayılarak, Arapların sayıca olan üstünlüklerinin getirdiği avantaj ve batının kendi menfaatleri çerçevesinde karşıdan kalarak gösterdiği sessiz onayla bu önerge UNESCO kurulunda sunulduğu günden bir yıl içinde onaylandı.

UNESCO haklıdır.  Araplar için Yeruşalayim çok önemlidir.. Neden mi?

Müslümanların Peygamberleri Muhammad 7. yüzyılda  Mekke'den çıktığı bir yolculukla Yeruşalayim'deki  Moria Dağının bulunduğu yere varmıştır. Bugün Al Aksa'nın bulunduğu Har Ha-Moria ya da diğer adıyla Tapınak Tepesi'nden göğe çıkmıştir.   Cennet ve cehennemi gördükten sonra tekrardan Arabistana dönmüştür.

Al Aksa'nın inşaa edildiği tarih tam olarak bilinmese de Mekke'de Kabe'nin inşaasından 40 yıl  sonra inşaa edildiği iddia edilir.

Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıla kadar buranın neyi ifade ettiğini Unesco bir çırpıda unutmuşsa da gerçekleri yok saymak kimsenin yapabileceği bir şey değildir.

Müslümanlığın doğuşuna kadar Tapınak Tepesi Yahudi inancının kalbiydi. Bu tepe bugüne dek Yahudiliğin en kutsal saydığı noktadır.

Dünyanın kuruluşu, Adem ve Havva  ve Nuh Peygamber ve Avraam ve İtshakla ilgili hikayelerin geçtiği tepedir  Har HaMoria  ya da Har Ha Bayit..

Araplar gelene dek 1500 yıl Tanah'ta yazılı olan bir çok hikaye  buralarda geçti..
Tanrı ilk adamı Har Hamorah'da ( bu tepede)  yaratmış.. Dünyanın başlangıç noktası yine Tanah'ın
(Tevrat 'in ) anlatılarına göre burasıdır.

David ( ya da Davut) Peygamber  Yeruşalayim'i ( yani Kudüs'ü ) aldığında Tanrı için burada ilk mabeti yapmak istemiş ve oğlu Salomon ( Süleyman ) ilk Mabeti bugünkü Tapınak tepesinin olduğu yerde inşaa etmiş.. ( İ.Ö 957)

İ.Ö 586'da Babilliler tarafından yıkılan mabeti'in yerine İ.Ö 516'da İkinci Mabet inşaa edilmiştir.

Kısaca Tanah'ta yani Tevratta  669 kez Yeruşalayim'in adı anılır...

Ya Kuran'da?

Muhammad'ın burayı kutsal saymasının altındaki neden belliydi. Çünkü burası Yahudiler için kutsaldı.

Araplar tarih boyu kuşattıkları her yerde diğer dinlerin kutsal saydıklarını kendi inançlarıyla  kuşattılar.

Başkasına ait kutsallar Arapların kutsalları oldu.

UNESCO'ya Arapların sunduğu önergeye göre  sadece Tapınak Tepesi değil, bu tepenin altında yatan tüm Yahudi kutsalları yani I. ve II. Mabetin kalıntılarıyla birlikte II. Mabet'i çevreleyen ve bugün Batı Duvarı olarak anılan Ağlama duvarının bulunduğu alan da Müslümanlara aittir.

Araplar Israeli buraları kuşatma altında tutmakla,  Al Aksa'ya giriş çıkışları kontrol eden İDF ve Israel Hükümetini din özgürlüğünü kısıtlamakla suçlarken Yahudi Dindarların ( Arapların ) Vakfın Kontrolü'ndeki Al Aksa'nın bulunduğu alana zaman zaman özel izinle yaptıkları ziyaretleri de provokasyon olarak kabul etmektedirler.  Al Aksa'ya  Israel  polisinin  güvenlik sorunları sonucu yaptığı baskınlarını da ayrıca kınayan önerge geçtiğimiz gün UNESCO tarafından onaylanmıştır.

Arapların genel olarak sahip oldukları alışkanlıklar: Dini vecibelerini yerine getirirken kendi kutsalını hiçe saymak, kendi kutsalından başka dine ait kutsallara saldırmak, Yahudi dindarları hedef alıp yaralamak ya da öldürmek ve bunun üzerine Israel'in aldığı tedbirleri kendilerine saldırı ve saygısızlık olarak nitelemektir.

Hem saldıracak hem de suçlayacak, işte bir Arap klasiği...

Araplara  ve sonuç olarak tüm uluslararası cemiyete göre , Al Aksa'yı Israelli inananlara saldırı alanına çevirmek , Ağlama Duvarı'nda dua eden insanları Al Aksa'dan taşlarla hedef almak, caminin içinde molotov kokteylleri depolamak. camiden polislere saldırmak helalken Israel polisinin  buraya saldırganları yakalamak için girmesi İslam'a  hakaret ve saldırıdır..

7. yüzyıldan bu yana kılıçtan geçirerek yaydıkları dinlerini  bugün 1.7 Milyar gibi bir nüfusa çıkaran İslam dünyasının UNESCO'daki ağırlığını tartışmak sanırım aptalca olur.

Fakat herşeye rağmen Hıristiyan dünyasının, batı ülkelerinin Yahudilerin Yeruşalayim'le hiç bir ilgisinin olmadığı gibi bir önergeye sessizce onay vermelerini hazmetmek öyle kolay bir şey değil.

Bu önerge somut olarak fazla bir şey ifade etmese de , Israel'in uluslararası alanda sürekli uğradığı  haksızlıkları sindirmek biz Yahudiler için gerçekten de zordur.

Bu önergeye karşı koymayan İtalya , Fransa ya da İspanya gibi ülkelere sorulacak tek soru;  " Şimdi  kendi özünüzü de reddediyorsunuz o zaman değil mi ? " dir.

Çünkü Yahudilerin bu topraklarla olan bağını reddetmek demek Tevrat'ı reddetmek, yani Hıristiyanların Kutsal Kitabını da reddetmektir. Tanah Hıristiyanlığın birinci kitabı, temelidir.. Tanah'ta geçenlere yok demek,  Tapınak Dağı'nda yaşananları, varolanları yok saymak İsa'yı reddetmektir. İsa'nın yaşamından kesitleri yok saymak demektir. İsa'nın Beit Hamikdash'in avlusunda verdiği vaazleri olmamış saymak demektir. Yerusalayim'de,  Sion Tepesi'ndeki Son Akşam Yemeğini de reddetmektir.

Işte Israel'e karşı olmak böyle bir şeydir..

Ya da 1.7 Milyarlık Müslüman dünyası karşısındaki çıkarlarını düşünmek ya da son yıllarda karşı karşıya kalınan cihad çağrılarından korkmak belki böyle bir şeydir..

Haklısınız ey Dünya belki de Arapların eline verin Yerusalayimi onlar bizden çok daha iyi korurlar..

Irak'ta kendilerinden evvel ve sonra gelmiş tüm inançlara ne kadar saygıyla yaklaştıkları her an gözümüzün önünde değil mi?.

UNESCO Israel'in üç büyük dine tanıdığı özgürlüğü kabul etmiyor. Arapların Ortadoğu'da yüzyıllardır ellerinden düşüremedikleri kılıcı görmek istemiyor.

BM Yerusalayimi  Israel'in başkenti olarak kabul etmiyor. Dünya ülkeleri bugüne dek  hiç bir zaman varolmamış Filistin'in başkentidir diyor Yerusalayim.

Yahudilere inatla kapattıkları bu şehri Filistine vermek herkese doğru geliyor.. Peki neden? Arapların  Mekke ve Medinelerine ne oldu? Onların en büyük kutsalları bu iki şehir değil mi? Neden Yerusalayim ileride kurulacak bir Filistin Devleti'nin başkenti olsun, Yahudilere inat için mi? Yahudilerden nefret ettiğiniz için mi?

Yahudiler Kudüsü Filistinli Araplardan  değil  1967'de Araplar tarafından saldırıya uğramasıyla başlayan savaşta Ürdün'den aldı ..

Eğer Uluslararası Cemiyet bu şehri Israel'e başkent olarak uygun görmüyorsa Filistin Devletinin başkenti neden olsun?

Ulusrarası Cemiyet ya da kısaca BM gelse ve dese ki bu şehir üç büyük monoteist din için de kutsaldır ve bu yüzden Doğu Kudüs  üç büyük dinin din adamları tarafından, özel bir  konsey tarafından yönetilecek Vatikan benzeri bir dini statüye kavuşsun . İşte o zaman ben derim ki Uluslararası Cemiyet mantıklı bir önerge sunuyor. Kimseye haksızlık yapılmadan, herkes için kutsal olan bir şehir için tek olası uluslararası öneri bu olablirdi kanımca..

Fakat bugün Arapların koşulsuz şartsız her durumda yanında olmayı tercih eden uluslararası cemiyet her zamanki gibi yüzyıllardır süregelen Yahudi karşıtlığının bir devamı gibi sadece Israel'e karşı koymayı tercih ediyor..



Batya R. Galanti





10 Ekim 2016 Pazartesi


                KAYBOLAN BİR DİL



2005 yılı Saint-Benoit Pilav gününde tesadüfen bulunmuştum.. Lise arkadaşlarımla yeniden biraraya gelmek benim için eskilere bir dönüş olmuştu. On yıla yaklaşan Israel macerası sonrası doğup büyüdüğüm şehire turist olarak ziyaret her zaman farklı bir anlam taşıyordu.
Tuhaf bir çekingenlik, bir yabancılık hissiyle beraber kendimi ortama uydurmaya çalıştığım o anlar aklımda.  En büyük kaygılarımdan biri Türkçeyi düzgün konuşmak..
Çocukluğumdan beri ister istemez farklı olan şivemin kısmen daha da bozulduğunun idrakiyle ağzımdan çıkardığım her kelimeyi doğru bir şekilde, düzgün bir telafüzle söylemeye gayret ediyordum.  Bu gayret bende zaten eskiden de  mevcuttu.
İki dil konuşulan bir evde büyüyen her insan gibi ana dilinizi  bile konuşurken ister istemez tam düzgün bir şive ile konuşabilmeniz mümkün olmayabiliyor. İşte  ben bu kaygıyı gerçekten yaşadığım o anlarda inadına arkadaşım;  " Batyacım sen gittin gideli Türkçen de bozulmuş " demez mi...
Evet biz iki dil konuşulan bir evde büyüdük. Türkçe ve Judeo-Espanyol veya diğer adıyla Ladino.
Çocukken annem babam evde iki lisanı bir lisan gibi konuşurlardı adeta..İspanyolca başlayan cümle türkçe son bulur.. Türkçe anlatılan bir hikaye yarı yolda İspanyolca devam ederdi...
Dile kolay 500 yıl korunmaya çalışılan bir dil, bir kültür bizimkisi...
1492 de kendi iradeleriyle terk etmedikleri bir ülkeden yola çıkan Yahudiler Osmanlı Topraklarına ulaştıklarında beraberlerinde getirdikleriyle  bu ülkeye bir şekilde adapte oldular.
Yüzyıllar boyu yaşadıkları İberya yarımadasının güneyindeki Andalusya'dan , Arap egemenliği altında geçirdikleri nispeten huzurlu dönemlerin ardından gelen Ferdinand ve Isabel'in hakimiyetine geçen  Hıristiyan İspanyanın ezici gücünden kaçan yahudiler...
Bu insanların Osmanlıya kabul edilmelerindeki en büyük faktör ticaret başta olmak üzere teknik alanda bir çok farklı mesleklerdeki bilgileriydi . Bu kabul edilişin altındaki ana neden  Osmanlının kendini geliştirmek için ihtiyacı olduğu bir çok  meslek dallarındaki  iş gücünü idame edebilecekleri gerçeğiydi.
Bunların içinde en önemlisi ise  ülkeye soktukları matbaaydı. Tabii o zaman için bastıkları eserler daha çok Tevrat kopyaları olsa da basım makinesinin ülkeye girişi Osmanlı'nın kültürel gelişimi açısından büyük bir ivme sayılabilirdi.
Yahudiler, II. Beit Hamikdaşın yıkılışıyla dağıldıkları Diaspora'da , tarih boyu çok yer değiştirdiler.
Yüzyıllar boyu İspanya, Portekiz, Kuzey Afrika gibi farklı ülkeleri , farklı kıtaları dolaşan İspanyol yahudileri de kaldıkları her ülkeden , her kitadan kültürlerine yeni bir şeyler kattılar. Belki de Yahudi kültürünün ve tecrübesinin geçirdiği bu evrelerdir bu insanlara her zaman fazladan katılan değerler. Yaşanılan kötü tecrübelerin yanında  başkalarına göre zaman zaman kazandığınız kimi artılar.
Hayatta kalmak için, varlığınızı devam ettirmek için geliştirdiğiniz dayanma gücünün yanında sahip olduğunuz kültür zenginliğiniz.
Bunlardan biri de öğrendiğiniz lisanlardır.
Yahudiler Osmanlı topraklarına geldikleri andan itibaren Sultan II. Bayezit  tarafından belli yerlere yerleştirilirlerken Saray çevresi dahil olmak üzere, Osmanlı içinde çok iyi mevkilere getirilımış Yahudiler olmuştu. Eminim bunun ana sebebi beslenilen merhametin ötesinde gelen insan gücünden en doğru şekilde faydalanmaktı.
Yahudiler İspanya'dan keyfi sebeplerden ayrılmamalarına rağmen, 1980'lere gelene kadar 500 yıla yakın geçmişlerine ait olan Ladino'yu korudular. Bir çok örf ve adetin yanında.. Bunlar İspanyol Yahudi mutfağı , Andalus müziği ve nesilden nesile anlatılan anektodları da içeriyor.
Cumhuriyetin başlarında Türkiye'de ortaya çıkan millyetçi hareketlerle Türkçe dışında konuşulan dillere ilk karşı çıkışlar gündeme gelmişti. Halbuki o güne dek insanların Türkçe dışında konuştukları dillere kimse karışmamıştı.
Benim anneannemlerin yaşadıkları döneme rastlayan ilk cumhuriyet  yıllarında Yahudiler getolaşmış olarak yaşadıkları İstanbul'un farklı semtlerinde kendi aralarında sürdürdükleri yaşamları içinde farklı farklı meslekleri icra ederken, bakkalıyla, kasabıyla manav ve bilimum küçük esnafıyla Yahudi halkının aralarında konuştukları ana lisan Ladinoydu.
Benim annemin ya da babamın anneleri türkçeyi pek konuşmazlardı. Annemin okulda yaşadığı sorunlar yüzünden okula birinin gelip konuşması gerektiğinde büyük ablası gitmek zorunda kalmış.
Benim çocukluğumdaysa  hatırladığım  Ladino'nun artık olgun insanların, ebeveynlerin konuştuğu bir dil olmasıydı.
Herşey kanaatimce vatandaş Türkçe konuş akımıyla  başlamıştı. Türk Halkı Türkiye vatandaşlarının farklı bir lisanı konuşmasını eskisi kadar tolere etmeye hazır değildi. Bunun ötesinde Türk Halkı Türkçeyi düzgün konuşmayana sempati göstermiyordu.
Bu da 500 yıl korunan bu latin kökenli, İspanyolcanın  farklı bir versyonu olan güzel dilin  artık eskisi kadar konuşulmamasını gündeme getirdi.  Ya da en azından  1960'larda dünyaya gelen neslin ebeveynlerı artık çocuklarıyla ancak kısmen bu dili konuşurken Türkçe evde ağırlık kazanmaya başladı.
Benim annem babam kendi aralarında ispanyolca konuşurken hatta benimle ispanyolca konuşurken ben onlara türkçe cevap vermeye alışmıştım.
Türkçe günlük hayata hakim olmaya başladıkça İspanyolca unutulmaya başlandı. Her unutulan kelimenin yerini İspanyolca eklerle yeni türkçe kelimeler aldı.
Eskilere ait Ladino şarkılar geçmişe gömülürken 1960'larda dünyaya gelenler bugün çocuklarına bu lisanı artık konuşamıyorlar.
Büyükada'da küçükken her gün denize gelen sorunlu genç bir adamcağız vardı. Denize annesiyle  gelirdi.  İri yarı , olgun bir adam olduğu halde kendi boyutlarında siyah bir cankurtaran simidi vardı. Adamcağız hep annesiyle İspanyolca konuşurdu. Benim çocuk aklımda genç birisinin bu" antika"  lisanı konuşması çok tuhaf bir şey gibi kalmıştı.
Halbuki keşke bütün gençler bu lisanı devam ettirebilseydi.
Yahudiler o yıllara kadar hep korudukuları Ladino'yu bir anda bırakıvermişlerdi. Çünkü Türkçeyi düzgün konuşmak istiyorlardı..hakaret görmemek, küçük düşürülmemek, Türkler tarafından hor görülmemek için. Ancak  bir şeyi unutuyorlardı, evde işitilen çarpık telafuz ister istemez şivenizi yine de değiştiriyordu.
Biz yine şanslıydık çünkü İspanyolcayı anlıyorduk. Bugünkü nesil bu lisanı artık konuşmayan anne babaları yüzünden bu dili artık hiç anlamıyorlar.
Halbuki  bizi  biz yapanın bildiğimiz,  konuştuğumuz farklı diller olduğunu nasıl da unuttuk.
Yıllar evvel arkadaşlarıyla Yeniköy'de bir kafe'de oturan annem ve arkadaşları aralarında İspanyolca muhabbet ederken yanlarına yaklaşan İspanyolun gözyaşları nasıl unutulur?  Konuştuklarına tesadüfen kulak misafiri olan bu İspanyol turist taa İspanya'dan geldiği Boğazın kıyısında 500 yıllık bir lisanı hala kullanan eski vatandaşlarına rastlamıştı.
Hele ben  şehiriçi turlara başladığımın ilk günlerinde daha ladinonun bende baskın olduğu o günlerde İspanyol bir gruba Galata'da yaşayan nüfusu anlatırken.. Ikamet etmek kelimesi için kullandığım " Morar "  sözcüğünü duyan İspanyolun apışıp kaldığı an nasıl unutulur?   " Bana sen nereden biliyorsun bu kelimeyi? " derken.. Morar kelimesinin bugün günlük lisanda kullanılmayacak kadar eski ve çok edebi bir kelime olduğunu söylediğinde ben de ona 1492'de ülkesinden ayrıldığımız o günlerden beri bizim  hala 'morar ' kelimesini kullandığımızı anlattım.
Bugün Türkiye'de yaşayan bir avuç kadar Yahudi uzun bir tarihin ardından azalarak ve zamanla yaşadıkları toplumun içinde asimile olarak kendi kültürünü yavaş yavaş tamamen unutmaya yüz tutmuştur.  Ladino artık  kalan  yaşlı nesil tarafından konuşulurken bizi biz yapan değerler gittikçe tarihe karışmaktadır.
20.yüzyılın başlarında yüz bin kadar olan bir toplum bugünlere artarak gelmek yerine 10 bin civarı bir rakkama inerken Türk Yahudi Kültürünü Türk halkı artık sadece tarih  kitaplarından öğrenmek zorundadır.


Batya R. Galantı