14 Mart 2017 Salı


                                                         VATAN



Geçenlerde Facebook'tan bir arkadaşım bana sordu; " Türkiye'ye hiç gelmiyormusun? Buraları hiç özlemedin mi? "
Bu soru karşısında birden Türkiye'ye son ziyaretimden bu yana tam on yıl geçtiğini hatırladım. Ne kadar da uzun bir süre geçmiş. İnanamadım.
Arkadaşım, " Vatanını hiç göresin gelmiyor mu? " diye devam etti sorularına..
Türkiye? Vatan???
Bu çok anlamlı bir soru.
Kendi şahsi açımdan baktığımda içinde çok şeyler ifade eden, bende karmakarışık duygular uyandıran bir soru.
Öncelikle vatan nedir?   Bence vatan kendini ait hissettiğin topraklardır. Sadece doğup büyüdüğün yer olmasının dışında şeyler vardır vatanım dediğin topraklar için yüreğinde. Bu bir çeşit aşk gibidir. Sizin ona ait olduğunuz kadar onun size verdikleridir vatan. Sizi kendinden kabul eden topraklardır vatan toprakları. Sizi başkalaştırmayan.. Kendinizi evinizde hissettiren,  koruyan ve gözeten bir eldir vatan.
Zaman zaman internette İstanbul Turistik Kameraları diye ararım google'dan  . İstanbul'un değişik mekanlarını kameralardan izlerim. Sanırım bunun adı özlemdir. Geçmişiniz, eskilerde bıraktığınız bir şehri ve hatıralarınızı aramak istersiniz birden, işte benim yaptığım da bu..
En çok İstiklal caddesi kameralarına  girerim. Orada o an yürüyen ınsanları izlerim. Böylesi kalabalık bir şehri geride bıraktığım yirmi yılda İstanbul nüfusuna  ne kadar daha insan eklendiğini gözlemlerim bir kez daha.
Kameranın hemen karşısına düşen duvarın dibindeki seyyar simitçiye, kestaneci ya da mısırcıya, hani mevsimine göre bir şeyler satan seyyar satıcılar var ya , işte  en çok o satıcılara gözüm takılır.
Sainte-Pulcherie zamanlarından üniversite yıllarına dek uzun bir dönem o mekanlar benim en çok bulunduğum yerlerdi.
Ders araları, okul çıkışları , her fırsatta arşınladığım Daha o zamanlarda bile içimde hep tuhaf bir nostalji hissetirirdi bu karanlık cadde bana . O eski  evleri, sinemaları, restoranları, gece kulüpleri,  kiliseleri ve kitapçılarıyla çok farklı bir ortamı yaşatırdı bana bu cadde.. Dolu dolu yaşayan , her noktası sizi ayrı bir zamana taşıyan, her kesimden, her dinden ve her ülkeden insanların kendilerini kaptırdığı bir sel gibiydi  tarihi İstiklal caddesi.
Çok kez tek başıma da gezsem bu mekanları paylaştığım farklı dönemlerden okul  arkadaşlarım ise bu yerlere  ayrı bir anlam katan insanlardı benim için.
Çok sevdiğim, saydığım ve hep gülümseyerek andığım güzel arkadaşlarım..

Fakat senelerden sonra bugün geçmişimdeki tüm olumlu hislerime rağmen o çocukluk ve gençlik yıllarımdaki  insanlar içinden kimilerini  bilmediğim, daha önce görmediğim yönleriyle tanımak anlamak fırsatı buldum sanal dünya yoluyla. İçlerinden bazıları bana bir anda sırtlarını dönüverdiler bu sanal ortamda.

Facebook sayesinde ulaştığım, konuştuğum ve yazıştığım eski simalar bana Israel'e gelişimi ve Türkiye'yi bırakma sebeplerimi en keskin şekliyle yeniden hatırlatırlarken, gerçek anlamda bir vatan olgusunun benim için ne demek olduğunu tekrardan düşündürdü yıllardan sonra ve sonuç olarak doğduğum ve büyüdüğüm topraklara neden hiç bir zaman ait olmadığımı  anlamamı sağladılar bir kez daha.

On yargılarıyla, kendi insanı zaaflarıyla şekillenen ayırımcı ve hısmi taraflarıyla gerçek yüzlerini keşfettiğim kimi arkadaşlar beni Türkiye'nin o sevmediğim yönüyle tekrardan yüz yüze getirdi.

Ben bunları yaşarken   bir diğerleri Facebook'ta  " Türkiye benim vatanım dedi " bana.

Bu duygularımın nefretle hiç ilgisi yok. Hislerim sadece  yabancılık duygusuyla büyüdüğüm bu ülkeye karşı içimde duyduğum tepkidir, nefret değil. Özlem se , belli yönleriyle her zaman içimde  mevcut ..

Aslında bu tepki çocukluğumdan beri varolan , içimde hep yaşayan  bir çekingeydi  . Yaşadığım ülke insanına karşı yeterince rahat olamamak duygusu, bir kaçınma, bir mesafe ve tam olarak onlardan  biri olamamak. Sebepleri mi? Sebepleri  geçmişte yaşanmış şeylerdi çoğu kez..

Bir çok yaşananlar sa benden bile eskiydiler.

6-7 Eylül olayları, vatandaş türkçe konuş politikaları, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında artan antisemitizm ve bütün bunların benden önceki nesle yaşattıklarıydı taa bize gelene dek devam eden o duygu.

Evet ailem bir çok şeyden çekinirdi ve her zaman bir çok konuda uyarılırdım onlar tarafından. Sakın öyle söyleme , böyle sakın konuşma gibi şeyler. Çünkü onlar çocukluklarında bir çok olaylar yaşamışlardı ve bu yaşanmışların getirdiği bir korku ve tedirgin bir duruş hep vardı .
.
Annem gittiği 39. İlkokulda çocuklardan çok hakaret görmüş ve dayak yemişti.

Ben se şahsıma okul yıllarımda çok iyi arkadaşlara sahip oldum. Onların arasından hiç biri bana en küçük bir yanlış davranışta bulunmadı. O zamanlar aramızda gerçek bir sevgi ve dostluk vardı.
Sorun kişisel arkadaşlıklarımda değildi .

Sorun toplumun genelindeydi..

Arkadaşınız olmayan diğerlerindeydi sorun. Bazen bir komşu,  bazen bir devlet dairesindeki memurun davranışıydı size . Tv'deki program sunucusunun ağzından çıkan sözdeydi sorun...
Kitaplarda anlatılan hikayelerde,  yazılan çizilen gazete yazılarında, filmlerdeki tiplemelerdeydi sorun ve on yargı ve olumsuz fikirler yüklenen beyinlerdeydi sorun..

Türkiye'deki insanın zihnindeki Yahudi  ne kadar da  sevimsizdi.

İnsanları aralarında duyardınız konuşurlarken, Yahudi sıfatı olumlu şeyleri çağrıştırmazdı toplumda.
Yani şahsınıza bir şey yapılmasına pek gerek yoktu aslında .
Sevilmeyen bir toplum olduğunuzu hatırlatan yeterince şeyler vardı.

Annem çocukluğunda yaşadıklarını bana  anlatıp durmuştu. Okul yolunda midesine tekmeler atan çocukları.. " Pis Yahudi !  diye sık sık çağrılışını. Bu onu yeterinden fazla incitmişti. Atılan tekmelerin acısından çok yapılan hakaretler daha da çok yer etmişti zihninde. O yaşadıklarını hiç unutamadı.

Bugün bana çıkıp Cumhuriyetçi, laik,  modern Türkler bizler de bugün rahat değiliz, bizler de zorluklar yaşıyoruz. Kendi toplumumuz içinde güvende değiliz . Kendi içimizde yaşayan yabancılarız çünkü iktidardaki partiye karşıyız diyorlar.

Ve sanki tüm sorun Türkiye'deki şeriatçı kitle ile alakalı imiş gibi konuşan çok insan var.

Ben kendimi bir Türk gibi hissedemediysem bunun sorumlusu Şeriatçılar değil Laik Cumhuriyetçilerdi.

İlk zamanlar Facebook'ta  bir çok arkadaşımı bulmuştum. Ve her bulduğum kişi benim için bir mutluluktu.

Ancak,  Facebook'ta zaman zaman yazdığım kimi politik görüşlerimin, Israel'de yaşıyor olmam gerçeğinin, son yıllarda Israel Filistin sorunun getirdiği  büyük on yargıların  kişisel ilişkilerimi  bu derece etkileyeceğini tahayyül bile edemezdim.

Kısa bir zaman önce Üniversite yıllarımdan çok sempati duyduğum bir arkadaşımı bir süredir Facebook'ta görmediğimi farkettim. Sık rastladığım, selfie'leri, paylaşımları kaybolmuştu.
İsmini yazdım, yoktu. Onu buldum ama artık listesinde değildim.

Halbuki aramızda hiç bir şey geçmedi. Hatırladığım son kişisel yazışmamızda , İstanbul'a gittiğimde mutlaka görüşeceğimizi söylemiş olduğumuzdu.

Son bir kaç yılda nice okul arkadaşlarım beni bu şekilde hayal kırıklığına uğrattı. Nice okul arkadaşım Israel hakkında olumlu fikirler paylaştığım, Israel'i savunduğum için beni listelerinden çıkardılar. Onların kafalarındaki şeytanı savunmam. Çocukluklarından beri yüklenmiş kötü bir modelin arkasında çıkmam onları rahatsız etti.

Ortaokul yıllarından en iyi arkadaşlarımdan  bir tanesi ise II. Dünya Savaşında Yahudilerin yok edilmesinden en ufak bir esef duymadığını açıkça lanse ettiği için listemden  onu ben bizzat kendim çıkardım.

Yine  diğer bir lise arkadaşım  sayfasında Arap ülkelerinin kapılarını çalan şeytanın üzerinde  Davudun Yıldızı olan bir karikatür paylaşmıştı bundan aylar önce. Ona paylaştığı karikatürün yeterinden fazla antisemit olduğunu özelinden yazdığımda bana cevap vermeyi bile fazla gördü.

Hele Sainte-Pulcherie sıralarında daha mini mini çocuklar iken  birlikte basket topu elimizden düşmeyen bir arkadaşımı seneler sonra Facebook'ta arkadaşımın sayfasında gördüğümde, ne de sevinmiştim. Ona aynı sevinçle , özelinden nasılsın? ne yaptın bunca senedir? seni bulduğuma çok sevindim dediğimde onun bana ilk tepkisi :

" Senin orada ne işin var kızım ??! " olmuştu. O an benim bütün olumlu duygularım bir anda silinmişti. Çünkü karşımdaki arkadaşımın tüm önyargılarının devreye girdiğini hissetmiştim bir anda.
O andan sonra benimle araya koyduğu mesafeyi hep hissettim. Artık bu insan çocukluğumda tanıdığım, beni seven  ve sayan arkadaşım değildi. Diğer sıra arkadaşlarımla içten yazışmalarına bakıyordum , bana hiç bulaşmamaya gayret ediyor, yazdıklarıma bir tepki vermiyor, paylaştıklarıma yorum yapmıyordu. Bir gün Israel karşıtı bir paylaşımı sayfasında görene dek ona bir şey demedim. O gün onu sessizce sildim. Bana nedenini hiç sormadı bile.

Başka bir arkadaşımsa benimle Israel hakkındaki düşüncelerini hep açıkça paylaştı.

Onunla demokratik bir dostluğu sürdürmeyi  uygun gördüm. En azından beni kişisel; olarak sevdiğini düşündüğüm için ona yanlış bildiği şeyleri öğretmek için arkadaşlığımı sürdürmek istedim hep.

Bugüne dek bunu başardığımı zannetmiyorum.

Tam dedikleri gibi önyargıları parçalamak  atomu parçalamaktan daha zor.

Zaten Türk toplumunun en büyük sorunu  genel olarak kendinden başkalarını sevmekte zorlanmasıdır.

Türk toplumu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren azınlıklarla çok sancılı yıllar geçirmiştir. Bunlar hiç bir zaman okullarda okutulmamış ve ders kitaplarında yazılıp çizilmemiş olsalar da.

Kürtler, Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve Aleviler , bu azınlıkların hiç biri Yahudilerden daha şen daha rahat olmadılar. Daha çok sevilmediler..

Demokrasi sözde hep vardı ama hakkını savunmak hep zordu. Doğruları söylemek, Aşkaleye taş kırmaya giden neslin yaşadıklarını konuşmak ise mümkün değildi..

İnsanların ellerinden alınmışları konuşmak sa kimin haddineydi..

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyete dört elle sarılan Türk insanına büyük saygı duymakla birlikte. Bence Türkiye'nin bugünlere gelmesinin sebepleri demokrasinin hiç bir zaman gerçek anlamda oturtulmamış olmasıydı..

Laikliğin ve Türklüğün katı temeller üzerinde durması büyük sorundu. Demokrasi olan bir ülkede din özgürlüğü olması gerektiği gibi , başını örtmek isteyen insanlara bu  özgürlüğü tanımak ta bir ödev olmalıydı. Laiklik aslında budur. Laiklik demokratik düşüncenin bir parçasıysa eğer..

Bugün yavaş yavaş yerleştirilmek istenen İlahi düzen ne kadar yanlışsa Atatürk'ü eleştirmekten çekinen ve onu da  İlahlaştıran düzen de o kadar yanlıştı.

Atatürk'e minnetar olmak onu illahlaştırmak olmamalıydı.

Bu ülke insanı yeterince demokrat olabilmiş olsaydı içindeki azınlıkları bugüne dek korumuş olurdu..

Cumhuriyet öncesi Yahudiler, Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler nerede bugün?

Bu insanlar nereye gitti?

Bu soruyu bugüne dek kaç kişi merak etti?

Sanırım sadece haftasonu en pahalı restoranda en güzel şarabi içmekle , Fransız mutafığını tanımakla, en son filmi sinemada izlemiş olmakla medeni olunmuyor. Demokrat sa hiç ama hiç olunmuyor.

Beni en son listesinden sessizce sepetleyen, ve ona  beni listenden neden çıkardığını öğerebilirmiyim soruma cevap vermeyi fazla gören arkadaşım görünürde çok medeni bir insan.

Sarışın mavi gözlü olan bu arkadaşım büyük ihtimalle Balkan göçmeni bir ailenin kızı.
Dış görünümu hoş, ilk bakışta tamamen Batılı bir imaj uyandıran çekici bir bayan.
Yabancı müzik seviyor, çok güzel giyiniyor. Her açıdan ilk intiba olarak medeni standartlar yansıtan biri. . Geçen yaz uzakdoğudan resimler paylaşmıştı.. Yani gezen gören ve ona göre bakış açısını genişletmiş olması beklenen bir insan.

İşte bazen sorun burada olabiliyor, bazen ve çok zaman Türkiye'de bir çok şey şekilde kalabiliyor.

O ve onun gibiler medeniyeti yaşam standartlarındaki noktada görüyor ama medeni olmanın belki de onun gibilerinin işlerine pek gelmeyen çok farklı standartları daha var.

Demokrasiyi gerçek anlamda  içine sindirmiş olmak gibi.

Ama hiç demokrat olamamış bir toplumdan bunu beklemek ne derece mümkün?

Kendinden  farklı olabileni kabul edebilmek gibi. Başka düşüncelere değer verebilmek gibi. Onunla birlikte yaşayabilmek, kendin gibi olmayanı sevebilmek gibi.

Bir fikir mozayiğini yaşatabilmek, farklı kültürlere kendi içinizde yer verebilmek gibi.

Kanatımce  " Ne mutlu Türküm diyene" diyerek...

" Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" andıyla sanıyorum ancak bu kadarı mümkündü..

Vatan toprağı ise,  ne mutlu ki vatandaşınım diyebilen her canlı için bir yuvadır..




Batya R. Galanti





































23 Aralık 2016 Cuma



                                       KEŞKE ÇOCUKLAR ÖLMESE



Hayatında bir kez olsun ölümü düşünmemiş kişi varmıdır? Ölümden hiç korkmayan bir insan mevcutmudur? Yaşamın, insan olmanın hatta yeryüzünde sadece basit bir canlı olmanın en doğal parçası değil mi ölüm korkusu? İşte ben daha çok küçük bir çocukken , belki daha on yaşlarındayken bir gece yatağımda ( her zamanki gibi )  düşüncelere kaptırıvermiştim kendimi. 
Ve bir yerden sonra ölüm olgusu üzerine odaklanırken hayatımda ilk kez ölümün varlığımın vazgeçilmez bir parçası olduğunu idrak ederken  bir an bir gün öleceğim diye düşünmüştüm..Gecenin karanlığında yatağımda  doğrulurken  kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.  Sonra hemen  " Hey sen daha çok küçüksün bunu düşünmemen lazım!  diye kendimi ikna etmeye çalışırken  bir şekilde  yatışmıştım.
Geçen günlerde oğlum yatağının yanında her gece yaptığımız sohbetin arasında bana birden bire
 " Anne ölüm nedir? diye sordu.. Arkasından ölümle ilgili  getirdiği daha bir çok soruyla beraber . 
Bir çocuğa ölümü anlatmak kolay değildir. Hele otist bir çocuğa ölümü anlatmak daha da zor.
Ona ölümün korkutucu gerçeğini en hafif şekliyle kısaca anlatmaya çalıştıktan sonra, 12 yasında bir çocuğun ölümü düşünmeyecek kadar genç olduğunu ve yaşanacak daha çok uzun yılları olduğunu söyledim.
Bu sözleri söylerken ona sarılıp verdiğim öpücükle onu bir nebze rahatlatmayı başarırken oğlum bana " Anne sen benimle ne zaman konuşsan, sen bana ne zaman sarılsan ben hep sakinleşiyorum biliyormusun? " deyiverdi.

Oğluma küçük bir çocuğun ölümü düşünmemesi gerektiğini söylerken aklıma daha bir iki saat evvel seyretmiş olduğum video klip geldi. Söylediklerimle bire bir çakışan bazı  gerçeklerle  beraber.

2011'de başlayan ve bugüne dek bitmeyen bir insan dramını aksettiren belki binlerce video çekiminden   bir tanesiydi bu .

Suriye'de, Halep'te geçtiğimiz hafta hastaneye getirilen yaralı küçük bir kız ile annesinin çaresizliklerini gösteren bir video klipti bu.

Bu video bugüne kadar seyrettiklerim içinde belki yüreğimin en derinliklerine dokunan görüntülerden biriydi benim için.
Üç dört yaşlarındaki bu küçük kızın yüzünde gördüğüm korku , gözlerindeki çaresizlik , annesine bakışlarındaki güvensizlik bu savaşla yaşamaya mahkum edilen ve her gün bir kez daha öldürülen çocukların yaşadığı cehennemi o kısacık süren saniyelerde uzun yılların dramını sığdırmaya yetiyordu sanki.

Videoyu dakikalarca seyrettim.. Gözlerimi ondan alamıyordum. Belli ki saklandıkları yere düşen bombalar bulundukları yerin tavanını üzerlerine yıkmıştı.  Altından çıkarıldıkları enkazın , beton yapının tozları çocukcağızın saçlarını örtmüş bir halde, yüzü gözü her tarafı hafif yaralarla kurtulan kızın  annesinin kanlı yüzüne kısa aralıklarla attığı bakışlarında  artık aradığı desteği bulamayacak bir çaresizlik okunuyordu.

Keşke ona sarılabilsem, korkma bak artık geçti diyebilsem diye hissettim . Keşke ona sıcak bir yuva ve sevgimden bir parçacık verebilsem diye düşündüm bir an .Yanındaki annesi en az onun kadar çaresiz ve korku dolu olduğu belli bir haldeyken çocuğun yaşadığı travmayı atlatması için ona el verecek kimse yoktu o an yanında.

Bu minik yavru, Suriye'de yaşanan büyük dramın sadece küçücük bir örneği.. Onun gibi binlerce dram var. İnsanlık her gün bir çocuğun dünyasını sonsuza dek yıkarken hayatın anlamı bir hiçle değer bu yerlerde..

Benim oturduğum salonumdan sadece 150 -200 km ötede beş yıldır insanlar ölüyor ve bu ölümün ne için  olduğunu belki de bir çoğu kavramış bile değil.

Aralık 2010 'da Tunus'ta Hükümet karşıtı gösterilerle başlayıp kısa zamanda bölgedeki diğer ülkelere de sıçrayan Arap Baharı Ortadoğu'da çağlar boyu diktatörlüklerle yönetilen halklar için düşünüldüğü gibi bir değişimi getirmeyeceği çok kısa bir zaman içinde belli olmuştu bile.

Sadece Tunus , Mısır ve bir kaç ülkede kısmen daha hafif atlatılan bu gösteriler ve peşi sıra gelen irili ufaklı devrimler dışında özellikle Körfez Ülkelerinde kök salmış yönetimler halklara göz açtırmayacaklarını kısa zamanda ispat etmişlerdi.

Suudi Arabistan, Umman , Katar gibi ülkelerde Batının desteğiyle ayakta duran Diktatörlerin demokrasiyi ülkelerine sokmaya niyetleri olmadıkları açıktır.

2011'de Tunus, Mısır , Libya gibi ülkelerle birlikte Suriye'de de rejim karşıtı gösteriler yapılmaya başlanmıştı. İlk günler herşey kimi masum gösterilerle başlarken Esad'ın hakimiyeti elinden düşürmek korkusuyla şiddete başvurması işin rengini bir çırpıda değiştirmişti.

Bugün bu bölgede devam eden korkunç olayların sonu ne zaman gelir  belli değildir.

Yıllarca başta ABD  olmak üzere batının kendi çıkarları, bölge hakimiyeti için desteklediği diktatörler kendi  halklarını hiç durmadan ezmeye devam etmiştir.


2003 yılında Saddam'ın Amerika'nın çıkarlarına ters düşmesiyle ABD'nin Irakı İşgali ve Saddamın devrilmesiyle  büyüyen kaos, Sünni ve Şiiler arasında yüzyıllara dayanan kavganın giderek daha şiddetlenmesini, baskı altındaki hakların birleşerek oluşturdukları bilimum radikal örgütlerin Suudi Arabistan, ABD, İran gibi ülkelerin destekleriyle  büyümeleri sonunda yayılmaya devam eden karmaşa. Al Qaida ve ondan koparak oluşan ve ondan da  fanatik olan İŞİD'in gittikçe daha geniş bir alana yayılmasıyla  bugüne dek görülmüşün ötesinde bir Radikalizmi buralarda hakim kılma çabaları yüzyıllardır tanık olunmamış barbarlıkları da beraberinde getirmiştir.

Irak'tan Suriye'ye kadar genişleyen İŞİD'in zorlayıcı gücü ve  Esad'a karşı savaşan muhalifler..

Esad'ın arkasında muhaliflere karşı savaşan İran, Hizbullah ve Rusya
Diğer tarafta  Esad'a karşı savaşan ve ABD ve Avrupanın desteğini alan Özgür Suriye Ordusu ve diğerleri..

Sonuçta, bölgede kendi güvenliğini tehtid eden unsurları zaman zaman yok etmek için  Hizbullah ve Suriye'deki silahları hedef alan  Israel .

Başladığı günden bu yana hafiflemek bir tarafa gittikçe büyüyen savaş başta Irak ve Suriye olmak üzere Ortadoğuyu yaşanması imkansız bir kaosa sürüklemiştir.

Bu arada çıkan savaş yüzünden Suriye Halkının en az yarısı evini terk etmek zorunda kalmıştır.

Beş yıl içinde  470.000 kişi hayatını kaybederken, yaşanan cehennemin en büyük kurbanları yine çocuklar olmuştur. Bugüne dek 50.000 çocuk hayatını yitirirken,  kalanların yaşadıkları  cehennem onlar için yeniden bir normalleşmeyi getiremeyecek çoğu zaman.

Milyonlarca Suriyeli mülteci durumuna düşerken sığındıkları Avrupa onlar için ne derece bir çözüm olacak gelecekte bunu daha iyi göreceğimize inanıyorum.

Batının Ortadoğu'da başlayan kaosa yıllarca karşıdan bakmayı tercih etmesi insanlığın sadece kendi için yaşadığı bu dünyanın ne kadar ikiyüzlü olduğunu tekrardan kanıtlamıştır.

Eylül 2015 'te dünyayı sarsan bir fotoğrafın internete düştüğü güne dek herkes sustu.

Bu fotoğrafta küçücük bir çocuğun Bodrum sahillerine vurmuş olan  bedeni bulunduğunda resmi çeken gazeteci şöyle bir başlık geçmişti; " Humanıty washed ashore" : SAHİLE VURAN İNSANLIK!

Bu fotoğraf son bir yıl içinde Akdenizi geçerek  İtalya ya da Ege'den Yunanistan'a ulaşmak için botlara binerek hayatları pahasına Suriye'deki cehennemden kaçarken ölümün kucağına düşen 3770 insandan sadece biriydi. Bu binlerin içinde daha kaç yüz tane Aylan Kurdi vardı bilmiyorum..

Çocukların ölümü insanlığın utancı olmaya devam ederken.
Avrupa gözlerini yumduğu tüm insanlık dışı olaylara karşı ilk kez sessiz kalamayacağını anlayarak mültecilere kapılarını açmak zorunda kaldı.

Peki yapılması gereken bumuydu acaba?

Bu insanların evleri yokmuydu? Okulları? iş yerleri? her gün devam ettirdikleri iyi kötü bir hayatları yokmuydu?
Bunu kim yok etti?
Bu insanlar neden bugünlere geldi?
Neden bu bölgede insanlar hiç bir zaman insanlıkla eşdeğer bir hayat süremediler?
Neden Ortadoğuda hep sömürü düzeni hakim oldu?
Cehalet hiç bitmedi..
Bu halklar aşiret toplumları olmaktan neden öteye gidemediler?

Kullanıldılar, sömürüldüler, cahil bırakıldılar, din kölesi haline getirildiler.
Ortadoğuda yönetenlerle yönetilenler arasında eşitlik olmadı hiç.
Bu bölgenin kaderi hep büyük güçlerin elinde belirlendi.
Ve şimdi daha da  radikalleşen bu toplum son göçlerle Avrupa'ya taşıyor.
Mültecilerin içine karışan radikaller ve Daesh (ISİS) Avrupa'ya , dünyaya bu savaşı taşımayı amaçlıyor.
Dünya bu bölgenin yükünü taşımaya hazırlanırken, Batının kısa vadeli hesapları uzun vadede kimseye yaramadı.
Keşke insanlar evlerinden , topraklarından kopmasalardı, keşke kimse mülteci durumuna düşmeseydi, keşke dünya daha adil bir şekilde yönetilseydi, insanlar keşke heryerde eşit şartlarda yaşasalardı. Ve Suriye ve Irak ve diğerleri halklarını barış içinde barındırabilselerdi. Mülteci olarak başka yerlere taşmak yerine.

Evet bu şu an için sadece bir ütopia... gerçeklerse artık Daesh'in , Al-Qaida'nın  sadece Ortadoğuda değil  heryerde olduğudur.

İki adım ötemde çocuklar ölürken ben hala ölümün çocuğa yakışmayacağını hayal edebiliyorum..

Keşke gerçekler bu kadar masum olsa..................



Batya R. Galanti.

2 Aralık 2016 Cuma


                                       ISRAEL'DE YANGINLAR


26 Kasım sabahı neredeyse uykusuz bir gecenin ardından sabah 05:30' ta yatağımdan fırladım. Daha fazla uykuyla mücadele edecek halim kalmamıştı. Salona gittim. Bilgisayarımı açtım. Haber arıyordum.
Bir gece önce Haifa'da devam eden büyük yangın üzerine 60.000 kişinin evlerinden tahliye edildikleri haberleri, Yeruşalayim çevresinde  çıkan yeni yeni yangınlar ve dolayısıyla tüm varlığımı kaplayan çaresizlik ve kaygı dolu hislerle yatağıma gitmiştim.
Son durumu öğrenmeye çalışırken, ne tuhaf burnuma duman kokusu geldi. Yerimden kalktım, mutfak tarafında açık olan pencereden yanık kokusu geldiğini farkettim. İnanılmazdı..
Pencereden ufka baktım, gözlerim insiyaki olarak yangın arar oldu birden..Benim evimden Yeruşalayim dağları görünür. Acaba yangın o kadar yaklaşmış olabilir mi? Hayır yangın yoktu ufukta.. Ama doğudan esen rüzgar Yeruşalayim , Neve İlan'daki büyük yangının  kokusunu buralara kadar taşımıştı sanırım.
Israel'de bundan önceki büyük yangın yine Haifa'nın güneyindeki Karmel'de meydana gelmişti tam altı yıl evvel.
Israel tarihindeki en büyük ve en kötü yangın olan Karmel yangınında 50.000 dönüm orman alanı yanarken 44 itfayiyeci girdikleri ormandaki ateş çemberinden kendilerini kurtaramamışlardı.
Bu kez Israel yetkilileri bu yangında daha organize ve daha hazırlıklı olmakla birlikte yangınların bir anda bir çok noktada aniden çıkıvermesiyle verdikleri mücadelede yetersiz kalmakla karşı karşıya idiler tekrardan.
Yangınların bir kısmı yakılan ateşin söndürülmemesi gibi ihmal yüzünden başlamışsa da daha sonra  bir çok noktada başlayıveren şüpheli yangınlar ülkenin bir anda yeni bir saldırı altında olduğunu hissettiriyordu insana.
Israel'in Güney bölgesi olan Ölü Deniz'den Kuzey'de Naharıya'ya kadar  heryerde yangınlar çıkmıştı bir anda.
Bu arada İnternette, özellikle facebook'ta bir çok Türk " Yahudiler yakılmaya alışık bir millettir .. " yazıları paylaşmıştı bile., Suudi Arabistan, Mısır. Batı Şeria ve Gazze'de ise Araplar  Israel'deki yangınları kutluyorlardi...
Birileri bir yerleri yeşertmeye, yeşili korumaya, onu kurtarmaya çabalarken bir diğerleri yok olan doğa için sevinebiliyordu..
100 yıl içinde bu topraklarda Yahudiler  240 Milyondan fazla ağaç diktiler...
1800'lerin sonlarında kurdukları ilk kibbutzlar ve Moshav'larla bu toprakları işlemeye başlayan yahudiler yüzölçümünün  yarısından fazlası çöl olan bu bögeyi büyük ölçüde yeşertmeyi başardılar.
Dünya'da 21. yüzyıla  yok ettiginden fazla sayıda diktiği ağaçla giren iki ülkeden biridir Israel. ( İkinci ülkeyse Belçika'dır).
Bu yangınlardan bir kaç gün evvel  Türkiye'den, Üniversite yıllarımdan en çok sevdiğim dostlarımdan biri beni ziyarete geldi .
Onunla içtiğimiz kahvenin ardından çıktığımız akşam yürüyüşünde etraftaki tüm ağaçlar, yeşillik alanlar, parklar ve oyun sahaları gözüne bir şehirde olası en doğal manzaralar gibi göründü sanırım. Daha sonra arabayla evimden beş dakika uzaklıktaki kumsala giderken geçtiğimiz kum tepelerini görünce arkadaşım birden şaşırdı " Aaaa buraları çöl !|" dedi birden. Sanırım o ana kadar benim oturduğum şehrin olağan  manzarasının aslında olağanüstü bir şey olduğunu anlamamıştı bile...
Maarav ( Batı) Rishon Israel'in yeşeren yüzüne benim direk tanıklık ettiğim köşelerden sadece  bir tanesi..
30 yıl evvel Netziona'ya,  amcamın Tel Aviv'in güneyinde yaşadığı küçük şehire arabayla gittiğimizde, anayoldan geçtiğimiz Batı Rishon baştan sona kum tepeleriydi. Bir kaç kilometre boyunca  yer yer çalılıkların dışında buraları tamamen çöldü..
Bugün oturduğum mahallemde , kapıdan çıktığım an karşıma çıkan her noktada ağaçlar ve yeşillik alanlar var. Her yer göz alabildiğine yeşil.
Kimi insansa Avrupa'dan Türkiye'den sayahat dönüşü, oradaki yeşil bambaşka diyecek kadar düşünemez yaşadığı bu yerin aslında çöl olduğunu ve buna rağmen çölde yaşamadığını.........
Yeşilin tonunu mukayese eder durup durup. Senenin en az  300 günü kızgın güneşin altındaki bu şehirlerde dikilmiş her ağacın hangi emeklerle yeşerdiğini unutarak konuşur.
Bu ülkedeki yeşil Tanrı tarafından bağışlanmış bir yeşil değildir.. Doğal yağmurlarla oluşmuş bir güzellik değil bu. İrlanda, İskoçya Almanya ve diğer Avrupa'nın muhteşem güzellikte ülkeleri gibi, dünyanın bir çok köşesi gibi.. Israel'deki yeşil insanoğlunun kendi özel çabasının bir ürünüdür. Burada doğal zannedilen herşey büyük çabalarla, eğitimle, düşünerek,  kafa yorarak, çalışarak , alın teri dökerek,  geliştirilen teknolojiyle yeşeren bu topraklar için harcanan emeğin neticesidir buradaki tüm parklar, ormanlar , ağaçlar ve çiçekler ve cm kareye düşen her doğal alan...
Geçen hafta bir çırpıda 20.000 dönüm orman alanı yandı Haifa'da.. aynı şekilde Yeruşalayim'de yine bir o kadar orman alanı yanmıştır.. Ülkenin dört bir yanında en az 39 büyük yangın ve  1773 noktada irili ufaklı yangınlar devlet için  milyonlarca dolarlık bir zarar getirirken  572 ev tamamen yanmış 77 bina büyük çapta zarar görmüş. 180 kişi yaralanmış ve 1600 kişi evsiz kalmıştır..

Geçen hafta Israel yanarken Araplar sevindi.

Israelliler öldüğü zaman Araplar ne yazık ki hep sevinir. Halbuki ben hiç bir Arabın canına zarar gelmesinden mutluluk duyamam ve Israel'de kimsenin bugüne dek çıkıp bir Arap öldü diye baklava dağıttığına tanık olmadım.

Fanatik insanların her toplumda olduğunu,  hele kurulduğu günden beri savaş gerçeği içinde yaşayan bir toplumda bu türde insanların olmamasının mümkün olmadığını sosyopsikolojik bir gerçek olarak görürken tüm bu gerçeklere rağmen  Israel toplumunun içiçe yaşadığı düşmanına karşı yine de  (dünya'da söylendiğinin çok tersi ) büyük oranda ılımlılık taşıdığına , başka bir toplumun aynı durumlarda ne kadar daha sert ve ne kadar kötü tepki verebileceğini  hep düşünmüşümdür. ( Dünya basınında Israel hakkında yapılan tüm karalamalar ve kirletme çabalarına rağmen! )

Her terör olayında, her facia ya da savaşta Israel dış basında bir şekilde mağdur durumundan suçlanması gerek suçlu durumuna gelmeyi başarabilmektedir.

Le Monde gazetesinin burada yaşadığımız o ateş dolu günlerde yaptığı gibi.. "Israel'de sağcı Hükümet  çıkan yangınlarda Arapların parmağı olduğunu iddia ederek masum Filistinlileri suçlu göstermek çabalarına düşmüştür!" ..şeklinde yazdığı haberde yeniden Israeli şeytan kılığına sokmayı bir şekilde becermiştir.

Dış Basında Israel Arap Antlaşmazlığının karar verilmiş bir rol bölüşümü vardır.. Senaryo ne olursa olsun bellidir. Bu senaryoda Israel her durumda kötü Araplarsa her durumda iyi ve masum olan taraftır.

Bu bana Nice'te Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında etraftaki halka dehşet saçan katili masum göstermeyi hatırlatıyor!!

Halbuki verilen zarar sadece bize değil ki!

Ormanların, havayı temizleyen ciğerlerin sökülüp atılmasına sevinen aptallara ise anlatabilecek ne olabilir??

Yaşadıkları heryeri cehenneme çevirmeyi becerenlere cenneti anlatmak ne mümkün??!!!



Batya R. Galanti

28 Ekim 2016 Cuma


                       YERUŞALAYIM VE YAHUDİLER



Yıl 2016, Israel'de bir düğün.... Bir kadın ve bir erkek .Hupa ve Kiduşin. Yüzyıllardır süregelen bir gelenek... Kurulan her yuva,  gelecek nesil için kadın ve erkeğin hupa'da evliliğe doğru attıkları adım. Binlerce yıldır devam eden Yahudiliğin  en önemli yapı taşlarından biri, yahudi geleneğinin devamının simgesi..
" Göklerdeki Kralımız (Adonay) sen kutsalsın ve bu evliliğe izin veren sen  Israel halkını hupa ve Kiduşin'le bir kez daha kutsadığın için  mübareksin" duasıyla edilen yeminle birlikte kadının işaret parmağına taktığı yüzüğün arkasından Yahudi erkeği 3000 yıldır aynı cümleyi tekrarlar;
"İm eşkaheh Yeruşalayım
Tişkah yemini
Tidbak leşoni lehiki
İm lo ezkerehi
İm lo a’aleh et Yeruşalayım
Al roş simhatı "
Mezmurlar (137)  ( Ey Yeruşalayım, seni unutursam,
Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalayımı en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın!!)
Ve  Yeruşalayım'de ikinci kez yıkılan Beit Hamikdaş'in anısına erkeğin bardağı kırmasıyla hupa'daki tören sonlanır....

Unesco geçen hafta içinde Yeruşalayim'in Yahudiler için neyi ifade ettiğini ya da başka bir dille neyi ifade etmediğinin kararını vermek için toplandı.

2015 yılı Temmuz ayında bir grup dindar yahudinin Yeruşalayim'de ( Kudüs'te Al-Aksa'nın bulunduğu alan) Tapınak Tepesini polis güvenliği eşliğinde ziyaretlerinin sonrasinda  Al-Aksa'da Filistinliler tarafından çıkarılan olayların ardından Araplar Unesco'ya Yahudiler'in Yeruşalayim üzerinde hiç bir manevi hakka sahip olmadıklarını, Yeruşalayim ve Tapınak Tepesi'nin Müslümanların kutsal yeri olduğunu ve bu yerlerin işgalci güçler tarafından agrese edildiğine dair bir genelge sundu.

Israeli Yeruşalayime bağlayan  Yahudi tarihi ve gerçekler hiçe sayılarak, Arapların sayıca olan üstünlüklerinin getirdiği avantaj ve batının kendi menfaatleri çerçevesinde karşıdan kalarak gösterdiği sessiz onayla bu önerge UNESCO kurulunda sunulduğu günden bir yıl içinde onaylandı.

UNESCO haklıdır.  Araplar için Yeruşalayim çok önemlidir.. Neden mi?

Müslümanların Peygamberleri Muhammad 7. yüzyılda  Mekke'den çıktığı bir yolculukla Yeruşalayim'deki  Moria Dağının bulunduğu yere varmıştır. Bugün Al Aksa'nın bulunduğu Har Ha-Moria ya da diğer adıyla Tapınak Tepesi'nden göğe çıkmıştir.   Cennet ve cehennemi gördükten sonra tekrardan Arabistana dönmüştür.

Al Aksa'nın inşaa edildiği tarih tam olarak bilinmese de Mekke'de Kabe'nin inşaasından 40 yıl  sonra inşaa edildiği iddia edilir.

Müslümanlığın ortaya çıktığı 7. yüzyıla kadar buranın neyi ifade ettiğini Unesco bir çırpıda unutmuşsa da gerçekleri yok saymak kimsenin yapabileceği bir şey değildir.

Müslümanlığın doğuşuna kadar Tapınak Tepesi Yahudi inancının kalbiydi. Bu tepe bugüne dek Yahudiliğin en kutsal saydığı noktadır.

Dünyanın kuruluşu, Adem ve Havva  ve Nuh Peygamber ve Avraam ve İtshakla ilgili hikayelerin geçtiği tepedir  Har HaMoria  ya da Har Ha Bayit..

Araplar gelene dek 1500 yıl Tanah'ta yazılı olan bir çok hikaye  buralarda geçti..
Tanrı ilk adamı Har Hamorah'da ( bu tepede)  yaratmış.. Dünyanın başlangıç noktası yine Tanah'ın
(Tevrat 'in ) anlatılarına göre burasıdır.

David ( ya da Davut) Peygamber  Yeruşalayim'i ( yani Kudüs'ü ) aldığında Tanrı için burada ilk mabeti yapmak istemiş ve oğlu Salomon ( Süleyman ) ilk Mabeti bugünkü Tapınak tepesinin olduğu yerde inşaa etmiş.. ( İ.Ö 957)

İ.Ö 586'da Babilliler tarafından yıkılan mabeti'in yerine İ.Ö 516'da İkinci Mabet inşaa edilmiştir.

Kısaca Tanah'ta yani Tevratta  669 kez Yeruşalayim'in adı anılır...

Ya Kuran'da?

Muhammad'ın burayı kutsal saymasının altındaki neden belliydi. Çünkü burası Yahudiler için kutsaldı.

Araplar tarih boyu kuşattıkları her yerde diğer dinlerin kutsal saydıklarını kendi inançlarıyla  kuşattılar.

Başkasına ait kutsallar Arapların kutsalları oldu.

UNESCO'ya Arapların sunduğu önergeye göre  sadece Tapınak Tepesi değil, bu tepenin altında yatan tüm Yahudi kutsalları yani I. ve II. Mabetin kalıntılarıyla birlikte II. Mabet'i çevreleyen ve bugün Batı Duvarı olarak anılan Ağlama duvarının bulunduğu alan da Müslümanlara aittir.

Araplar Israeli buraları kuşatma altında tutmakla,  Al Aksa'ya giriş çıkışları kontrol eden İDF ve Israel Hükümetini din özgürlüğünü kısıtlamakla suçlarken Yahudi Dindarların ( Arapların ) Vakfın Kontrolü'ndeki Al Aksa'nın bulunduğu alana zaman zaman özel izinle yaptıkları ziyaretleri de provokasyon olarak kabul etmektedirler.  Al Aksa'ya  Israel  polisinin  güvenlik sorunları sonucu yaptığı baskınlarını da ayrıca kınayan önerge geçtiğimiz gün UNESCO tarafından onaylanmıştır.

Arapların genel olarak sahip oldukları alışkanlıklar: Dini vecibelerini yerine getirirken kendi kutsalını hiçe saymak, kendi kutsalından başka dine ait kutsallara saldırmak, Yahudi dindarları hedef alıp yaralamak ya da öldürmek ve bunun üzerine Israel'in aldığı tedbirleri kendilerine saldırı ve saygısızlık olarak nitelemektir.

Hem saldıracak hem de suçlayacak, işte bir Arap klasiği...

Araplara  ve sonuç olarak tüm uluslararası cemiyete göre , Al Aksa'yı Israelli inananlara saldırı alanına çevirmek , Ağlama Duvarı'nda dua eden insanları Al Aksa'dan taşlarla hedef almak, caminin içinde molotov kokteylleri depolamak. camiden polislere saldırmak helalken Israel polisinin  buraya saldırganları yakalamak için girmesi İslam'a  hakaret ve saldırıdır..

7. yüzyıldan bu yana kılıçtan geçirerek yaydıkları dinlerini  bugün 1.7 Milyar gibi bir nüfusa çıkaran İslam dünyasının UNESCO'daki ağırlığını tartışmak sanırım aptalca olur.

Fakat herşeye rağmen Hıristiyan dünyasının, batı ülkelerinin Yahudilerin Yeruşalayim'le hiç bir ilgisinin olmadığı gibi bir önergeye sessizce onay vermelerini hazmetmek öyle kolay bir şey değil.

Bu önerge somut olarak fazla bir şey ifade etmese de , Israel'in uluslararası alanda sürekli uğradığı  haksızlıkları sindirmek biz Yahudiler için gerçekten de zordur.

Bu önergeye karşı koymayan İtalya , Fransa ya da İspanya gibi ülkelere sorulacak tek soru;  " Şimdi  kendi özünüzü de reddediyorsunuz o zaman değil mi ? " dir.

Çünkü Yahudilerin bu topraklarla olan bağını reddetmek demek Tevrat'ı reddetmek, yani Hıristiyanların Kutsal Kitabını da reddetmektir. Tanah Hıristiyanlığın birinci kitabı, temelidir.. Tanah'ta geçenlere yok demek,  Tapınak Dağı'nda yaşananları, varolanları yok saymak İsa'yı reddetmektir. İsa'nın yaşamından kesitleri yok saymak demektir. İsa'nın Beit Hamikdash'in avlusunda verdiği vaazleri olmamış saymak demektir. Yerusalayim'de,  Sion Tepesi'ndeki Son Akşam Yemeğini de reddetmektir.

Işte Israel'e karşı olmak böyle bir şeydir..

Ya da 1.7 Milyarlık Müslüman dünyası karşısındaki çıkarlarını düşünmek ya da son yıllarda karşı karşıya kalınan cihad çağrılarından korkmak belki böyle bir şeydir..

Haklısınız ey Dünya belki de Arapların eline verin Yerusalayimi onlar bizden çok daha iyi korurlar..

Irak'ta kendilerinden evvel ve sonra gelmiş tüm inançlara ne kadar saygıyla yaklaştıkları her an gözümüzün önünde değil mi?.

UNESCO Israel'in üç büyük dine tanıdığı özgürlüğü kabul etmiyor. Arapların Ortadoğu'da yüzyıllardır ellerinden düşüremedikleri kılıcı görmek istemiyor.

BM Yerusalayimi  Israel'in başkenti olarak kabul etmiyor. Dünya ülkeleri bugüne dek  hiç bir zaman varolmamış Filistin'in başkentidir diyor Yerusalayim.

Yahudilere inatla kapattıkları bu şehri Filistine vermek herkese doğru geliyor.. Peki neden? Arapların  Mekke ve Medinelerine ne oldu? Onların en büyük kutsalları bu iki şehir değil mi? Neden Yerusalayim ileride kurulacak bir Filistin Devleti'nin başkenti olsun, Yahudilere inat için mi? Yahudilerden nefret ettiğiniz için mi?

Yahudiler Kudüsü Filistinli Araplardan  değil  1967'de Araplar tarafından saldırıya uğramasıyla başlayan savaşta Ürdün'den aldı ..

Eğer Uluslararası Cemiyet bu şehri Israel'e başkent olarak uygun görmüyorsa Filistin Devletinin başkenti neden olsun?

Ulusrarası Cemiyet ya da kısaca BM gelse ve dese ki bu şehir üç büyük monoteist din için de kutsaldır ve bu yüzden Doğu Kudüs  üç büyük dinin din adamları tarafından, özel bir  konsey tarafından yönetilecek Vatikan benzeri bir dini statüye kavuşsun . İşte o zaman ben derim ki Uluslararası Cemiyet mantıklı bir önerge sunuyor. Kimseye haksızlık yapılmadan, herkes için kutsal olan bir şehir için tek olası uluslararası öneri bu olablirdi kanımca..

Fakat bugün Arapların koşulsuz şartsız her durumda yanında olmayı tercih eden uluslararası cemiyet her zamanki gibi yüzyıllardır süregelen Yahudi karşıtlığının bir devamı gibi sadece Israel'e karşı koymayı tercih ediyor..



Batya R. Galanti





10 Ekim 2016 Pazartesi


                KAYBOLAN BİR DİL



2005 yılı Saint-Benoit Pilav gününde tesadüfen bulunmuştum.. Lise arkadaşlarımla yeniden biraraya gelmek benim için eskilere bir dönüş olmuştu. On yıla yaklaşan Israel macerası sonrası doğup büyüdüğüm şehire turist olarak ziyaret her zaman farklı bir anlam taşıyordu.
Tuhaf bir çekingenlik, bir yabancılık hissiyle beraber kendimi ortama uydurmaya çalıştığım o anlar aklımda.  En büyük kaygılarımdan biri Türkçeyi düzgün konuşmak..
Çocukluğumdan beri ister istemez farklı olan şivemin kısmen daha da bozulduğunun idrakiyle ağzımdan çıkardığım her kelimeyi doğru bir şekilde, düzgün bir telafüzle söylemeye gayret ediyordum.  Bu gayret bende zaten eskiden de  mevcuttu.
İki dil konuşulan bir evde büyüyen her insan gibi ana dilinizi  bile konuşurken ister istemez tam düzgün bir şive ile konuşabilmeniz mümkün olmayabiliyor. İşte  ben bu kaygıyı gerçekten yaşadığım o anlarda inadına arkadaşım;  " Batyacım sen gittin gideli Türkçen de bozulmuş " demez mi...
Evet biz iki dil konuşulan bir evde büyüdük. Türkçe ve Judeo-Espanyol veya diğer adıyla Ladino.
Çocukken annem babam evde iki lisanı bir lisan gibi konuşurlardı adeta..İspanyolca başlayan cümle türkçe son bulur.. Türkçe anlatılan bir hikaye yarı yolda İspanyolca devam ederdi...
Dile kolay 500 yıl korunmaya çalışılan bir dil, bir kültür bizimkisi...
1492 de kendi iradeleriyle terk etmedikleri bir ülkeden yola çıkan Yahudiler Osmanlı Topraklarına ulaştıklarında beraberlerinde getirdikleriyle  bu ülkeye bir şekilde adapte oldular.
Yüzyıllar boyu yaşadıkları İberya yarımadasının güneyindeki Andalusya'dan , Arap egemenliği altında geçirdikleri nispeten huzurlu dönemlerin ardından gelen Ferdinand ve Isabel'in hakimiyetine geçen  Hıristiyan İspanyanın ezici gücünden kaçan yahudiler...
Bu insanların Osmanlıya kabul edilmelerindeki en büyük faktör ticaret başta olmak üzere teknik alanda bir çok farklı mesleklerdeki bilgileriydi . Bu kabul edilişin altındaki ana neden  Osmanlının kendini geliştirmek için ihtiyacı olduğu bir çok  meslek dallarındaki  iş gücünü idame edebilecekleri gerçeğiydi.
Bunların içinde en önemlisi ise  ülkeye soktukları matbaaydı. Tabii o zaman için bastıkları eserler daha çok Tevrat kopyaları olsa da basım makinesinin ülkeye girişi Osmanlı'nın kültürel gelişimi açısından büyük bir ivme sayılabilirdi.
Yahudiler, II. Beit Hamikdaşın yıkılışıyla dağıldıkları Diaspora'da , tarih boyu çok yer değiştirdiler.
Yüzyıllar boyu İspanya, Portekiz, Kuzey Afrika gibi farklı ülkeleri , farklı kıtaları dolaşan İspanyol yahudileri de kaldıkları her ülkeden , her kitadan kültürlerine yeni bir şeyler kattılar. Belki de Yahudi kültürünün ve tecrübesinin geçirdiği bu evrelerdir bu insanlara her zaman fazladan katılan değerler. Yaşanılan kötü tecrübelerin yanında  başkalarına göre zaman zaman kazandığınız kimi artılar.
Hayatta kalmak için, varlığınızı devam ettirmek için geliştirdiğiniz dayanma gücünün yanında sahip olduğunuz kültür zenginliğiniz.
Bunlardan biri de öğrendiğiniz lisanlardır.
Yahudiler Osmanlı topraklarına geldikleri andan itibaren Sultan II. Bayezit  tarafından belli yerlere yerleştirilirlerken Saray çevresi dahil olmak üzere, Osmanlı içinde çok iyi mevkilere getirilımış Yahudiler olmuştu. Eminim bunun ana sebebi beslenilen merhametin ötesinde gelen insan gücünden en doğru şekilde faydalanmaktı.
Yahudiler İspanya'dan keyfi sebeplerden ayrılmamalarına rağmen, 1980'lere gelene kadar 500 yıla yakın geçmişlerine ait olan Ladino'yu korudular. Bir çok örf ve adetin yanında.. Bunlar İspanyol Yahudi mutfağı , Andalus müziği ve nesilden nesile anlatılan anektodları da içeriyor.
Cumhuriyetin başlarında Türkiye'de ortaya çıkan millyetçi hareketlerle Türkçe dışında konuşulan dillere ilk karşı çıkışlar gündeme gelmişti. Halbuki o güne dek insanların Türkçe dışında konuştukları dillere kimse karışmamıştı.
Benim anneannemlerin yaşadıkları döneme rastlayan ilk cumhuriyet  yıllarında Yahudiler getolaşmış olarak yaşadıkları İstanbul'un farklı semtlerinde kendi aralarında sürdürdükleri yaşamları içinde farklı farklı meslekleri icra ederken, bakkalıyla, kasabıyla manav ve bilimum küçük esnafıyla Yahudi halkının aralarında konuştukları ana lisan Ladinoydu.
Benim annemin ya da babamın anneleri türkçeyi pek konuşmazlardı. Annemin okulda yaşadığı sorunlar yüzünden okula birinin gelip konuşması gerektiğinde büyük ablası gitmek zorunda kalmış.
Benim çocukluğumdaysa  hatırladığım  Ladino'nun artık olgun insanların, ebeveynlerin konuştuğu bir dil olmasıydı.
Herşey kanaatimce vatandaş Türkçe konuş akımıyla  başlamıştı. Türk Halkı Türkiye vatandaşlarının farklı bir lisanı konuşmasını eskisi kadar tolere etmeye hazır değildi. Bunun ötesinde Türk Halkı Türkçeyi düzgün konuşmayana sempati göstermiyordu.
Bu da 500 yıl korunan bu latin kökenli, İspanyolcanın  farklı bir versyonu olan güzel dilin  artık eskisi kadar konuşulmamasını gündeme getirdi.  Ya da en azından  1960'larda dünyaya gelen neslin ebeveynlerı artık çocuklarıyla ancak kısmen bu dili konuşurken Türkçe evde ağırlık kazanmaya başladı.
Benim annem babam kendi aralarında ispanyolca konuşurken hatta benimle ispanyolca konuşurken ben onlara türkçe cevap vermeye alışmıştım.
Türkçe günlük hayata hakim olmaya başladıkça İspanyolca unutulmaya başlandı. Her unutulan kelimenin yerini İspanyolca eklerle yeni türkçe kelimeler aldı.
Eskilere ait Ladino şarkılar geçmişe gömülürken 1960'larda dünyaya gelenler bugün çocuklarına bu lisanı artık konuşamıyorlar.
Büyükada'da küçükken her gün denize gelen sorunlu genç bir adamcağız vardı. Denize annesiyle  gelirdi.  İri yarı , olgun bir adam olduğu halde kendi boyutlarında siyah bir cankurtaran simidi vardı. Adamcağız hep annesiyle İspanyolca konuşurdu. Benim çocuk aklımda genç birisinin bu" antika"  lisanı konuşması çok tuhaf bir şey gibi kalmıştı.
Halbuki keşke bütün gençler bu lisanı devam ettirebilseydi.
Yahudiler o yıllara kadar hep korudukuları Ladino'yu bir anda bırakıvermişlerdi. Çünkü Türkçeyi düzgün konuşmak istiyorlardı..hakaret görmemek, küçük düşürülmemek, Türkler tarafından hor görülmemek için. Ancak  bir şeyi unutuyorlardı, evde işitilen çarpık telafuz ister istemez şivenizi yine de değiştiriyordu.
Biz yine şanslıydık çünkü İspanyolcayı anlıyorduk. Bugünkü nesil bu lisanı artık konuşmayan anne babaları yüzünden bu dili artık hiç anlamıyorlar.
Halbuki  bizi  biz yapanın bildiğimiz,  konuştuğumuz farklı diller olduğunu nasıl da unuttuk.
Yıllar evvel arkadaşlarıyla Yeniköy'de bir kafe'de oturan annem ve arkadaşları aralarında İspanyolca muhabbet ederken yanlarına yaklaşan İspanyolun gözyaşları nasıl unutulur?  Konuştuklarına tesadüfen kulak misafiri olan bu İspanyol turist taa İspanya'dan geldiği Boğazın kıyısında 500 yıllık bir lisanı hala kullanan eski vatandaşlarına rastlamıştı.
Hele ben  şehiriçi turlara başladığımın ilk günlerinde daha ladinonun bende baskın olduğu o günlerde İspanyol bir gruba Galata'da yaşayan nüfusu anlatırken.. Ikamet etmek kelimesi için kullandığım " Morar "  sözcüğünü duyan İspanyolun apışıp kaldığı an nasıl unutulur?   " Bana sen nereden biliyorsun bu kelimeyi? " derken.. Morar kelimesinin bugün günlük lisanda kullanılmayacak kadar eski ve çok edebi bir kelime olduğunu söylediğinde ben de ona 1492'de ülkesinden ayrıldığımız o günlerden beri bizim  hala 'morar ' kelimesini kullandığımızı anlattım.
Bugün Türkiye'de yaşayan bir avuç kadar Yahudi uzun bir tarihin ardından azalarak ve zamanla yaşadıkları toplumun içinde asimile olarak kendi kültürünü yavaş yavaş tamamen unutmaya yüz tutmuştur.  Ladino artık  kalan  yaşlı nesil tarafından konuşulurken bizi biz yapan değerler gittikçe tarihe karışmaktadır.
20.yüzyılın başlarında yüz bin kadar olan bir toplum bugünlere artarak gelmek yerine 10 bin civarı bir rakkama inerken Türk Yahudi Kültürünü Türk halkı artık sadece tarih  kitaplarından öğrenmek zorundadır.


Batya R. Galantı


22 Eylül 2016 Perşembe



                           ALTIN KUBBELİ ŞEHİR



Arabayla Yehuda Dağlarını aştık, Rishon Le Tzion'dan  bir numaralı yoldan Yerushalayim'e ( Kudüs'e ) , dünyanın en eski şehirlerinden birine doğru ilerliyoruz.  Yol inişli ve çıkışlı olmakla beraber bizi Akdenizin düz ovalarından Yehuda dağlarının çevrelediği yüksek tepelere taşıyor her kilometrede biraz daha..

İşte bu tepelerden biri olan Ein Karem'de kurulmuş Hadassah Hastanesine doğru yola çıkarken babam aklıma geldi. Nasıl da zorla götürürdük onu doktoruna.. Öyle büyük korkusu vardı ki doktora gideceğine ölmeyi tercih edebilirdi..

                                                                        Yeruşalayim Tepeleri 

Arabada dinlediğim çoğu soft pop olan şarkılar beni her an farklı farklı dünyalara götürürken gözüm sağ tarafta bodur ağaçlarla kaplı tepelere takılıyor. Yıllar evveline gittim bir anda 1990'larda annemi zaman zaman Hadassah'daki doktoruna götürdüğüm günleri hatırladım.

Bundan neredeyse kırk yıl evvel ona gözlerini yeniden bağışlayan ve onun için çok saygı ve sevgi duyduğu, son derece güvendiği Prof. Saul Marin ( Z"L) 'e birlikte gittiğimiz bir gün aklıma geldi.  O gün otobüsle buralardan geçtiğimizde dağlar kimi yerlerde yemyeşil kimi yerlerde sıra sıra  çorak terasalardan oluşuyordu.. O zamanlardan ağaçlandırılmaya çalışılan bu yerlerde bugün küçük ağaçlar bitmiş, her yer yeşil olmuş. Aynı gün otobüse yanlış istikametten binip bir de Ein Karem yerine Doğu Kudüsün Arapların bulunduğu en son durağına vardığımızda,  İntifada yıllarından çok geçmediğimiz o zamanlarda kendimi bir anda herkesin kefiyeyle olduğu bir yerde bulunca baya tedirgin olmuştum.  Mecburen aynı otobüsle şehrin tekrar öbür ucuna seyahat etmiştik..

Yeruşalayim'e girmeden sağdan Hadassah istikametine doğru yeni bir yola girdik..Her tarafı çiçeklerle bezenmiş bu yerlerden aşağılara sonra tekrar yukarı ve bu şekilde dolanbaçlı tepeleri aşarak hastaneye doğru yol aldık..

Ein Karem tarihi bronz çağlarına kadar inen ve Tanah'ta  Beit Ha Karem olarak adı geçen çok eski bir yerleşim yeri . Tepeleri aşarken her iki tarafta üç dine ait yapılar bulmak mümkün.
Burası ayrıca Hıristiyanlar için önemli hac noktalarından bir tanesi.  İsa'yı vaftiz eden Yahya ( Yohannan )  Ein Karem'de doğmuş.. Ayrıca eski çağlardan kalma bir mikveh ( yahudi banyosu ) da var bu çevrede. Sağ taraftaki  Arap köyüne baktım. Minareleriyle  göze çarpan camiye.  Bu güneşli günde bu Arap köyü nasıl da huzuru yansıtıyor.. Bir anda Ortadoğu'da olduğumuzu hatırladım.. Ortadoğudaki kan gölünün ortasında bir ülke; kuş sesleri, yemyeşil dağların ortasında huzurla bana bakan bir arap köyü...

                                                         Hadassah Ein Karem Hastanesi 

Dünyanın Israel'e karşı duruşu aklıma geldi.. Yerushalayım Israel'e ait değil diyorlar . Haklılar burası sadece bize ait değil çünkü burada herkes yaşıyor.. Huzurla...
Ortadoğu'da kanın ve barut kokusunun ortasında istikrarın beşiği Israel'de , Yerusahalyim'deki bu köy bana gülümseyerek göz kırpıyor bir anda.

Sol taraftaysa pırıl pırıl parlayan altın kubbeleriyle güzeller güzeli bir Rus Manastırı ağaçların arasından bir mücevher gibi çıkmış adeta..

                                                     Yeruşalayim'deki Rus Ortodoks Kilisesi 

Bu arada hastanenin park yerine girdiğimizi fark ettim.. Hadassah Hastanesinin kocaman kompleksine doğru yürürken karşıma ilk çıkan insanlar Haredim 'ler ( Dindar Yahudiler ) ve Araplar... İnsan Tel Aviv ve çevresinde yaşarken kendini dünyanın herhangi bir modern şehrinde hisseder, Ortadoğuda denizin , güneşin ve liberalizm'in merkezidir buraları.. Tel Aviv'den  yarım saatlik bir mesafedeki bu kutsal şehire vardığınızdaysa bir anda kendinizi bambaşka bir ortamda buluverirsiniz. Dinlerin beşiği bu kutsal şehirse  her yönüyle tutuculuğun ve tarihin, üç ayrı din ve kültürün bir mozaik bir bütün olarak yansıdığı çok farklı bir havaya taşıyıverir sizi..  Yerushalayım'ın kalkerli taşlarından yapılı evlerinden çıkan çoğu insan ya 19. yüzyıl Polonyasının formasını üzerinden atamamış  Yahudiler ya da Yahudilerle içiçe yaşayan ve bu şehrin vazgeçilmez parçaları olan Araplardır..

Hastanenin içine girerken yanımdan geçen insanların büyük çoğunluğu yine dindar insanlar. Farklı diller konuşan o kadar çok kişi geçiyor ki yanımızdan. Bu şehir dünyanın her tarafından gelmiş dini bütün yahudileri biraraya getirmiş geçen zaman içinde.. Fötr şapkalılar,  kipalılar ( kipa, yahudilerin din takkesi ) , kipalılar içinden örgülü kipalılar, siyah kıpalılar vs.... Her biri dindarlık derecesi ve dine bakış tarzlarına göre farklı farklı semboller taşıyor üstlerinde; kimisi daha tutucu kimisi daha milliyetçi kimisi daha liberal ama hepsi dindar...

Asansörü beklerken yanımda duran sakallı, cübbeli Arabın yanında bizim gibiler ve diğerleri...

Sıram gelip doktora girdiğimde ise  benden önce içeride olan Arap bayan kapıyı çalarak tekrardan Profesöre bir iki soru yöneltti.  Profesör son derece büyük bir nezaket ve sabırla yanıtladı onu..

Bulunduğum sağlık kuruluşu yerine kendi seçimimle gittiğim ve kendi alanında isme sahip olan bu profesör için ödediğim ücret özel olmasına rağmen sadece yirmibeş dolar civarıydı.

Bu ayrıcalık hepimize ait , ben ve bu memleketin tüm eşit vatandaşlarına..

Ortadoğu'da kurşunların ve bombaların hiç susmadığı bu bölgede , tek bir yerde, Israel'de ,  Hadassah hastanesinde Dr. Mahmud görevini Prof. Zvi'nin yanında icra ederken , sağlıkları için burada bulunan  insanların kimliklerine bakılmadan dünyanın sayılı doktorları arasına girmiş mütehasıslara tedavi olmaları mümkün.. ( İşte bu sebepten dolayıdır ki Hadassah Hastanesi 2005 yılında Nobel barış ödülüne aday gösterilmiş) Bu da insanlığın en doğal , en olması gerektirdiği şeylerden biri değil mi zaten?

Yeruşalayim Yahudi egemenliği altında, aslında uzun  tarihinde hiç olmadığı kadar serbest ve huzur doludur.. ( yeter ki terör olmasın! ) . Dünya bunu görmek istese de ismese de ..

Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık,  bu üç din , Arapların tüm alehimizdeki propagandalarına rağmen bugün yaşamlarını normal bir insan gibi sadece ve sadece yahudi egemenliği sayesinde sürdürmeye devam edebilmektedirler.

Bu bölgede yaşayanların birbirleriyle devam eden savaşları düşündükçe , Irakta ve Suriye'\de kendilerinden olmayan her tür varlığı yok edenlere,  medeniyetlerden geriye kalan her ne varsa silenlere  baktığimda dünyanın  Yahudilere  karşı çıkışlarının arkasındaki mantığın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum..


Batya R. Galanti


1 Eylül 2016 Perşembe



                         İSTANBUL'DA BİR TURİST



Geçen ay eski bir dostumuz bizi ziyarete geldi. Willy! Her yıl eşiyle birlikte yazın bir ayını Israel'in kuzeyinde Naharıya şehrinde geçiren bu eski dostumuz Israeli çok seven bir Norveçli..
Her yıl hiç kaçırmadan yaptığı ziyaretlerde mutlaka görüştüğümüz bu özel insani seneler önce tamamen tesadüfi bir şekilde tanıdım..

1995 yılında Israel'de turist olarak gezdiğim günlerden birinde Yerushalayım'de Yad Vashem ( Holocaust ) Müzesini arıyordum ki ileriden kuzey Avrupalı oldukları belli olan iki uzun boylu sarışın genç adamın geldiğini gördüm. Bu iki insan turist olduklarına göre onlar da kesin Yad Vashem'e gidiyorlardır diye düşündüm ve yanlarına yaklaşarak onlara müzeyi sordum " Biz de oraya  gidiyoruz istersen bizimle gel dediler" ..derken onlarla birlikte  yürümeye başladım..
Tabii yolda nereli olduğumuzu ve Israel'de nereleri gezdiğimizi birbirimize anlatırken yavaş yavaş müzeye vardık..
O gün müze ziyareti boyunca Willy ve arkadaşı yanımdan hiç ayrılmadılar. Willy İnşaat Mühendisi iken arkadaşı Lübnan Barış Gücünde askerdi..
Müzenin Kafeteryasında devam ettiğimiz sohbetimizde Willy arkadaşının Israel hakkındaki önyargılarını kırmaya çalışıyordu. İlginç olanı üzerinde Magen David olan bu Norveçli adam Yahudi bile değildi.
O günün sonunda  otobüse binmeden Willy ile adreslerimizi birbirimize verdik..
İstanbul'da geçirdiğim o son kış Willy İstanbul'a geldi..
Zaten esasen anlatacağım şey de Willy'nin bu seyahatte başından geçenler..
Beni aradığı zaman kendisinin memnuniyetle turlarıma katılabileceğini söyledim..
İstanbulun güzelliğinden büyülenen Willy boğaz turunda grubuma katılmıştı.
Sonuçta dört gün geldiği bu kısa İstanbul macerasının onun için nelere mal olduğunu eşiyle birlikte bize yaptıkları son ziyaretlerinde   bol bol gülerek hatırladık.
Willy'nin İstanbul seyahati gayet güzel başlamış fakat karmaşık ve sancılı olaylarla son bulmuştu..
Evet İstanbulun kendine özgü güzellikleri yanında şehrin karmaşasının getirdiği alışılmadık şeyler bazen bir turistin başını son derece ağrıtabiliyordu..
1990'ların sonuna kadar İstanbul sokaklarının ne hallerde olduğunu az buçuk hepimiz anımsarız. Şimdilerde sanırım o zamanlarla mukayese edilmeyecek kadar bir düzen var artık caddelerde..
Benim çocukluğumda durum pek öyle değildi, İstanbul sokaklarında yürümek başlı başına bir cefaydı.  Hele kışın başlayan yağmurlarla şehri kaplayan çamurlardan sokaklarda neredeyse adım atmak  bile  zordu . .
İşte Willy'nin seyahati de gayet sempatik bir havada başlamıştı. Boğaz turu ve  İstiklal caddesinde götürdüğüm akşam yemeğiyle beraber İstanbul'un gizemli havası onun için Norveç'te alışkın olduğu ortamdan çok farklıydı.
Willy'nin İstanbul'da bulunduğu ikinci günün akşamı ben  evde iş dönüşü yorgunluğunu atmaya çalışırken  gece 10:00 civarı telefon çaldı.  Hattın  bir ucunda Willy " Hello Batya! " Evet nasılsın? nasıl geçti akşamın derken  bana " Pek iyi değilim, bacağımı kırdım! ..dedi.  Şu anda otel odasındayım , acaba yarın bir ara bana uğrayabilirmisin diye sordu çok büyük bir ricayla.. Tabii dedim,  Tabii mutlaka uğrarım..
Ertesi gün otelinde sadece kahvaltısı olduğu için ona öğlen dışarıdan yemek getirdim.
Otel odasına geldiğimde Willy'nin elinde kitap olduğu halde bacağını uzatmış çok mutsuz bir hali vardı..
Başından geçenleri anlattığında ağlasam mı gülsem mi bilemedim..
Akşam kaldığı otelden çıkarak normal bir turist gibi etrafta biraz gezinmek istemiş..

Tabii o zamanlar İstanbul metrosunun inşaat yıllarıydı. Taksim  Mecidiyeköy güzergahı inşaa halindeyken çevre civar normalde alışık olduğumuz kazıların da üstünde bir karışıklık içindeydi.  O da yetmezmiş gibi yok telefon hattı yok su borusu geçirmek gereği derken kimi ara yollar da tam bir  köstebek tarlasını anımsatıyordu. Ayrıca ara sokaklar  yeterince aydınlatılmadığı için de  buralarda gezinmek başlı başına bir sorundu.

Her şey bir yana, tek problem bu da değildi, İstanbul'da kazılan çukurların  kenarına bir uyarı işareti koymak alışkanlığı da yoktu hiç bir zaman. Bu da sanırım Belediye'den insanlara hazırlanan hoş süprizlerin bir parçasımıydı acaba ? :)

Kısaca Willy, Taksim'de tamamladığı turunun sonunda oteline doğru yürürken gecenin karanlığında biraz ilerideki  çukuru görememiş ve en az  bir buçuk metre derinliğe attığı adımla beraber bir anda kendini aşağılarda bir yerlerde bulurken bacağına saplanan sancıyla birlikte bağırmaya başlamış.. Oteline bir hayli yakın olduğunu tahmin ediyorum ki otelin çalışanlarından bir genç çocuk sesini duyup koşmuş .Yanında bir iki kişi daha Willy'yi çukurdan çıkarmışlar. Willy son derece kuvvetli sancılarla kıvranırken tabii ayağına kesinlikle basamaz durumda iken  otelden bir taksi çağırmışlar ve onu Taksim İlkyardıma götürmüşler..
Bundan sonrası nasıl söylesem tam bir rezalet.  Gerçi buraya kadar olan kısım da bir ülkenin kabul ettiği turiste sunduğu imkanlar ve şehrin genel hali açısından çok hoş bir tablo çizmiş değil fakat sonrası bundan da kötü.
Taksim Acile getirdiklerinde acilde bir yatağa koydukları Willy'nin yanına mavi gömlekli bir adam gelmiş.. Tahminim o saatte artık Taksim Acil'de doktorun bulunmadığı ve doktor yerine hademenin iş gördüğüydü.. Ayrıca etrafta kimse ingilzce konuşmadığı için Willy neler olduğunu anlamaktan uzak bir şekilde sadece insanların vücut dilinden olayları çözmeye çalışıyordu büyük ihtimalle.
Mavi gömlekli adam 10 yaşlarında bir çocuğu yanına çağırmış ve eline bir kaç kuruş  verek onu göndermiş. Bir kaç dakika sonra küçük çocuk elinde bir torbayla dönmüş. Mavi gömlekli Willy'nin ağrıyan bacağının paçasını sıvayarak getirdikleri alçıyı suyla yaptıkları bir karışım olarak bacağına sürmeye başlamış   ( .tabii hepimizin bildiği üzere bir yerinde kırık olan kişiye önce kırığın durumu hakkında tespit için röntgen çekilir ve arkasından alçılı suya batırılmış bir bandaj uygun şekilde sarılır )  Bu arada alçı yetmemiş , hademe çocuğa  işaret ederek eline bir kez daha para vererek çocuğu ikinci kez tahminen o saatte açık olan tek yer olan nalbura göndermiş yeniden  ve bu işlem üçüncü kerede ancak  tamamlanarak Willy' nin bacağına ekledikleri en az bir kaç kiloluk fazlalıkla oteline onu geri götürmüşler..
İşte o gün  bu halde adam oteline mıhlanırken tualete gitmek için bile bacağını kaldırmakta zorlanıyordu..  Ertesi gün kalkacak olan uçağına bu kadar ağır bir bacakla gitmesinin mümkün olmadığı ise açıktı..
Sabah  sigorta şirketiyle görüşmesinin ardından  havaalanına gitmeden evvel Alman Hastanesine giderek normal bir alçı yaptırabilmişti Willy.
Alman Hastanesindeki doktor alçıyı çıkarmak için bacağındaki bütün tüyleri de beraberinde yolmak zorunda kalmış ve eğer bu alçıyla bir kaç gün daha dursaydın sakat kalmaman için en az bir iki operasyon geçirmek zorunda olacağın kesindi demiş..
Biz çocukken İstanbul'un yolları bir çok zaman taşradan farksızdı, İstanbul'un en nadide semtleri,  güzeller güzeli villaların bulunduğu caddeler , boğazdaki en pahalı yalıların bulunduğu Yeniköy, Tarabya , Bebek gibi en güzel semtlerde dahi  yollar , kaldırımlar o lüksle uyumlu değildi hiç bir zaman.
Üç hafta önce Willy'yle İstanbul seyahatini andığımızda ona İstanbul'dan ayrıldığındaki izlenimlerinden geçen yıllarda İstanbul'daki olan değişimi anlattım.
Evet değişmeyen tek şey değişim ;  belki bugünkü Erdoğan Türkiyesi yeterince karışık ve güvenilmez olsa da sanırım yolda yürürken çukura düşme olasılığı yirmi beş sene evveline göre herşeye rağmen  daha azdır


Batya R. Galanti.