31 Mayıs 2016 Salı

 03/06/2016


                                           
                                     EĞİTİMİN BAŞI SEVGİ


Bir haftadır geçmeyen nezlenin ardından oğlum  Salı akşamı birden ağır ağır nefes almaya başlayınca doktoruna götürdüm ve tabi her zamanki gibi buhar tedavisine başladık.. Okula gidemeyişinin ikinci gününde öğretmeni aradı " Gal nasıl ?,  Durumu anlattım.  Dün sabah öğretmeni bu kez sınıf arkadaşlarıyla beraber tekrar telefon açıp Gal'e " Bir an önce iyileş " mesajlarını ilettiler. Telefonu kapattıktan sonra oğlum bana  gülümseyerek " Anne hasta olmanın iyi bir tarafı var biliyormusun " dedi;  " Öğretmenin ve arkadaşların seni arayıp bu şekilde sevindiriyor...Peki seni de ararlarmıydı hasta olduğun zaman?

" 'Hayır oğlum beni aramazlardı!"...

Bizde  hasta olduğumuzda kimse aramazdı... Öyle bir gereksinim duyulmazdı. Çünkü eğitim ve öğretim anlayışı bugün burada şahit olduğum anlayıştan çok uzaktı. Hiç bir yönden mukayese kabul etmeyecek kadar değişikti.

Okulu sevmeyi çok istedim aslında.  Hayat boyu içimde, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde okul ve öğrenim sevdası olmasaydı belki daha ortaokulda iken okulu terketmiştim..

İlkokul sıralarından talihsiz başlayan okul maceram sonuna kadar ağır aksak gitti. Sebepleri zaman zaman kişisel de olsa Türkiye geneli açısından  öğrenim sürecinin çocuklar için neyi ifade ettiğine baktığımda, en azından benim dönemimde bu yoldan geçenlerin içinden bir çoğunun okula güle oynaya gitmediklerinden eminim..

Sevgiden, destekten ve özveriden uzak bir eğitim sistemi içinde yetişmiş olmak bence ben ve benden önceki nesillerden gelenler için çoğu zaman bir sorundu.

Oysaki bir toplumu ileri seviyelere götürmenin ilk şartlarından biri çocuklara doğru temeller üzerinden bir hayat yolu çizmek değil mi?

Peki bu temeller nedir?

Bence bir nesil yetiştirmenin ilk temel şartlarından en önemlisi " sevgi" dir.

Çocuklar çiçektir deyip  korku toplumu yaratanların sonradan acaba biz neden ilerlemedik diye sormaya hakları yoktur bence..

Türkiye'de insanlar ilk çocukluk yıllarından itibaren sindirilirler.  Bu en azından yirmi yıl evveline kadar böyleydi. Hoş bugünkü Erdoğan Hükümetiyle Türkiye'de bazı şeylerin daha iyiye gitmiş olacağını düşünmek komik olur sanırım.

Toplumun her alanında korku ve sindirmek hakimdi..

Bu en temel eğitim olan ilkokuldan başlayıp eğitimin tüm kademelerinde bu şekilde devam ederken, sistemin tümüne yansıyan şahsiyetsiz bir toplum yaratılır. Kişiliği gelişmemiş ezik insanlar. Hiyerarşik yapıya göre bir üste söz söylemeye hakkı olmayanlarla , müdür olunca kompleksli geçmişinin acısını kendi altındaki memurlardan çıkaranlardan oluşan bir toplum yaratılır..

Benim ilkokul öğretmenim her fırsatta çocukların tepesine şaplak atmaktan adeta haz alırdı .
Nedenini anlamadığım bir çok kez kafama var gücüyle vurduğunu hatırlarım. Bir kez kalemim yere düşmüştü arkamdaki çocuk ta nedense kalemime sahiplenme gereği duyarak yerden alıp vermemeye karar verince elinden çekip geri almak istemiştim . Birden saniyeler içinde bir kuvvet kulağımdan beni önüme doğru çevirdi.. Kulağım çok acırken ne olduğumu şaşırdığımı ve küçük düştüğümü hissettiğimi hatırlıyorum..

Ortaokulu ve liseyi Türkiye'nin en seçkin okullarından ikisinde okumuş olmama rağmen bir çok şey bu okullarda bile çok farklı değildi..

Ortam çocuğa ve insana dost olmaktan kanaatimce bir hayli uzakti.  Sahsım adına o soğuk hapishane izlenimi yaratan gri duvarların arkasında eğitmen olarak çalışan bir çok öğretmenden çok hayalkırıklığı yaşadım. Oncelikle insancıllık açısından..  ( Bu arada sevgiyle hatırladığım hocaların da olduğunu söylemeden geçmem mümkün değil...)

Dersleri mükemmel, performansları doksan yüz olan bir avuç arkadaşım ya da ortanın üzeri notlar  almayı başarıp sınıfı rahatlıkla geçen bir diğerleri belki karşı çıkarlar bu sözlerime.
 Fakat bir eğitmen bir sınıfa girdiği zaman sadece mükemmel ya da başarı oranı iyinin üstünde olan talebelerle performansını ölçemez..  Sorunlar yaşayan ya da kapasitelerinin altında başarı gösteren çocuklara yardım etmek bir öğretmenin ilk ödevlerinden biri olmalı ve olmalıydı her zaman.

Her sınıfta böyle çocuklar mevcuttur.  Eğer ileri bir toplumda yaşıyorsunuz tanık olacağınız şey  okulun ve öğretmenlerin böyle çocuklara yardım etmek için harcadıkları çabadır.. Çünkü her çocuğun içinde mutlaka bir cevher mevcuttur.  Türkiye'de ise bırakın zorlanan çocuklara destek olmayı öğretmenin öğrencilerle bir olup bir tekmeyi de kendisinin attığını şahsen bilirim.

Ortaokulumdaki  Psikolog Danışmanın okulun popüler kızlarıyla olan karşılıklı sempatisi dışında gerçek sorunlarla boğuşan ve yardıma ihtiyacı olan talebelere ne kadar yetiştiğinden emin değilim

Sevgi ve ihtimam bir çocuğu yoktan var edebilir oysa..

Topluma kazandıracağınız her insan bir ülkenin geleceğinin güvencesidir

Buna karşılık korkuya dayanan öğretim sistemi ezberci zihniyetle birleşince üretken bir toplum yaratmak nasıl mümkün?

Öğretmen korkusuyla bildiğini de unutan,  her sene tekrar tekrar önüne getirilen  şiirleri çok kez  anlamadan bağıra çağıra okuyan , Atatürk söylevlerini  hafız gibi ezberleyen öğrencilerin laikliğin ve modern Türkiye'nin aydınlık  geleceğinin teminatı olamadıkları bugün açıkça ortadadır.

Bir ülkeyi gerçekten kurtaracak olan çocuklar kişiliğini ve düşüncesini ortaya koymaktan çekinmeyen çocuklardır.  Böyle çocuklarsa demokratik ve liberal bir eğitim ortamı içinde yetişebilirler.

Disiplinin korku sınırlarını zorladığı,  tek tip insan modeli yetiştirmek için kalıpların dışına çıkmayan, model seçilen sistemin bir fabrikasyona döndüğü, eleştiri ve serbest düşüncenin her şekilde ket vurulduğu bir ülkede gelişmiş bir nesil yetiştirmek nasıl mümkün ?

Ya da bir diğer deyişle kendileri olmalarına izin verilmeyen çocukların ileride mutlu insanlar olmalarını beklemek ne mümkün?

Okulu bitirdikten sonra yaşadıkları travmaları atlatmak için yıllarını psikolojik tedavilerle geçirmek zorunda kalmayacak nesiller için, yüzleri gülen insanlar yaratmak için , düşündüğünü söyleyen, hayallerini gerçeğe çeviren bir toplum için eğitim demek " sevgi " demek olmalı herşeyden önce....

Sevgiyle kalın!!


Batya R. Galanti

23 Mayıs 2016 Pazartesi


                                            HERŞEYE RAĞMEN



Pencereden okulun bahçesinde oynayan üç çocuk gördüm.  Uç küçük yaramaz, diğer talebeler neredeydi,  neden tek başlarına avludaydılar bilmiyorum. Bu üç yaramaz olabildiğince bağırıyor,  oraya buraya koşuşturuyorlardı. Saat tam 10:00'u gösterdiğinde uzun ve kuvvetli bir siren çalmaya başladı ve çocuklar birden oldukları yerde kalakaldılar. Her biri dimdik duruyordu. Bedenleri güçlü ama başları eğikti...Sekiz ya da dokuz  yaşlarında olan bu çocuklar Ortadoğu'nun daha bahar ayları olmasına rağmen kızgın olan güneşinin altında oynarken doğdukları ülkenin gerçekleri ile büyüyorlardı.. geçmişle bugün arasında hiç bitmeyen  hüzünle günlük yaşamda hiç bir şey olmamışçasına devam eden bir hayatın olduğu bu ülkede .. Normal şartlarda susturmanın ve sakinleştirmenin mümkün olmadığı bu yaramazlar  kimsenin onlara bir uyarıda bulunmasına gerek olmadan saygı duruşuna geçmişlerdi ...

 O an 23 477 şehidin anısına iki dakika için hayat durdu.. Bir nefeste bu küçücük vatan toprağı için ölen gençler, terörün en beklenmedik anda aldığı canlar için iki dakika.... İnsan hayatının bir hiç değerinde olduğu Ortadoğunun kaderini paylaşmak böyle bir şey işte.. Yaşamak ve yaşatabilmek için savaşmak zorunda kalmak . Bu ülkenin kurulduğu ilk günden bugüne değişmeyen gerçeği...

Siren bitince çocuklar tekrardan oyunlarına devam ettiler . Hayatımız gibi her savaş sonu sarılan yaraların ardından yaşamın olduğu yerden devam etmesi gibi.. Bu ülkenin ayakta kalabilmesinin tek kuralı tüm acılara  rağmen dimdik ayakta durmaya devam etmek. Bu milletin asırlar boyu geçirdikleri karşısında hayati hala göğüsleyebilmesinin,  hala daha varolabilmesinin sırrı gibi.. Diğer yandan ölümün yaşamdan daha çok değer kazandığı bir bölgede varolmak hayatınızı kaderine terk edemeyecek kadar tehlikelerle kuşatabiliyor insan için..

Farklı coğrafyalarda yaşayanların neyi anlatmak istediğimi anlamaları eğer mümkün olsaydı bugünkü Israel gerçeklerine belki bir derece farklı bir noktadan bakmayı başarabilirlerdi..

Aslında Israel'de çocuk olmak bambaşka bir özgürlüktür  ama  bu özgürlük onlara  bu topraklarda bu vatanın varlığını sürdürebilmesi  için ödeyecekleri bedel üzerinden verilmiş bir şeydir .

1800'lerden bu yana  kurulan ilk moshavlarla geri dönmeye başladıkları bu topraklar yahudiler için yüzyıllar boyu arayıp bulamadıkları bir " özgürlüğe "  kaçıştı aslında, Tanah'ta Tanrı'nın onlara vaadettiği bu topraklardan başka hiç bir yerde bulamadıkları özgürlüğe....

Gerçek anlamda yaşam demek özgür olmak demek değil mi? ;  hayatını istediğin gibi yönetebilmek, korkmadan yaşamak hakkı, üreterek, gelişerek,  büyüyerek,  hep ileriye giderek... Bu yüzden her insan kendi yuvasında yaşamalı değil mi? Her ulusun, her milletin iyisiyle kötüsüyle kendine ait bir devleti olması gerektiği gibi.. Karşınızda size quenelle işareti yapanlara karşı duracak bir hükümetin olacağı, demokrasi adına sizi hedef alan kitlelere ses getirecek bir kuvvetin olduğu bir yerde yaşamak.. Sizin siz olarak görüldüğünüz ve kimliğimizin kaderinizi değiştirmediği gerçek bir yuva..

Israele gelen ilk göçmenler Ruslardı. Pogromlardan kaçan ilk göçmenler Rusya'da hiç bir zaman yapamamış oldukları işi yapmak için bu yarı çorak ülkeye geldiler, tarım yapmak, bu çorak toprakları işlemek için, özgür olmak için..

Toprağı işlemek özgürlüktür, bir yere ait olmaktır, o toprağın ürününü toplamak ve tüketmek ve yeniden ekmek, ürününüzü satmak ve sahip olmak, özgürlüğünüzü sonuna kadar yaşamak için size ait olanı işlemek.....Yahudiler uzun zaman ne Avrupa'da ne de Rusya'da toprak sahibi olamamışlardı çünkü yaşadıkları yerlere ait değillerdi..

1800'lerin sonunda Filistine geldiklerinde burada yaşayan sadece 250.000 kadar nüfus mevcuttu, Osmanlı idaresindeki bu yerler büyük oranda çöldü ve medeni tüm unsurlardan çok uzaktı o zamanlar kutsal topraklar.. İlk siyonist akımın göçmenleri Araplardan satın aldıkları topraklarda tarım yapmaya başladılar buralarda çiftlikler kurdular toprağı ektiler ve hayvancılığa başladılar...

Bu millet buraya yoktan var etmeye geldi.

Filistin diye anılan bu yerlerde yaşayan yahudilere  Filistinliler dendi, bu topraklarda Filistinli Araplar,  Filistinli Hıristiyanlar ve yine Filistinli  Yahudiler vardı o zaman.. Kendi elleriyle topraklarını satan Araplar bir süre sonra Yahudilerin çiftliklerine saldırmaya başladılar, hayvanlarını çaldılar, yuva çocuklarını katlettiler ..Neden? O güne dek bu yerlerde bedevi hayatı süren bu insanlar kendi elleriyle sattıkları topraklarda birden yeşeren, ürün veren  bir vaha keşfettiler, bu adeta bir mucizeydi ..

Yahudiler bu topraklara geri dönmeye başladıkları günden itibaren Araplar için  o güne dek pek bir anlam taşımayan bu yerler,  ağızlarına bile  almadıkları Yerushalayım ( Kudüs ) ve tüm Israel toprakları birden  herşeyin ötesinde bir anlam kazandı..

Bu şekilde 1948'e gelene dek önce Osmanlı  daha sonra da İngiliz mandası yıllarında hiç bitmeyen Arap ayaklanmaları Yahudilerden de  çok Arapların kendi canlarına mal oldu.
Tarihin hiç bir safhasından ders çıkarmayı beceremeyen bu halk Israel Devletinin yanında kurulacak bir Filistin Devletine ise karşı çıktı, daha önce hiç sahip olmadıkları bir devleti ellerinin tersiyle geri çevirdiler; birlikten ve gerçek ulus olmak için gereken özelliklerden uzak olan Arap halkı daha iyi, daha insanca bir gelecek yolunda yapıcı adımlar atmak yerine savaşı tercih etti..

Ben  bahçede oynayan çocuklara baktım yeniden;  " Şehitleri Anma " günü için üzerilerinde her biri beyaz T-shirtleriyle okula gelen ufaklıklar içeriye girmişlerdi.

Bu ülkede çocuklar için ne kadar emek sarfedildiğini düşündüm, ve bu emeğin sonunda kimi çocuklar sadece 20 yasına geldiklerinde  gençliklerini, hayallerini ve sevdiklerini bırakarak ebediyete gidiyorlar..Onlara o güne dek verilen kucak dolusu sevgi, ihtimam bir anda anlamsızlaşıveriyor; bitmeyen bir savaşın arkasında kaybedilen her can bir hayatın sonsuza dek sönüşü , bir ailenin geriye dönülmez yıkımı....

Çocuklar bir toplumun geleceğidir; gelişmiş ülkelerde her çocuk bir hazine gibi görülür; her bir çocuğun mutluluğu ve başarısı için aile ve toplum elbirliği içinde çalışır. Devlet çocukların başarısı için elinden gelen desteği verir. Amaç önce mutlu ve daha sonra başarılı bir toplum yaratmaktır.

Israel'de çocuk son derece serbest bir ortam içinde yetiştirilir. Kararlı, ne istediğini bilen ve sözünü sakınmayan yırtık çocuklar.. Küçücük yaştan tüm serbestliğin ve her tür imkanın sunulduğu çocuklar , tüm bunlara rağmen çok küçük yaştan kendi kendilerine yetmeyi öğrenirler. Çalışan anne babaları onların omuzlarına daha ilkokul çağlarında yavaş yavaş bir çok sorumlulukları yüklemeye başlarlar..
15  16 yasına gelen gençlerse okuldan sonra belli işlerde  günde bir kaç saat çalışmaya başlarlar, Amaç anne babaya bağımlı olmadan yaşamak , istediklerini elde etmek için kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamak.. En orta gelirli çocuktan en zenginine bu kural değişmezdir. Burada çocuklar anne babaları gibi azimli ve çalışkandırlar.. Bitmeyen bu koşturmadan yorulmayan bu toplum arı gibi çalışır.. Yaz tatilinde küçükler yaz kamplarına giderken gençler tatillerini aylak aylak geçirmezler. Ilk yardım kuruluşu , hayvan barınakları ve bilimum toplumsal kurumlarda  gönüllü hizmet vermenin dışında hepsi yazın cep harçlığı için çalışır...

Israeli bu bölgedeki diğer toplumlardan ayıran en büyük nitelik te bu değil mi? Başarısındaki sır.. bu küçük ülkenin sadece son 10 yıl içinde kazandığı 7 Nobel ödülü, bu toplumun eğitime verdiği önem, insanların bitmek tükenmek bilmeyen azminin simgesi...

17 yasındaki kızım  gece gündüz sadece dersleri için, sınavları için didiniyor,  sınıfındaki tüm çocuklar gibi. Fakat bir yerlerde kimileri için bazı şeyler çok farklı...  Geçenlerde  TV'de Gazze'deki çocukları izledim. Ana okulu çocukları Gazze'de tiyatro sergiliyordu. Bu tiyatro bildiğimiz çocuk tiyatrosundan çok farklıydı. Bu tiyatroda üç dört yaşındaki çocuklar kafalarında kefiyeler ellerinde oyuncak bıçaklarla Yahudileri bıçaklıyorlardı. Yerlerde ölü taklidi yapan minicik kızlar ve oğlanlar... bebek yaşta insan katletmeyi öğreten büyüklerinin  onlara layık gördükleri gelecek umudu değil ölümü çağrıştırıyor daha çok..  Bu çocuklara gelecekte ne olacaksın diye soranlara onlar bir kerede " Shahid! " diye cevap veriyorlar..

Hamas Lideri  " Sizler hayatı kutsal sayıyorsunuz bizlerse ölümü!!" derken  Gazze'nin geleceğinin nasıl bir şekilde çizildiğini kısaca anlatıyor aslında..

" Yahudileri ve Hıristiyanları kendinize dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostudur diye başlayan her vaaz bu insanların beyinlerindeki parlak geleceği yok etmektedir.

Sorun sadece toprak alıp toprak vermek olsaydı, sonunda mutlaka bu iki halk bir gün barışmak şansına sahip olabilirdi, fakat sorun bağnazlık ve eğitimsizlik, sorun körpe beyinlerin karanlıkta kalması, sorun hayata gözlerini açtıkları ilk günden  Gazze'de , Sana'da,  Bağdad'ta, Kahire'de doğan çocukların onların sorumluluklarını olgunlukla üstlenecek insanların ellerinde büyümemeleri;  işte bu yüzden barış için umut beslemek çok daha zor.

Israel'de aylardır devam eden, cafelerde, otobüslerde caddelerde insanları hedef alan bıçaklı saldırıların bir çoğunu yapanlar daha ergenlik çağındaki küçükler; Yerushalayım 'deki tramvay'da etrafına bir anda saldırmaya başlayan 12 yasındaki çocuk , yine Yerushalayım'de  şekerleme satın alan  çocuğu komaya sokanlar sadece 13 yasındaki körpecikler..

Elindeki bıçakla  başkalarına da saldırmak için koşmaya devam eden 13 yasındaki ufaklığın saflığını, çocukluğunu çalanlar kimler? Ölümlerinin arkasından " Onunla gurur duyuyorum " diye övünen anne babaların çocuklarına olan sevgileri onların  ölümlerini arzu edecek kadar mı ?

Ortadoğu, dünyanın geriye kalan tüm coğrafyalarından farklı bir yapıya sahip. Dünyanın hangi bölgesine bakarsanız bakın insanlık başkalarına timsal olacak örneklerle ortaya çıkar, Güney Amerika bile, Asya ülkeleri , Avrupa ve Kuzey Amerika icin söz söylemeye bile gerek yok.
Dünyada geriliğin ve barbarlığın en korkunç şekline  tanıklık eden tek yer Ortadoğu. Yüzyıllardır değişmeyen kavramlar, aydınlığa karşı olan direniş insanı ürpertiyor.

Beş yıl önce başlayan Arap baharı çok kısa zamanda büyük fırtınalar kopararak  kara kışa döneli bu bölge kana doymuyor..

İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallstrom  bundan iki ay kadar evvel , Avrupa'da yaşanan Mülteci sorununu hiç süpriz olmayacak bir şekilde Filistin-Israel sorununa bağladı..

14. yüzyılda kedileri imha eden Avrupayı sıçanlar basınca iyice yayılan veba salgınında yahudileri suçlu gösteren Avrupa'nın 21. yüzyıldaki Ortadoğu  Radikalizminin   yansımalarından Israeli sorumlu tutması çok şaşırtıcı değildir. Avrupa her sıkıştığında Israeli suçlarken ortadaki gerçek problemi göz ardı etmeye devam ediyor..

Bu arada akşam oldu, " Şehitler Günü"'yle birlikte her yıl olduğu gibi büyük hüzünle anılan çoğu genç insanın ardından Israel'de " Cumhuriyet Bayramı " başladı. Havai fişekler ve muhteşem gösterilerle birlikte ..  Yirmidört saat süren hüzün yerini coşkuya bıraktı. Dedim ya Israel böyle bir ülke hüzün ve sevincin birbirinin içinde varolduğu belki de tek yer...
Tüm yaşanılanlara rağmen hayata olan bağlılığın kimsenin tahmin edemeyeceği kadar güçlü olduğu bu halk hayatı göğüslemeye  ve sevmeye devam ediyor, yaşamak için, ileriye gitmek için  ve özgürlük için...


Batya R. Galanti.





4 Mayıs 2016 Çarşamba


                              SOYKIRIMIN BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Israel'de Holocaust Haftası bu hafta....

Bu akşam her yıl olduğu gibi hüzünlü bir törenle başlayacak  ve yirmidört saatlik bir anma gününün ardından bütün hafta bu konu  gündemdeki yerini koruyacak; toplantılar, konuşmalar, dokümanterler ve filmler; okullarda çocuklara yaşananları anlatacaklar  Holocaust'un ardından sağ kalmayı başaran insanlardan geriye hala hayatta kalan son tanıklar...

Israel'de Shoah'nin bize kaybettirdiklerini andığımız şu günlerde İngiltere'de İşçi Partisi üyesi Ken Livingstone İngiliz siyasetinde ardı arkası kesilmeyen antisemitik çıkışlara bir yenisini ekledi..
Ken Livingstone'a göre " Hitler bir Siyonistti "!!. Bu sözler  yaşadığımız onca korkunç şeyin ardından geçen yıllar içinde  hiç bir şeyin asla değişmediğini sadece bir kez daha hatırlattı.

Yıl 2016, hala sokaktaki küçük insandan  dünya politikasına imza atan liderlere , ünlü gazetecilere kadar kimi zaman  belli belirsiz bir mesafeli duruştan bazen azılı düşmanlığa varan bu tanıdık duyguları taşıyan kitleler her yerde kendini göstermeye devam ediyor....

Israel'de, biz Yahudiler II. Dünya savaşında bir hiç uğruna kaybettiğimiz canları anarken dünyada kalan 7.4 milyar insanın  büyük bir bölümü ne 1939-45 yıllarında bir milletin yok edilişi hakkında  en ufak bir fikri olmadan ne de insanlığın yaşadıkça çevresine ve diğer tüm varlıklara ne kadar zarar vermeye devam ettiğinin bilincine varmadan günlük hayatına devam edecek...

Bundan  bir kaç yıl evvel Sainte-Pulcherie yıllarında bana en yakın arkadaşlarımdan biri Facebook sayfasında " Schindler'in Listesi"  filminin müziğini paylaşmıştı. Paylaşımının  üzerine ısrarla iliştirdiği banal duyguları beni istemeden şaşırtmıştı:  " Bu filmi seyrettiğim zaman bende en ufak bir etki yaratmadı, sadece müziğini sevdiğim için paylaşıyorum  derken arkasından  " bu arada bu melodi bana üniversite yıllarımdaki bir hocamın o zamanlar söylediği sözleri hatırlattı; bunlar Holywood'da bir kaç yılda bir  bu mezalimi anımsatan filmleri yapmadan duramazlar" .......

Bu arkadaşım Notre Dame de Sion'u bitirmiş ve sonunda avukat olmuş, sonuçta  eğitim görmüş biri... Çocukken okumuş insanların, iyi aile çocuklarının daha ılımlı daha az ırkçı, daha az antisemit olmaları gerektiği şeklinde bir yanılgıya kapılırdım.. Çocukça bir saflık işte!!

O gün arkadaşıma dün Yahudilere yapılanlardan ders almayan insanlığın yarın Almanya'da Türkleri yakabileceğini yazdığım zaman da tepkisizliğini korudu..

Onunla aynı gün uzun senelere dayanan arkadaşlığım  bu şekilde son buldu; sadece Yahudi olduğum için...

İnsanlık kendinden olmayana yapılanlara tepki vermedikçe ya da bir başka deyişle kendinden olmayanı sevmedikçe ne ırkçılık ne de savaşlar biter..

Bu yüzden binlerce yıldır savaşlar bitmiyor. Eğer bir kez yapılan bir hata insan için ders olsaydı uzun zaman önce yeryüzü bir cennet bahçesine dönebilirdi..

 Tevrat'ın Tekvin bölümünde  Kayin ve Hevel örneğine baktığımızda kötülüğün insanoğlunun ilk tohumlarıyla yere düştüğünü görürüz.  Tekvin'de yeryüzündeki ilk aile örneği Adam ve Hava'nın iki oğlundan Kayin kardeşi Heveli,  Tanrı tarafından daha çok kabul gördüğüne inandığı için kıskanarak öldürdüğü anlatılır.  Tevratta yazılanlar belki bir masal veya mitoloji de olabilir; fakat 3500 yıllık bu kitap bize herşeye rağmen kötülüğün ve kıskançlığın insanlık için ne kadar eski bir olgu olduğunu hatırlatmaya yetiyor.

Karşındakini kendin gibi seveceksin kuralı sadece kutsal kitaplarda kaldıkça ayırımcılık ve ırkçılığın her türü varolmaya devam edecek...

İnsan doğasının iyilikten çok kötülüğe meyilli olduğu tarihin her döneminde yaşanmış ve hala yaşanmaya devam eden olaylarla tescillidir.

İnsan ayrımcılığı en primitif şekliyle temel fiziksel özelliklerden başlayarak, kültürel, dini , ekonomik farklılıklar üzerinden kendine hep bir yol bulur..

Bencillik ve çıkarcılığın ırkçı yapısıyla birleştiği insan kendisinden görmediği her şeyi yok etmekte.. Bunda kimi aktif bir rol alırken kötülüklere ses çıkarmayan  çoğunluksa dünyadaki yıkıcı güce pasif bir onay vermektedir.

Bu yüzden üçüncü dünya ülkelerinde din, ırk, çıkar uğruna insanlar kitleler halinde katledilirken dünyanın ekonomik gücünü elinde tutan refah ülkelerinde yaşayan insanlar sabah kahvaltılarında  kahve ile kruasan yemeğe devam ediyorlar..

Bağdad'ta  patlayan bombada parçalanan bedenlerin haberi insanin yanından geçip gidiyor. 
Afrika'da , Ortadoğu'da ölenlerin başlarına biçilen değer basında üçüncü dördüncü haber kadardır .. Daash'in kuzey Irak'ta başlarını kesttiği Yezidiler ya da Şiiler ise kimin umurunda?
Günlük yaşamında en yakınındakinin acısına duyarsız kalan insanın uzak diyarlarda yaşanılan felaketlere tepki göstereceğine inanmak saflık olur sanırım.

Yıllar öncesinde Aushwitz'de  her gün binlerce insanın cansız bedenleri sistematik olarak yok edilirken kampın  bitişiğindeki Solahütte adı verdikleri rezidanslarında Nazi subayları aileleriyle hoş vakit geçiriyorlardı. Küçük nazi çocukları bacalardan çıkan ölüm kokusunu babalarının sevgi dolu kucaklarındayken solurken her saniyesi binlerce insanın dehşet dolu sonlarına tanıklık eden bu yerler onların en güzel anılarıyla bütünleşiyordu.

Sevgi ve caniliğin bu derece içiçe geçişi insanı dehşete düşürüyor.

Yaşamla ölümün, sevgiyle nefretin içiçe geçtiği bu denge içinde insanın geçirdiği tarih şeytanla meleğin kavgası gibi. İnsan yaşadıkça yok etmeye devam ediyor; bunun farklı olmasını hayal etmek bir çeşit ütopia gibi..

İnsan katlettikçe içindeki Tanrıyı bir kez ve bir kez daha yok ediyor...



Batya R. Galanti




26 Nisan 2016 Salı




                                     
                            YAHUDİ NEFRETİNİN YENİ YÜZÜ




1939-45 Yılları insanlık için en büyük trajedilerden birinin yaşandığı yıllar oldu..

Tüm dünya devletlerinin bir şekilde etkilendiği tarihin en acımasız savaşında 50 milyondan fazla insan ölürken Yahudiler bu savaşı (Avrupa'daki ) nüfuslarının neredeyse üçte ikisini kaybederek geride bıraktılar.

Tarih boyu kendilerinden görmedikleri Yahudileri çok kez sınır dışı etmiş, kitleler halinde yok etmiş olan Avrupa bu kez çok ileri boyutlarda bir katliamın sorumlusuydu .

Almanya'da doğup gelişen  aşırı  milliyetçi  akımların getirdiği sonuçlar ( sadece yahudiler için değil ) ırkçılığın insanlığın  düşünemeyeceği kadar yok edici bir etkiye sahip olduğunun ispatıydı.

Bu da 1945 sonrasını izleyen yıllarda Avrupa'nın  bir savaş sonrası psikolojisi geliştirmesine neden oldu.

Yaşanan korkunç yıkımdan, yitirilen hayatlardan , yıkıntılarından yeniden doğan Batı'da  ayırımcılık ilk kez utanç olarak görüldü.. Yahudilere karşı olan nefret  ilk kez ifade edilmesi ayıp bir kavram olarak algılanmaya başlandı..Yaşanılan ve  yaşatılan korkunç olayların  yarattığı bir çeşit korunma psikolojisiydi belki de bu.; demokratik, liberal ," hümanist " , yeni avrupanın çizdiği yeni imajın bir parçası olarak ta açıklanabilirdi bu tutum.

Her şey dıştan değişmiş gibi göründü..

Aslında sadece bazı şeylerin  üstü örtüldü, gerçek düşünceler ve duygulara kısmen ket vuruldu.

Ve Batı Yahudilere 20. Yüzyılın ortalarından sonra içinde barındırdığı tüm azınlıklarla birlikte eşit olanakları verdi. Yaşananlar (bir şekilde ) geçmişte kalırken Fransa, İngiltere başta olmak üzere onları her alanda kabul etti. Kültürel ve ekonomik açıdan baktığımızda, Yahudiler yaşadıkları bu ülkelerde entegre bir hayat sürdürmekteler ..

Ancak her şeye rağmen, II. Dünya Savaşının ardından geçen 70 yılda yavaş yavaş kendini belli etmeye başlayan bastırılmış bazı gerçekler tekrardan  yüzeye çıkmaktadır.

Sonunda, esasen  hiç bitmeyen husumet tarih açısından  kısa sayılacak bir zaman  sonra kendini farklı bir yöne kanalize ederek  adeta bir mutasyona uğradı..

Bu mutasyonuun adı Israel düşmanlığıdır..

2000 yıllık bir sürgün hayatının ardından yeniden canlanan umudun kaynağı olan Israel ...

Yahudilerin tek evi, yegane teminatı olan Israel...

1948 yılında doğan  Yahudi Devleti , dünyada BM'in onayıyla kurulan tek ülke olma unvanına sahipken meşruiyeti bugüne kadar tartışılan tek devlettir...

Kurulduğu topraklarda yaşadığı sancılı doğumun etkileri hala süren bu devletin geçirdiği tarihi gelişmeler , savaşlar, çatışmalar insanlık açısından bir nefret kaynağıdır.

Israel'in haritadaki yerini bilmeyen , hangi koşullarda kurulduğundan haberdar olmayan ,  bu topraklarda bu devletin varlığından evvel kimlerin ne şartlarda yaşadıklarını,  Filistin adıyla anılan bu yerlerde Israel öncesinde ve sonrasında gelişen olayları okumamış ,  Filistin adının gerçek kaynağının nerelere dayandığı hakkında gerçekten fikri olmayan.   Israel'in ne  büyüklükte bir devlet olduğunu çoğu zaman  bilmeyen milyonlar bu devleti kurulduğu tarihten beri Araplarla olan çatışmaları yüzünden hiç sevmedi.

Vatan sevgisi her yerde en kutsal duygulardan biri olarak kabul edilirken ; bir Fransızın , bir Türkün bir Amerikalının millet ve toprak sevgisi kutsal bir olgu olarak  görülürken Yahudilerin vatan özlemi olan Siyonizm,yani Yerushalayım (Kudüs) 'deki Sion dağına dönüş özlemini ifade eden  Siyonizm Irkçı bir kavram olarak kabul edildi... ( BM tarafından 1975'te alınan bu karar 1991 yılında fesedildi)

Artık yahudilerin neden sevilmemesi gerektiğinin yeni bir ispatıdır  Yahudi Devleti ...

Sıkça insanlar şöyle der günümüzde " Ben yahudilere değil Israel'e karşıyım. "

Yani Yahudilere karşı değilim fakat bir vatan sahibi olmalarını benimsemiyorum.

Antisiyonizmin ya da diğer bir değişle Israel karşıtlığının antisemitizm olmadığı , bu iki kavramın birbiriyle kesinlikle aynı şey olmadığı iddiaları ise çok yaygındır.

Peki Israel Devletini eleştirmek  antisemitizmidir?

Eğer her şey basit bir eleştiri  ise neden eleştirilmesin, her ülke, her millet gibi..

Fakat bir devleti eleştirmekle demonize etmek yani şeytanlaştırmak, delegitime etmek arasındaki fark büyüktür.

Son yıllarda gittikçe artan düzeyde Israel karstılığı İsrael'i total bir yanlızlığa itme çabası bu şeytanlaştırmanın sonucudur.

Birleşmiş Milletler Kurumu başta olmak üzere Dünya Medyasının Israel'e karşı açıkça gösterdikleri  düşmanca tutumları ,  yahudi karşıtı duyguları da doğrudan ya da dolaylı olarak körüklemektedir..
Yahudiler yetmiş yıl aradan sonra tekrardan kendilerini tehtid altında hissetmektedirler.. Çünkü Israele karşıtlık çoğaldıkça Avrupa'da Yahudiler gittikçe daha çok saldırının hedefi haline gelmekteler..Bu da basın tarafından yürütülen sistematik bir beyin yıkamasının neticesidir.

Evet dünya basını anti -Israel bir propagandanın başrol oyuncusudur.

Her gün savaş ve terör içinde yaşamak zorunda kalan bir halkı eleştirmek çok kolaydır.

Batı kendi huzurlu sınırları içinde çağdaş devletler arasında yaşarken Israel'in kurulduğu günden bu yana karşı karşıya kaldığı yıkıcı zihniyetle nasıl zorlu bir mücadele içinde olduğunu anlamakta hem zorlanıyor hem anlamaya istekli görünmüyor.

Oysaki Israelin doğduğu  günden beri verdiği savaş bir çıkar savaşı değil tamamen bir varolma savaşıdır.

Dünya'da,  dört tarafı kendisini yıkmak için sonuna kadar  savaşmaya yeminli  düşmanlarla yaşamak zorunda kalan tek devlettir Israel..

Ortadoğuda Barışı sağlamak  adına  toplanan neredeyse her Birleşmiş Milletler Kurulu toplantısı ise  Israel'i kınama kararıyla sona ermektedir.
Dünyanın  en ciddi kurumlarından biri olan bu Uluslararası Örgüt ( tüm batılı ülkeler tarafından da kabul edilen  bir terör örgütü olan ) Hamasi dolaylı yoldan da olsa desteklerken Ortadoğunun tek demokrasisi olan Israeli Arap-Israel antlaşmazlığının tek sorumlusu olarak göstermeye devam ederken bölgede yıllardır bitmeyen çatışmaların çözümünde yapıcı bir tutum sergilemekten uzaklaşmaktadır.

1945 yılında dünya barışını temin etmek ve uluslararası alanda ekonomik ve kültürel işbirliğine öncülük etmek  için kurulan BM Örgütünün 193 üyesiyle birlikte  beş daimi üyesi vardır.
Bu beş daimi üyenin bu kurulu kendi çıkarları çerçevesinde istedikleri gibi yönlendirmek şansına sahip oldukları herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Kendi çıkarlarına uyan veya ters düşen kararları yönlendirmek şansına sahip ABD, Fransa, Rusya, İngiltere ve Çin'in veto hakları bulunduğu şekilde nasıl da bu kurum demokratik ve adil olabilir öncelikle?

İnsan Haklarının yerlerde süründüğü, kadınların neredeyse hiç bir hakka sahip olmadığı, küçük kızların sünnet edildiği, hırsızlık ve cinsel taciz gibi suçlardan hüküm giyenlerin uzuvlarının kesildiği, her yıl yüzlerce insanın infaz edildiği  Körfez ülkeleri, Ortadoğu ülkeleri ve bilimum üçüncü dünya ülkeleri BM'lere sık sık sundukları önergelerle  Israeli eleştirmek ve kınamak şansına sahiptirler.

Son beş yılda 470.000 insanın katledildiği Suriye için hiç bir şey yapmayan BM Örgütü bu sürenin büyük bir bölümünü Israel karşıtı kararlar almakla geçirmiştir..
Rwanda'daki katliamlar, Çin'in Tibeti işgali, Darfur'da  2003-2010 yılları arasında öldürülen 400.000 insan, İran, Yemen. Irak gibi ülkelerde katledilen ya da  kaybolan insanlar , tecavüze uğrayan kadınlar BM için çok fazla ehemmiyet teşkil etmemekte olsa gerek ki 2015 yılında yayınlanan bir insan hakları raporunda BM 'in son dokuz yılda "tüm dünya ülkelerini "  toplam 55 kere kınarken  aynı süre içinde Israeli  61 kez kınamış olduğu açıklanmıştır.

BM'in yan kuruluşlarından biri olan ve 1948 Israel-Arap Savaşıyla  ortaya çıkan Filistin Mültecileri sorununa  ( ayrıca aynı dönemde Arap ülkelerinden sürülen yahudilere de yardımı öngörmüştür ) bir çözüm bulmak ve mütecilere yardım etmekle görevli olan UNWRA ise   Gazze'de Hamas'ın kendi amaçlarına hizmet eden bir örgüt haline gelmiştir. Bu şekilde BM sadece Israel'i her fırsatta kınayan bir örgüt olmanın dışında Hamas'a yani terör örgütüne destek vererek, terör destekçisi durumuna da düşmüştür.

2014'teki Gazze Savaşında  UNWRA binası yanından, Unwra'ya ait okuldan Hamas'ın Israel'deki sivilleri nasıl hedef aldığı  Israel tarafından çekilen görüntüler ve belgelerle açıkça ispatlanmıştı.
BM ise 2014'teki savaşta ölen 1500 sivilin tüm faturasını Israel'e çıkarmıştır.
Gazze'de insanların ikamet ettikleri yerlerde depolanan cephaneler,  hastanelerden Israel kuvvetlerini hedef alan ve yine buralarda saklanan  militanlar,  cephaneliğe dönüştürülen camiler, Unwra'nın ambulanslarıyla bir yerden diğerine aktarılan roketatarlar ve son olarak vurulacak yerleri önceden bildiren Israel'in uyarıları üzerine özellikle sivilleri tehtid ve silah zoruyla hedeflerde toplayan Hamasa'in  tüm işlediği insanlık suçları neredeyse konuşulmamıştır bile..

Ne BM ne de dünyanın belli başlı tüm medya kuruluşları Israel'in bu savaşta yaşadığı zorlukları,  sivil ölümleri minimuma indirmek için gösterdiği istisnai  gayreti anlamaya  hazır değildir.

Dünya medyası Israeli  her zamanki gibi yargısız infaza hazır bir köşede beklemektedir, adeta kedinin fareyi tutmak için beklediği gibi, nasıl olsa hiç bitmeyen bu savaş ve en adi taktikleri gözü kapalı uygulayanlar yeterince malzeme sağlamaktadır; dünyadaki  tüm sorunlara rağmen medya Israel'in suçlarına kenetlenmiş; her an bir askerin yanlış bir hareketi için pusuda bekleyenler ellerini ovuşturmaya devam etmektedirler.

Yanlış hareket eden her askerin Israel Askeri mahkemelerinde yargılanma konusu bu medya kuruluşları tarafından gündeme getirilmez çünkü tercih edilen haber  Israel Ordusunun acımasızlığıdır..

Gazze'de 12 yasındaki çocukların tatillerde yaz kamplarına gittiğini sanabilir Avrupalı saf bir vatandaş; basında hiç okumayacağı gerçekleri nasıl bilsin?
12 yasındaki çocuklar Gazze'de Hamasin terör eğitim kamplarına gönderilir, orada sistemli bir beyin yıkama ve komando eğitiminden sonra daha erişkinliğe ermeden  Israelli askerlere ve sivillere zarar vermek için saldırılarda kullanılırlar..
Aylardır Israel'de devam eden bıçak saldırıları da hiç durmadan yıkanan beyinlerin bir sonucudur.
Küçük çocukların şehit olmak için evden kaçtıklarını , yaşlı kadınları , 12-13 yasındaki çocukları bıçaklayacak kadar gözü dönmüşlüğü hangi basın anlatıyor Avrupa ya da ABD'de?

Gazze'ye her yıl yapılan milyonlarca dolarlık yardımın bir kısmının Hamasin azılı militanlarının cebine girerken kalanın teröre yatırılması ne BM'i  ne de dünya basınını ilgilendiriyor; gerçekleri yazmak nedense kimsenin işine gelmiyor..

2014'te yıkılan evlerin tekrardan inşaası Hamasin önceliklerinden değil, öncelik terör için ... şu anki hedef, önümüzdeki yakın bir zamanda Israele yeni saldırılar düzenlenmek için inşaa ettiği tünellerdir.

Bu tünellerde çalıştırılan küçük çocukların iş kazalarında sık sık ölmeleri ise yine dünyanın gündemine dogal olarak yansımiyor..

Ürettiği roketler için  harcadığı paralarla doyurabileceği, eğitebileceği çocuklar yerine aç, sefil ve kızgın bir nesil Hamas için  istediği kadar şehid mertebesine hazır militanlar demektir..

İnsanı hiç bir hakları verilmeyen Gazze insanı Hamas tarafından maşa olarak kullanılırken ölüm onlar için cennet ve hurilerle simgelenmiş..

Israelin varlığını kabul etmediği kuruluş bildirgesinde yazan Hamas ve bunu her fırsatta yineleyen liderleri....bu topraklardan 67 sınırlarına çekilene dek değil son bir tek yahudi kalmayacağı güne dek savaşmaya yeminli insanlar..

Dünya basını, aylardır süren bıçak saldırıları karşısında da Israel hakkında her zamanki olguyu oluşturmak için çalışmaya devam ediyor; bu olgu, Israeli hiç bir zaman saldırıya uğrayan değil hep saldıran taraf gibi göstermek çabasıdır.. Öldüren, katleden ,acımasız.....

The Guardian, France 24, BBC, Sky News gibi haber sitelerinin değişmeyen yayın taktikleri kitleleri kendi istedikleri gibi biçimlendirmek için  habere istedikleri şekli vermektir..
Örneğin 80 yasındaki Israelli kadını sırtından bıçaklamak üzere eğir yaralayan ve etrafına aynı bıçakla saldırmaya devam ederken  polis tarafından vurularak öldürülen Arap teröristi dünya basını ;  " Israel'de bugün  bir Arap daha öldürüldü...şeklinde bir başlıkla  geçmektedir..

2014 Gazze operasyonunun yolunu açan olaylarda da bu böyleydi;  Gazze şeridi sınırındaki Moshavlara,  yerleşim yerlerine gün gün atılan roketler neredeyse Avrupa basınında hiç yer almazken Israelin operasyonu tüm dünyayı ayağa kaldırdı..

Israeli Ortadoğuda develer ülkesi olarak tanıyanların  akıllarına Israel deyince  sadece Arap-Israel sorunu ve bölgedeki çatısmalar gelir.Insanlığa bu kadar çok katkıları olan bu küçücük devlet hakkında oysa bilmedikleri ne kadar çok gerçek vardır..

Acaba neden Israel Avrupa ya da ABD basınında Hi-Tech'teki başarıları, ilime ve bilime olan inanılmaz katkıları ile neredeyse hiç anılmaz.
Nasıl olur da  günlük hayatlarını kolaylaştıran bir çok şeyin altında  Israel Devletinin imzası olduğu bilinmez.

Bilgisayar ve iletişim alanında geliştirdikleri aletler ve programlar , kanser başta olmak üzere bir çok hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar, emeray gibi tip makinelerindeki Israel adı kaç kişi tarafından bilinmektedir..

Yoksa Israel Devletini iyi  taraflarıyla anmak bu kadar mı zor?

Geçmişten bugüne  Yahudi düşmanı olanlar , kan iftiraları ve bilimum suçlamalarla onları bir yerden  diğerine sürenler bugün onları 2000 yıllık aradan sonra döndükleri  topraklarından da sürmek için  sevdalıdırlar..

Bu uğurda herşeyi yapmaya hazır olan 23 Arap ülkesinin arkasında yer alan BM ve dünya medyası savaşın propaganda tarafını üstlenmiştir..

Yahudi Devleti varoldukça bu savaş hiç bitmeyeceğe benzer...



Batya R. Galanti



20 Mart 2016 Pazar

KARAMSARLIĞIN GÖLGESİNDE BIR ÜLKE

 1983 yazının sonu idi, bindiğimiz ada vapuru Sirkeci'ye doğru ağır ağır yol alırken içimde hissettiğim  hüznü bugüne dek anımsıyorum.  Her yaz yaşadığım bu duygu  özgürlüğü, sevinci tatmış bir çocuğun küçücük bir kuş misali yeniden kafesine, esaretine geri konuluşunu hissetmesi  gibiydi..

Gün batımına yaklaşırken gökyüzünün kızıllığıyla birlikte geri plandaki o koca şehrin karanlığına doğru ilerlerken   her yaz sonu hissettiğim bu ağırlık beni  bu kez bir kat daha fazla  içine  çekiyordu..
Belki de o yazın bana verdiği büyük mutluluğu geride bırakmanın ağırlığıydı bu..
Camileri, minareleri ve bitmeyen insan seliyle ileride görünen devasa  şehir en az sekiz ay sürecek bir mahkümeyete geri götürecekti beni..

Yeni defterleri, yepyeni ciltli güzel kitapları,  yeni bir okul çantasını , o çok meraklısı olduğum rengarenk kalemleri,  bembeyaz sayfalara yazı yazmayı hayal ettim bir an, kendimi girdiğim melankolik duygulardan kurtarmanın yolunu arıyordum; fakat bir anda aklıma ödevler, sınavlar ve yeni başlayan okul dönemi geldi, içimdeki sıkıntının bir bölümü de bu değilmiydi zaten....

Geride bıraktığım ada ve geçirdiğim yazı düşündüm ; güzel bir rüyadan  hayatın gerçeklerine uyanış gibiydi bütün bunlar..

Mavi denize dalmak, saatlerce bisiklete binmek, arkadaşlarımla ormanda piknik yapmak..

Bu kısacık dönem bitip Şişli'ye geri döndüğümüzde gelecek yıla kadar aynı şeylerin hayaliyle avunacağım, koşmayı, gülmeyi , sevinmeyi kısaca yaşamayı düşleyeceğim tekrardan..

Şişlideki evimizin salonundan sokağa baktığımda  doğanın bize bahşettiği güzelliklerden geriye sadece iki küçük ağaç kalmış olacak.. Kışın yapraklarını dökmüş olan bu iki küçük ağacın yeşermesi için bahara kadar bekleyeceğim...

Çocukluğumda bana İstanbul'u seviyormusun diye sorsalar; kesinlikle hayır derdim..

İstanbulu metheden turistleri tv'de izlediğimde bu insanların gerçeği söylemediklerinden emindim..
Çünkü ben İstanbul'a bambaşka bir noktadan bakıyordum..

İstanbul'un  bende yarattığı hisler kocaman bir şehrin gölgesinde ezildiğini hissetmekti.

Bir labirenti andıran bu tarihi şehir plansız programsız büyürken sahip olduğu doğal güzellikleri, ormanlarını, yeşil alanlarının büyük bir bölümünü çok uzun zaman önce kaybetmişti; domino taşları misali birbirine bitişen evlerle  betonlaşan bir  İstanbul ortaya çıkmıştı...

Doğanın insana  sunduğu tek  renk griymişcesine bir his uyandırırdı bu şehir bende.

Vapurdan indiğimizde akan insan selinin bizi götürdüğü yere doğru koştururken bizi karşılayan İstanbul yeterince kalabalıktı..

Seyyar satıcıların çağırış ve haykırışları arasında oraya buraya doğru yürüyen ınsanlar   sanki hiç  bir  amaçları yokmuşçasına  ellerinde sigaraları salına salına gezer gibiydiler..

Mutsuz bir halleri olan ,geldikleri büyük şehirde işsiz amaçsız kalan çoğu yerde küçümsenen horlanan bu insanların mutlu olmaları için çok fazla nedenleri yoktu.

Birbirinin ardından seçilen hükümetlerin hiç bir zaman el atmadığı küçük yerleşimlerden İstanbul'a göç eden köylülerin doldurduğu İstanbul'da iyimserliği bulamıyordu insan..

Fakirliklerinin tutuculuklarıyla birleştiği bu insanların yarattıkları büyük bir köy ortamı içinde şehir karmaşasına karışanlar  hayatlarını kurtarmak için  geldikleri İstanbul'da ekonominin kaymağını yiyen küçük bir kitlenin adeta kölesi durumuna düşmüşlerdi.

Devlet tarafından terk edilen bir halk;  içlerinden belki çok küçük bir kısmı bir şekilde kendi hayatlarını kurtarmayı becerirken çoğu kurdukları gecekondu mahallelerinde sefaletle eşdeğer bir yaşama devam edeceklerdi..

Şişli'de oturduğumuz apartmanı gözetmek ve bakımını  görmekle yükümlü kapıcının üç küçük çocuğuyla barınmak zorunda kaldığı bodrum katındaki  tek göz oda hiç bir insani değerle bağdaşmayacak kadar sefildi; kazan dairesinin yanındaki bu odada bir ailenin yaşamak zorunda bırakılmış olması nasıl bir anlayıştı?

Çimento kaplı bu hücrede yere serdikleri bir halı, bir sedir ve arka planda anne babanın yattığı iki kişilik yatakları ve bu şekilde  yaşamlarını geçiren bir aile, ihtiyaçlarını a la turka  tualette yerdeki deliğe yapan ve aynı pis yerde yıkanmak zorunda kalan insanlar..

Havasızlığın ve nemin yarattığı ağır kokunun yerleştiği bu yerde kaldığım dakikalarda sadece bir üst katta oturduğum için esefle karışık tuhaf bir suçluluk duygusuna kapılırdım..Üç kuruşa çalıştırılan bu insanların hizmet verdikleri bu apartmanda gördükleri muamele çoğu zaman saygıdan uzaktı.

Bu koca şehirde sömürülenler keşke sadece büyükler olsaydı.
Küçücük çocukların simit sattığı, ayakkabı boyadığı  bu ülkede onları himaye edecek bir devletin olmadığı açıktı.
Okula gitmek yerine çalışmak zorunda kalan çocukların toplum içindeki yüzdesi ne idi bilemiyorum fakat çeşitli iş sahalarında bu küçük köleler minimal maaşlarla hizmet veriyorlardı..

Bakkalda çıraklık yapan çocuk,  kuaförde süslü kadınlara fön çeken berberin fönunu tutan çocuk, yerlerdeki saçları süpüren, çay getiren ve saç yıkayan başka çocuklar vardı..

Bu insanlar yaşadıklarının çoğu zaman bir kader olduğuna inanmışlardı, sürdürdükleri  sefil hayat için hesap sormaya gerek duymayan bu halk  yıllarca televizyonlardan yönetildikleri hükümetlerin beyin yıkayan boş vaazlerini dinlediler..

Çok laf az iş yapanlar toplumu yıllarca sömürmeye devam etti.

Atatürk'ün 90 yıl evvel kurduğu cumhuriyet altı temel ilke üzerine kurulurken,  Mustafa Kemal'in kurduğu yeni cumhuriyet  belki de halkın belli bir kesiminin hiç sindiremediği bir hayatı empoze etti..

Sağlam bir temele oturtulamayan Türk demokrasisi yıllarca insanları baskı altında tutarken yazar ve düşünürler  sindirildiler laiklik se Anadolu insanı tarafından  din düşmanlığı olarak algılandı.

Çocukluğumuz anarşi ve  ihtillalerle geçerken  insanların geleceğe umutla bakmaları imkansızlaştı..

İstanbul 80'lerden 90'lara büyük bir gelişim göstermeden geldi.

2007 yılında İstanbulu son kez ziyaret ettim..

O yıllarda artık doğup büyüdüğüm şehirde  ben de turisttim..

O günlerın birinde yanlız başıma minibüse binerek Sarıyer'e indim, Rumelikavağına yürüdüm, yolun bir tarafı ahşap evler diğer tarafı sonu denize varan bir yamaçtı, karşıda görünen manzara boğazın yeşilliğini koruyabilmiş yegane tepeleri.

Boğazın havasını solumak, balıkçı teknelerini izlemek, balık restoranlarından gelen rakı kokusuyla  bir an sarhoş olmak..İşte yıllar sonra  çocukken kendime  sorduğum soruya cevap  ; İstanbul'u sevmemek ne mümkün;  her şeye rağmen....

Yıl 2016,  Ankara'nın tepesinde 1100 odalı bir saray, altın kaplamalı koltuklarda yeni Osmanlı akımının simgesi bir ihtişamla oturan Cumhurbaşkanı...

2003 yılından bugüne tüm seçimleri kazanan,  Atatürk'ten bugüne Türk siyasetinide tarih yazmış ikinci lider..

Türkiye'nin kaderini değiştiren lider...

Büyüyen ekonomisi ile öne çıkarken demokrasi ve laikliğin tepetaklak olduğu yeni bir Türkiye..
Dün hüzünlendiğim İstanbulu'a baktığımda  şeklen o kadar   çok şey değişti ki, gökdelenler, dev alışveriş merkezleri, gelişen ulaşım, lüks apartmanlar, markalar, pahalı arabalar...

Özellikle İstanbul'un  belli semtlerinde  gezen biri Türkiye'nin " zenginliği" karşısında şaşırıverir bir anda; hani üstü forma altını sorma gibilerinden bir şeyler olmuş oralara..

Hani boş bir balon gibi..

İstanbul'un varoşlarında bir Gürcü ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen , okul yıllarında simit satan , Türkiye'nin Cumhurbaşkanı,   dün ezilen kitlelerin bugün gürleyen sesi

Fakir halk kendini onda bulurken , elinde tuttuğu kuranı gösteren Erdoğan  Atatürk Cumhuriyetine meydan okumaya devam etmektedir.

Üst üste kazandığı seçimlerle Modern Cumhuriyeti ve onu destekleyen tüm temel ilkeleri bertaraf etmek  için son hamlesini yapmaya hazırlanan Erdoğan..

Kurduğu tek adam iktidarı dünkü laik ve Atatürkçü hükümetlerin basirestiz yönetimlerinin bir neticesidir.

Bu ülke için palavra satmaktan başka bir şey yapmayan tüm geçmiş hükümetlerin  sorumluluğundadır bugünler..

Ağzından Kuran'dan sureler dökülmeye devam ettikçe arkasından kitleleri sürüklememesi için hiç bir neden olmadığı artık çok açıktır.

Baskı altıında tutulan basın yayın özgürlüğü, hapse atılan sayısız gazeteci ve düşünürler ve yok edilen demokrasi kimin umurunda?

Erdoğan'ın simit satan bir çocuktan dünyanın en zengin liderlerinden biri haline nasıl geldiğini soruşturacak bir merci yoktur.

Her türlü iç sorunu, politik çalkantıları, terörü ve bilimum tüm kriz durumlarını Dış Güçlere bağlayan ,  Amerika, Israel ve Yahudi düşmanlığı üzerinden puan toplayan Türk Sultanı Don Kişot misali  hayali düşmanlara karşı mücadele ederken " One Minute " gibi çıkışlarla halk tarafından kahramanlaşmıştır..

Suriye'de ve Kuzey Irak'ta sürdürdüğü yanlış politikalar , Guney Dogu'da yıktığı yaşamlar  ülkeyi terör ve kaosa sürüklerken iyimser bir gelecek için umutlar  tamamen sönmektedir..

Doğup büyüdüğüm İstanbul'da bir gün karamsarlık yerine umut rüzgarlarının eseceği günleri diliyorum; sadece İstanbul değil Allahın adıyla insanların öldürüldüğü Ortadoğu ve    radikalizmin yayıldığı dünya... bu karanlık günlerin sonsuza dek devam etmeyeceği  iyiliğin,  sevginin ve umutların kötülüğü yeneceği  daha güzel bir dünya için hala  dua ediyorum...

20/0372016

Batya R. Galanti.