6 Şubat 2022 Pazar

Boutique Hotel'de yerleştirilen gizli kameralar

14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşırken, çiftlerin, çoğu kez de kadınların beklentileri başlar. Birlikte oldukları insan, erkek acaba bu özel gün için neler planlıyor diye. Özel bir gün, özel bir yemek, beklenmedik bir süpriz. Kadının bürosuna yollanacak bir demet çiçek...bir yüzük. bir kolye, içten yazılmış bir mektup...herhangi bir şey..Sevgiyi, birlikteliği her daim taze tutmak ve ilk günkü heyecanı korumak adına her zaman bir şeyler yapmak mümkün değil mi?

Mesela,  medeniyetten, rutin hayattan, hatta çocuklardan bir iki günlüğüne kaçmak.

Bunun için çoğu kez özel günler iyi birer bahane olarak kabul edilir. 14 Şubat ya da doğum günleri, evlilik yıldönümleri,  bir yılbaşı gecesi ya da Sevgililer Günü ya da sadece öylesine bir hafta sonu...

Masanızda sizi bekleyen bir davet.....zarfı açtığınızda, içinde, yer, zaman ve saat yazılıdır. Egzotik bir manzaraya bakan bir Boutique Hotel'de rüya gibi bir gün hayali....

Ve derken, her normal insanın kurabildiği bu tip hoş hayallerin bir anda, bir yabancının ellerinde sekteye uğraması mümkünmüdür acaba?

Sanırım bugün herşey mümkün. Bunun için de yeterince uçuk insanlar, sınırları aşmışlar, teknolojik imkanlar.. kısaca herşey mevcut!!

Geçtiğimiz günlerde, Israel'de, ilginç bir olayın haberi düştü ekranlara.

Tel Aviv'de bir  Butik Hotel'de kalan genç çift, ( nasıl olduğunu bilmiyorum), kaldıkları odalarında, kendilerini filme alan kameralar olduğunu keşfetmişler.

Büyük paralar harcanmış, mükemmel döşenmiş, gayet hoş bir Boutique Hotel'de çoğu çiftlerin kaldığı odalardaki saksılara, gizli köşelere yerleştirilmiş kameralarla, insanların en özel anlarını filme alan kişi otelin bizzat sahibi olan insan.

Kafasındaki kimi inanılmaz fantazileri gerçeğe çevirmekten kaçınmayan bir otel  işletmecisinin ellerinden özel hayatınıza yapılan tecavüzü tahayyül etmeniz mümkün olmayabiliyor.

Birlikte olduğunuz insanla geçirdiğiniz size özel anlar birilerinin sapık emellerine alet olurken, uğradığınız tecavüzün farkında bile olmayabiliyorsunuz.

Yıkanırken,  giyinirken, tek başlarına olduklarını düşünürken,  insanların çıplak bedenlerini, ... seks yapan çiftleri, onların en mahrem alanlarına girerek, en özel anlarını kameralarla kaydettikleri fikri nasıl da korkunç.

Bu hotel sahibinin tek amacı, sadece bu çekimleri kendi şahsi, sapık fikirleri için mi kullanmaktı ya da bunun ötesinde elde ettiği videoları pornografik sitelere satmak mı bunu sanırım araştıracaklardır.

Kişilerin sonsuz fantazilerinin, kimi sapık eğilimlerinin, kötü amaçlarının  rahatça kurbanları olabileceğimiz bir dönemde yaşıyoruz.

Her an ellerde taşınan telefonlarla sizi her an görüntüleyebilecek insanların varlığının dışında  çıktığımız bir tatilde, bulunduğumuz oteldeki odanın gizli köşelerine kamerlar yerleştirilmiş olabilceği fikri bugüne kadar hiç aklımıza gelmemişti herhalde.

Bugüne dek otelin rahatlığını, temizliğini, ortamın sizin aradığınız şartlara uygun olup olmadığını düşünürdünüz değil mi?

Demek artık insanların beklenmedik başka durumlardan da çekinmeleri gerekiyormuş.

Böyle bir olay tahmin ederim büyük ve isim yapmış bir otelde kolay kolay başınıza gelmeyecektir ama küçük bir boutique hotel'de ağırlanan misafirlerin, jakuzzi ve çarşafların hijiyeniyle ilgili soruların yanında, başka teferruatların da olabildiğini anlamış olduk.

Artık, insanların fantazilerinin sınırları sonsuz gibi.



 

3 Şubat 2022 Perşembe

Kafam karışık

 


Yaşadığımız bu dünya tam bir çelişkiler yumağı. Yanlışlar, doğrular, güzellikler, çirkinlikler, doğru kararlar, yanlış hareketler.. Birinin doğru kabul ettiği diğerine göre kesinlikle trajik bir hata. Hayat hep karışıktı, bugün kafamız daha da karışık. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeden yaşamaya devam ediyoruz. Kendimiz ve çevremiz için sevdiklerimiz için en iyisini istiyoruz. En iyisini yaptığımıza inanıyoruz. Bir başkasına sorduğunuzda yaptıklarımız baştan sona yanlış. Sanki intihar eder gibiyiz diyorlar.

Toplumun, insan ilişkilerinin şekli değişti. İnsanlar daha bir çekimser, kimisi daha bir paranoid oldular. İçlerine kapanan çok kişi var. Ekonomik ve sosyal olarak yavaş yavaş eski gücünü kaybedenlerle dolu her yer. Ve insanlar kimi yerde birbirlerinden daha da soğudular, yabancılaştılar. kimi evden çalışanlar aylarca insan yüzüne çıkmayabiliyorlar. Kimileriyse herkese, herşeye isyan eder durumdalar. Gülüyorlar size, yaptıklarınıza.

Etraf birbirlerine, çevrelerine, devlete güvenleri gittikçe azalan insanlarla doluyor her geçen gün.

Mesela, en çok sorulan sorulardan biri, Korona mı daha kötü, yoksa aşı mı?! Emin olduğumuz bir şey var mı? Sadece, tanıdığınız en yakın doktora danışabiliyorsunuz. Onun fikrini alıyorsunuz? Ne diyor, Monsieur Albert? Aşı olalım mı?? Ol tabi.   Öyle ya da böyle çevrenizde bir çok hayatını kaybetmiş insanlar duydukça, kafanız iyice karışıyor. Kim neden öldü?

Kimisine göre, Korona tamamen bir hikaye. Herşey planlanmış bir oyun. Dünya nüfusunu azaltmayı hedefleyenler var diyorlar. Birileri ayağa kalktılar. Deliler gibi bağırıyorlar. Bu insanların heyecanına bakarsanız, dünyayı kurtarmaya gelen Mesih gibi bir halleri var. Ölümüne direniyorlar. Aşı olmayın, sizi öldürmek istiyorlar. Bu kahraman insanlara göre, dünyayı uyandırmak lazım. İnsanlar uyuyorlar.

Demokrasi ne olacak?!!! Bizi zorlamaya hakları yok!! Ama zorlamasalar çok daha fazla insan ölecek.

Peki hangisi doğru?

Bir taraftan bu son dalgada. hasta olmayan insan kalmadı buralarda ( Şimdilik benim dışımda) . Aşılı, aşısız herkes hasta. Hatta ikişer kez hasta olanlar var. Ama iddialara göre aşı olanlar hafif geçiriyorlar.

Çoğu insan hafif geçiriyor diyorlar zaten de yine de bir çok genç insanın ani ölümlerine anlam veremez oldum. Son dönemde, kimisi için hemen aşıdan bir kaç gün sonra oldu diyorlar, bazısı ise aşı olmadıkları için.

Arkadaşımın vefatının arkasından da herkeste bir soru. Neden oldu? Acabalar?

Son aşıyı olmadı dedim. Artık istememişti bir daha aşı olmak. Ama o Korona değildi ki. Menenjit dediler. Ve sonrası, ender oluşabilen bir komplikasyon......  Neydi ne değildi, kim bilir?

Sadece elimizden kayıp giden bir dostun içimizde bıraktığı bir boşluk, bir acı, bir yarım kalmışlık hissi var o gittiğinden beri.


Israel'in yeni savunma sistemi

Israel High-Tech şirketleriyle birlikte  Savunma Sanayi, ülke güvenliği için yepyeni bir savunma sistemiyle yakın gelecekteki tehtidlere hazırlanmaya devam ediyor.

1948'den bugünlere bitmeyen savaşlar, kuzey'de, güney'de, karadan, denizden ve havadan, artarak devam eden hısmi hareketlere karşılık, bu ülkedeki beyinler sınırlarımızdan ve sınırlarımızın çok daha ötelerinden gelen tehditlere karşı halkı korumak için yeni teknolojiler geliştirmeye devam ediyor. Her gün bir adım daha gelişen Israel teknolojisi, Israel Savunmasının en büyük dayanağını oluşturuyor.  

Israel'i bulunduğu bölgede söz sahibi bir konuma getiren tek şey, boyutlarına oranla sahip olduğu teknolojik üstünlüğüdür. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde, Cumhurbaşkanı Herzog'un Arap Emirliklerine yaptığı ilk resmi ziyaretinde bu ülkeyle imzaladıkları yeni antlaşmalar, yapyeni bir dönemi bir kez daha vurgulayan adımlardır. Düne kadar Yahudi Ülkesi'ni, diğer Körfez Ülkeleri gibi  düşman olarak niteleyen, zengin petrol Emirlikleriyle Israel'i biraraya getiren şey ortak bir düşmana karşı ihtiyaç duyulan işbirliğidir.

Isaac Herzog'un tam bu ülkeyi ziyareti sırasında, komşu Yemen'den, İran destekli bir terör grubu olan Hutti'ler tarafından fırlatılan roketler,  Israel'in buralarda neden bulunduğunu onaylayan bir açıklama gibiydi.

Şii Müslüman İran'a karşı Yahudi Devletiyle Savunma Antlaşmaları yapan Arapların bugünkü verdikleri mesaj, Avrupa'nın tam olarak göremediği gerçekleri açıkça dile getirmektedir.

Bu arada son günlerde, Israel, Amerika Birleşik Devletlerinin gözlemci olarak katıldığı yeni bir Hava Savunma Tatbikatı daha yaptı. Israel'i hedef alacak, yoğun bir hava saldırısını, son sistem silahlarla savunma amaçlı olan tatbikat dışında,  Amerikanın Körfezde başlattığı ve bugüne dek resmi ilişkisi olmayan Suudi Arabistan ve Umman'la birlikte Israel'in de ilk kez katıldığı ortak deniz  tatbikatı bölgedekilerin gittikçe, buradaki Şii düşmana karşı güç birliğine gittiklerinin bir başka işaretini veriyor.

Israelli bir komutan geçtiğimiz günlerde, son dönemde ülkenin hız verdiği  tatbikatların, Hizbullah'la beklenen bir savaş için orduyu çok daha hazır bir konuma getirdiğini açıkladı.

Bu geçtiğimiz Salı günü ise, Tel Aviv'deki Uluslararası Güvenlik Araştırmaları Enstitüsünün yıllık toplantısında konuşan Başbakan Bennett, önümüzdeki yıl içinde, Israel'de, yepyeni bir "Savunma Sisteminin devreye gireceğini söyledi. Elbit Havacılık ve Savunma Sistemleri ve Israel Savunma Bakanlığının ortak çalışmasıyla yürülüğe sokulacak, Laser sistemi zamanla,  Israel Hava sahasını koruyan Demir Kubbe Sisteminin yerini alacak.

2011'den beri Israel'de, sivilleri, Hamas'ın roketlerinden koruyan bu sistem artık, daha modern bir teknolojiyle yer değiştirecek.

Tek bir tanesi yüzlerce bin dolar olan Demir Kubbe'nin orduya bindirdiği masrafı büyük oranda azaltacak olan Laser'li Savunma sisteminin hem çok daha etkili olması bekleniyor.

Önümüzdeki sene, Israel'in güneyinde denenecek olan sistem, üç yıl içinde tüm Israeli kapsayacak şekilde, operasyonel amaçlar için kullanılmaya başlanacak.

Laser Sistem,  roketlerden, nükleer başlıklı füzelere kadar,  Israel'i her tür saldırıya karşı koruyacak.

Herzog'un Arap Emirliklerine yaptığı ziyaretinde bu sistem üzerinde de konuşulduğu biliniyor.

Bu arada, İran'ın Nükleer çalışmalarında artık 2015'teki antlaşma benzeri bir antlaşmayla kapatılamayacak kadar ilerlediğini Amerikan Başkanı Joe Biden'in kendisi de kabul ettikten sonra, İran'a karşı verilecek kararın, bundan sonra atacakları adımın ne olacağını bekleyip göreceğiz.

Şu an için, burada açıkça görülen, Israel'in İran'a karşı bir operasyona ( savaşa ) nefes almadan hazırlandığıdır.

  

1 Şubat 2022 Salı

Ortaköy'deki çocukluğundan, Burgaz Ada'daki bir aylık kamp macerasına, annemden kimi anılar



Annemin ilginç iddiaları vardır. Onunla sık sık geçmiş ve gelecek hayatları konuşuruz. Onunla insanın yeniden doğuşu üzerine olan iddalarını tartışırız zaman zaman. Ona göre, annem geçmişte yaşamış olduğu hayatlarını bir kaç kez rüyasında görmüştür. 

Bir de hep iki yaşındaki bir anısını anlatır arada. Evlerinin girişinde yapılan bir tadilat döneminde, kapının hemen önündeki zemine çimento döktürdükleri günlerden birinde, o çimento kuruyana dek, bahçeden içeriye girebilmek için, koydukları tahtanın üzerinden geçiyorlarmış. 
Iddialara göre; bir sabah o tahtanın tam üzerinde durup başını gökyüzüne kaldırmış. ( ayrıntıları unutmamış olması gerçekten ilginç (?) ) "Küçücük bir çocuktum, başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Masmavi göklerde yer yer bulunan bulutları bir an izledikten sonra, kendi kendime bu yerleri, bu gökyüzünü ben çok iyi tanıyorum, şimdiden değil, çok daha önceden tanıyorum" dedim....!!

Bu benim ilk dünyaya gelişim değil, bunu biliyorum. diyor annem. Ama Anne, sen yaşayan, var olan, her şeyi tanıyan bir başka insandan dünya'ya geldiğine göre o insandan sana geçen bilgiler, kayıtlar olmaz mı peki? Evet!! Ama??!! Bilmiyorum... Ya ben biliyormuyum? 

Annem bana iyisiyle, kötüsüyle, karmaşık yönleriyle hayatını, karışık duygularını, herşeyi anlatıp durmuştur bugünlere dek. 

Ortaköy'deki hayatını, çocukluğunu, oyunlarını, sokakları, karlı kışları, çarşı'daki fakirlerle onlar gibi orta direk Yahudileri, yukarı yamaçlardaki elit nüfusu ve yine etraftaki esnafla diğerlerinin ilişkilerini. 

Yahudi Toplumunun o zamanki demografisinin bir özetini almak gibidir ondan; onun çocukluğunu dinlemek. Yahudilerin, kısmen de Ermeni ve Rumların aralarındaki ilişkilerden de şöyle bir bahsettiği olur. 

Derken, o dönemlerde, her insanın her ailenin kendi gerçek isimlerinin yanında, dış özellikleri, meslekleri ve bir çok karakteristiklerine göre onlara verilen lakaplarından da bahseder.... 

Ve boğazin kıyısında buluşan ailesinin hep birlikte birer rakı içtikleri kimi yaz akşamlarında bazen kuzguni renge dönen denizin bir an onun içine çökerttiği bunaltıyı...aynı denizdeki kayıkları, kışın sert geçen günlerinde, Ortaköy Caminin girişindeki beton zemini ıslatan dalgalarla değişen ortamın onları o yerlerden bir süre uzaklaştırışını,...

1930'ların ortalarından, Atatürk iktidarının sonlarıyla, İsmet İnönü yıllarını.... O dönemin üzerlerindeki etkisini; çekingelerini, kimliklerinden, konuştukları dilden ve daha bir çok şeyden.. Yahudiler onu El Sodro ( İspanyolca'da..el sordo) yani, "Sağır" olarak çağırırlarmış (İnönü'yü) . 

Sağırmış, El Sodro.. Sağır ve de Antisemit. 

Derken sekiz yaşlarına ait bir zamanı anımsadı daha geçen gün yeniden. Ben küçükken hep anlattığı anılarından birini bir kez daha anlattı. 

İnsan denen varlığın bir huyu vardır ya ..bazen bir fıkra bizi öyle bir güldürür ki, artık durup durup anlatabiliriz yeniden. Anlatmışmıydım??!! . Evet anlamıştın ya derler!!!. Hem de kaç kez!!! 

Hele yaşlandıkça, biz insanlar anılarımızı da sık sık hatırlar yeniden anlatırız. çocuklarımıza, torunlarımıza... Ben kolay kolay bıkmam dinlemekten. Yazmaktan da....okumaktan bıkanlar olabilirler, onu bilemem :) 

Annem, "Ortaköy'de bir sabahtı" diye başladı yine...Geçen gece saat onda, gün sonu kapanışını yapıyordu benimle telefonda. Aklına gelmiş, onu ilk kez, "Burgaz Çocuk Kampına"götürdükleri yaz. Evet annemin çocukluğunda, Burgaz Adasında, Yahudi Cemiyeti'ne ait bir köşk varmış. Büyük bir köşk. Hani o bildiğimiz, tahta, boyalı köşklerden, Çevresinde kocaman bir bahçesi olan. Sanırım denizden de pek uzak değilmiş. Zaten Burgaz Adası minicik bir adadır. Köşk, adanın en tepelerinde bile olsa, denize varmak ne kadar sürerdi ki yine de? 

Her yaz, maddi durumları tatile, adaya ya da Moda'ya gitmeye elverişli olmayan ailelerin çocuklarını Cemiyet Burgaz Kampına alırmış. İşte bir sabah annem, evinin girişindeki merdivenlerde oturuyormuş. O zaman İstanbul'da çok az araba vardı der hep. Sokaklarda dilediğimiz gibi oynardık. Beş taş, sek sek, lastik ve bir sürü top oyunları. Dersimi bitirmeden çıkmazdım sokağa diye de ekler. Ve annem yemekte çok kaprisliymiş. Hiç bir şey yemezdim ben. Annem, iyi beslenemediğimizi bildikleri için, çocukları balık yağıyla ayakta tutmaya çalışırlardı der, savaş zamanları. 

Her sabah okula gitmeden kapıda bir kaşık balık yağı ve ardından da portokal vermeleri şartmış.

Nerede kalmıştım ben? O sabah, evinin önünde otururken, yanına, iyi giyimli bir genç bayan yaklaşmış, yanında yine şık bir adamla beraber. "Merhaba küçük kız!" Senin ismin ne? Suzi. Burada ne yapıyorsun? Oturuyorum. Annen nerede? 

Sormuşlar ona. Sen niye bu kadar soluk duruyorsun? diye. Ve isterse, temmuz ayında Burgaz Adasındaki Kampa gidebileceğini söylemişler. Annemde bir sevinç; kamp sözü bile içinde bambaşka bir coşku yaratmaya yetmiş. Evet istiyorum!!! 

Ve temmuz ayı geldiğinde annem kendini bir sürü çocukla beraber, çiçekler içinde bir bahçede kurulmuş upuzun bir masada kahvaltı ederken bulmuş. Bol bol bal ve tereyağlı kahvaltılarla, masada ne isterse varken, hayatında ilk defa annemin iştahı açılmış. 

 Oyunlar, geziler, yemekler ve deniz... Bir ay boyunca, birlikte yiyen birlikte içen ve yine kocaman bir salonda dizili yataklarda birlikte uyuyan çocuklar. Kampın ilk günlerini anlatırken sanki yeniden o küçük çocuğun heyecanını yaşar gibi gelir bana. Onlarla ilgilenen, genç erkekler, genç kızlar görevlerini en titiz şekilde yerine getirmeye çalışırlarken. kilolarını ölçüp, bir ön muayeneden geçiren doktorun kayıtlarına göre, orada kalacakları müddet boyunca onları sağlıklı bir diete sokmuşlar.

Yedikleri ve içtikleriyle ilgilenen, onlara yemeklerini hazırlayan, onlarla oynayan, geceleri yatakhanendeki pencerenin hemen yanındaki iskemlede onlara hikayeler okuyan birileri vardı. Özellikle, onlara kitap okuyan genci annem hiç unutmaz. Perçesi alnına dökülen o güzel genç çocuğu. O okurken bizim uykuya dalmamızı beklerdi diyor.  Anneminse onu seyretmekten uykusu kaçardı gibi geliyor bana. 

Ancak ilk günler çocukların bir kısmı kendilerini alışık olmadıkları bir ortamda bulmuş olmanın endişesine kaptırmışlar. Ailelerinden uzakta kalmaya alışkın olmayan çocuklar, Burgaz Adanın, çam ormanlarının ortasında bir köşkte, gece cırcır böceklerinin çıkardıkları seslerin etrafta tek duyulan şey olduğu bir yatakhanede, yan yana dizili yataklarda, bir çok küçüğün arasında yattıkları anlarda başlayan "terkedilmişlik hissiyle" beraber, birden kimi ağlayışlar duyulmaya başlarmış oradan buradan. Derken hıçkırıkların biri diğerine karışırmış. 

Bunlar birbirlerine sorarlarken; " Peki sen neden ağlıyorsun?  bir anda bütün banda başlarmış ağlamaya!!!... Annemse, şaşırırdım diyor. Bu çocuklara ne oluyor? Ne güzel kamptayız işte, krallar gibi kahvaltılarla, birlikte oyunlar, masallarla. Niye ağlıyorlar ki bunlar?

Aradan bir kaç gün geçmiş, artık bir çoğu kısmen ortama adapte olmuşlar. Bu sefer geceleri hep birlikte tuvalet seferleri başlamış. Masal bitip, kitabın son sayfası da kapatılınca, son son odada yanan loş lambanın da söndürülümesinin arkasından bir süre sonra, çocuklardan biri diğerini uyandırırmış. "Ssssstt.. uyuyormusun? Yok. Benim çişim var, tuvalete gidelim mi?. Peki. Bir diğeri, "Nereye? Tuvalete.. Sen de istiyorsan gel. Derken en az beş altı çocuk, bazen daha fazla, ahşap merdivenlerden, aşağı kattaki tuvaletin yolunu tutarlarmış. Karanlıkta, yolu seçmenin zor olduğu anlarda birbirine tutunarak giden çocuklar  hayatlarının en büyük maceralarından birini yaşar gibilerdi mutlaka. 

Aynı gecelerden birinde, yeniden sekiz on tanesi birbirinin ardında dizili tuvalete inmişlerken tam, aynı anda, yemekhanede çalışan, bembeyaz saçlı, yaşlı kadın, üzerinde yine beyaz uzun geceliğiyle çıkmaz mı çocukların karşısına. Çocuklar birden bire karşılarında hayalet görmüş gibi olunca, basmışlar çığlıkları. Annem, "Bir taraftan bakıyorum, bu kadından niye korkuyorlar " diye, ama " Eğer bu çocukların hepsi bir ağızdan bağırıyorlarsa bir sebebi var herhalde! " diyerek kendisi de onlara katılmış. 

Şöyle bir iki dakika yaşanan hengame, çığlıklar sonunda bunları susturan kim olmuş bilinmez.

Ertesi bir kaç gün ahçı kadının çocukların attığı çığlıklardan girdiği korkudan sesi gitmiş. ( ya la charpeyaron) 

Annem o Burgaz Kampı sefasını hiç unutmaz. Daha sonra bir daha kampa hiç gitmedi sanırım. Sapsarı bir yüz ve çelimsiz bir bedenle gittiği kamptan beş kilo alarak dönünce kardeşi Elio onu patatika diye çağırmaya başlamış.

Hala Burgaz'da cemaatimize ait bir köşk varmıdır bilmem. Geçmişte, imkanları kısıtlı olan ailelerin çocuklarıyla kampta ilgilenen o güzel insanların bugün hatıralarını yaşatan bir şey kalmışmıdır bilinmez. 

Bu da yine annemin çocukluğundan, çok uzuuuun seneler öncesine ait. insanlarımızın yaşadıklarından küçücük bir kesitti...

Küllerinden yaratılan dil

Genç kızlığımda kuzenlerim gelmişlerdi Israel'den. Birden bire evimizi, yeni evli çiftlerin küçük çocukları doldurmuşlardı. Yaramaz ufaklıklar, mutfağa her girişlerinde bana muzur muzur bakıp bir şeyler konuşuyorlar ve gülüşüyorlardı. Bense onların söylediklerinden neredeyse hiç bir şey anlamıyordum.

- Ne dedi?

Yine aynı zamanlarda, ağbim ve arkadaşlarının  aralarında ibranice konuşma alışkanlıkları yerleşmişti. Hele, bir tanesinin Israelli eşiyle birlikte toplandıklarında tek konuştukları dil ibraniceydi. Hayatımda en çok kıskandığım şeylerden biriydi bu belki;  İbranice bilen insanlar. Bu dili öğrenmeyi çok istiyordum. Onlardan duyduklarımdan, kısmen öğrendiğim kelimeler dışında bu lisanı gerçekten konuşabilmek istiyordum.

Hele kuzenlerimin çocukları Türkiye'ye geldiklerinde, bu dili küçük bir çocuğun ağzından duyduğumda nasılsa bana çok hoş geliyordu.

İbranice'nin Arapçayla olan yakınlığı ve benzerliğine rağmen, Arapça'daki çok geniş anlamda boğazdan çıkan seslerin kulağımı kısmen rahatsız etmelerine rağmen, yine boğazdan gelen seslerin hiç az olmadığı bu dil nasıl olur da bu kadar hoşuma gidebiliyordu bilmem.

Herşey sadece birine karşı olan ya da duyulan bir yakınlıkla mı alakalıydı?

Evet, sonuçta İbraniceyi hangi Israellinin konuştuğuna da bakıyordu bu. Sonuçta, Arapça'yla aynı kökten gelse de, yüzyıllardan sonra küllerinden yaratılmış bu lisan belli bir evrim geçirmişti.

Bugün Israel'de konuşulan,  bir Tsabar İbranicesi vardır. Bu da burada doğanların ağzından çıkan," resh", "ayin" ya da "het" gibi harflerinin hafiften vurgulandığı, boğazdan çıkan halleri vardır ancak bu çok kuvvetli bir vurgu değildir.

Bir, Ashkenaz Yahudilerinin konuştuğu ibranice vardır.  Daha yumuşak, resh'ler, Fransızca ya da belki daha çok Almancadaki gibi, dilin arkasından çıkarılan R sesine benzer ki tsabarlar (İsrael'de doğan ve büyüyenler ) bu şekilde telafuz ederler,

Bir de, Yemenlilerin İbranicesi vardır ki, onlar konuştuklarında bir yabancının bu dili Arapça'yla karıştırması kaçınılmaz gibidir. Çünkü Yemenlilerin telafuzları,  bu dili bu bölgenin insanının konuştuğu gibi konuşacak şekilde gelişmiştir. Ve aslında en doğru, en otentik İbranice, Yemenlilerin konuştuğu şekildir. Onların telafuzu en olması gereken şeklidir. 

Diğer, Arap ülkelerinden gelenlerin de, eğer tsabar değillerse, yine Arapçayı andıran bir İbraniceleri vardır. Çünkü, Arapça ya da Arapcanın bir çeşidi olan kimi Kuzey Afrika dillerinden gelenlerin dilleri İbranice'deki seslere de bu şekilde döner.

Derken, bugünkü modern ibranice, günümüzün dilini canlandırmış olan, buraya 1800'lerde gelen Rus yahudilerinin yeniden yarattıkları, zamanımıza uydurdukları, kimi yeni kelimeler katarak geliştirdikleri  ve burada doğan nesillerin şimdi konuştukları dildir.

Örneğin, Ashkenaz Yahudilerinde iyice belirgin olan,  Resh yani R harfinin,  Almanca'daki "R "sesine benzer çıkardıkları şekli bugünün ibranicesine yerleşmiştir.

Bu da, Israel'in ilk kurucularının, özellikle de bu dili yeniden yaratan insan olarak tanınan Eliezer Ben-Yehuda'nın Yiddish ( Yahudi Almancası ) konuşmasıyla ilgilidir.

Modern İbraniceyi dirilten, Eliezer Ben-Yehuda, Rus İmparatorluğunun Luzhki Şehri'nde 1858 yılında doğmuş. Ben Eliezer,  Ashkenaz ve Hassidik kökenli ( bir çeşit ortodoks yahudi) bir aileden geliyordu.  Belarus'ta, Yeşiva'daki öğreniminden sonra yüksek okula gitmiş,  daha sonra Paris'te Sorbonne Üniversitesi'nde eğitim görmüş. 1881 senesinde Filistin'e göç ettiğinde, Siyonist akımın içindeymiş.

Rusya'da yaşanan pogromların ardından, bir çok Yahudinin Amerika'ya göç ettiği dönemde, bazı Yahudiler,  kutsal topraklarda Yahudi ruhunu yeniden canlandırmayı tercih etmişlerdi. Gola'da bir yerden diğerine sürüklenen, her gidilen yerde yaşanan kısmen rahat  bir dönemin ardından tekrarlayan düşmanlık dalgalarıyla durmadan yer değiştirmek zorunda kalmaktan sıkılanlar vardı artık. Buna bir son verilmesinin vaktinin geldiğine inanan insanlar vardı.

Bu şekilde, Rusya'dan Israel'e gelip, Araplardan geniş topraklar satın alanlar  ilk tarım alanlarını açanlar olacaklardı. Rishon Le Zion'da ilk defa, toprağın altında şu kaynağını bulanlar da aynı Rus Göçmenlerdi.  Eliezer Ben Yehuda da diğerleri gibi bir Siyonist'ti ( Irkçı değil, bu toprakları seven, ve Yahudilerin Tanrının onlara vadettiklerine inandıkları bu yerlere dönmek isteyenlerden biriydi sadece!!)

Ve Eliezer, Yahudilerin, binlerce yıl sonra, unuttukları dili canlandırmaya kararlıydı. Bu dil yeniden doğacak,  bu topraklarda bir kez daha hayat bulacaktı. Yuvalarda, okullarda, alışverişte, sokakta yeniden bu dil konuşulacaktı.

Bugün, Tel Aviv'in merkezinde Allenby Caddesi'nin arka sokaklarında bir yerlerde, müze olarak ziyaret edilebilen evde, bu insan bir dili yeniden canlandırarak tarih yazdı. Çünkü dünya'da ilk kez kimsenin artık konuşmadığı bir lisanı yeniden hayata kazandırmayı başarmıştı.

Dünyanın en kolay lisanlarından sayılmasa da, mecbur kaldığınızda öğrendiğiniz bir lisandır bu da.

Ben buraya gelmeden önce, oradan buradan edindiğim kimi kitaplarla, iş dönüşlerimde her gün ibranice çalışmamın çok büyük faydasını görmüştüm. İbranice okulunun ilk günlerinde öğrenilen şeyler bana çok tanıdık gelirlerken, altı ay sonunda bu lisanda kendimi rahatça ifade edebilecek kadar bu dili öğrenmiştim.

Belki bir lisanı öğrenebilmenin bir kaç koşulu vardır. Birincisi bu dili sevmek ( ki ben İbraniceyi seviyordum) ve öğrenmeyi istemek. 2. Bu lisana yakın bir dil biliyorsanız bu işinizi daha kolaylaştırabilir mutlaka 3. Genç yaşta öğrenmek 4. Ve diğeri;  ana diliniz yerine, bu lisanı her an duymak, okumak, film seyretmek, haber dinlemek ve  hep konuşmak !



( Aşağıdaki video'da, İbranice ve Arapça'nın benzerliğini gösteren, Israelli ve Mısırlı iki genç bayanın  karşılıklı iki lisandaki kelimeleri tahmin oyunu)





26 Ocak 2022 Çarşamba

 Sol basın kendini  karla oyalıyor!


Aşağıda, Jerusalem Post'ta bugün yayınlanan fotoğraf, Golan tepelerinin bu sabahki manzarasını gösteriyor. Basın, olağanüstü bir olaya çevirdiği kar yağışını normalin üstünde bir heyecanla beklerken her an Yeruşalayim'ın "hala" yağmurlu caddelerinin köşelerinde bekleyen muhabirleriyle yaptıkları canlı yayınlarda, bomboş sokaklarda kendileri dışında kimseciklerin olmaması dışında pek yeni bir şey taşımamaya devam ederlerken ekranlara, arada hastanelerden gelen son bilgilere göre Omikron'un Israel'de gittikçe daha  hızlı yayılması neticesinde, ağır durumda tedaviye alınan  çocukların sayısında büyük bir yükseliş görülüyor. 
Geçmiş hükümetin her hareketini, her adımını tenkit etmeye meraklı olan basın, bugünkü hükümetin politik çizgisine söz söylemekte  zorlanır gibi görünüyor.
Netanyahu'nun Başbakanlığındaki Koalisyon Hükümetine karşı ağır eleştirileriyle bilinen Bennettse  pandeminin ilk senesinde, "Pandemiyle Başetmenin yolları "adli bir kitap yazmış ve kitabıyla çok övünmüştü. Gerçek hayattaysa, bir kez daha ortaya çıkan, teoride kolay olan şeylerin, uygulamada her zaman başarı getirmeyebileceğidir.  Konuşmak, eleştirmek kolaydır ancak sorunu gerçekten çözmek için bir şeyler yapmanız gerektiğinde işler farklı yürüyor.
Bennett'in bir inat gibi, Netanyahu'nun, zamanında almış olduğu kararlarla benzer bir yol uygulamamasının getirdiği kimi yanlışları ve ortaya çıkan kaos ortamını kabul etmemesi, bu işin tabi politik bir hesap yönüdür.
Şu anda ülkede kapanma olmadan bir kapanış söz konusudur. Yani virüsün herkese bulaşmasına izin vermeleri sözde ekonomiyi kurtarmak adınaydı. Ancak ülkenin yarısı evlerinde hasta yatarken de ekonomiyi kurtarmak mümkün olamaz. Bir taraftan da insanlara kaybettiklerini ödemeyen Maliye Bakanı Avigdor Lieberman'ın insanlarla dalga geçer gibi konuşmaları inanılır gibi değildir. Bütün bunlar bir tarafa yüksek olan hasta sayısının içinden ağır durumdaki çocukların sayısı da birden bire çok büyük bir yükseliş gösterdi.
Şu an için hem yeterince hasta var hem de çalışabilecek durumdaki insanların sayısı geçmiş dalgalardan  daha az. ( çünkü hasta olan bir insanın çalışması zor olabilir, evden bile!)
Neyse, bugün yağan ve daha yağması beklenen kar, bugünkü hükümete kesinlikle toz kondurmayan sol basını yeterince oyalıyor.
Dedim ya yağmışken bari bizde de yağsaydı birazıcık, biz de oyalanırdık belki!!


Kuzey'de kar başladı


Uzuuun, sıcak ve yağışsız yazlarıyla tipik bir Akdeniz İklim ülkesi olan Israel'de bu son bir kaç haftadır devam eden ve normal derecelerin altında seyreden hava şartları bugünlerde rekor kırma seviyelerinde...
Geçtiğimiz akşam Türkiye'yi vuran "Alfis"(?) fırtınasının getirdiği yoğun kar yağışı, bugün buralara vardı.  
Israel'in kuzeyinden başlayarak, Yeruşalayim ve Hevron cıvarlarına kadar yayılacağı bilinen yağışın yeterince kuvvetli olması bekleniyor. Son bir iki saattir kar yağışının Golan tepelerinde, yani kuzeyde başladığı haber veriliyor.
Sıcak havalarla boğuşmaya alışık olmayan Avrupa'da, Ağustos ayında bir anda beklenmedik yükseklikde hava şartlarıyla, klima bulunmayan bir çok mekanlarla karşılaştığınızda ne yapacağınızı bilemediğinizde nasıl zorlanıyorsanız, soğuk hava şartlarına kendini hazırlamamış olan bu ülkede de kışın kısa ancak soğuk gecelerini geçirirken de bir o kadar zorlanabiliyorsunuz.
İşin ilginç tarafı, havaların artık yeterince serinlediği sonbahar sonu dönemlerinde bile, ben artık ısınmayı ararken Israel'de bir çok dükkanlarda, ofislerde, süpermarketlerde klimalar hala etrafı serinletmeye devam eder. Bu ülkedeki uzun ve çok sıcak yazlardan kalan ısıyı hala vücutlarında muhafaza eden insanlar, artık havaların serinlediğini hissetmezler mi bilmem. Deli bunlar derim hep!!
Şu son bir haftadır, özellikle geceleri 5-6 dereceye kadar inen hava sıcaklığının, ayazlı saatlerin sonunda, evlerin ve kapalı ortamların yeterince soğumalarının ardından, gündüz çıkan güneşe rağmen kapalı ortamlardaki soğuğu biraz olsun alacak bir ısıtma sisteminin olmaması Ocak ve Şubat aylarında insanı kat kat giyinmeye zorluyor.
Tüm bunların yanında, buralara çok ender yağan karı hayatlarında hiç görmeyen çocukları için bir anda yollara çıkanlar, Yeruşalayim girişinde uzun bir kuyruk oluştururlar arabalarıyla...
Çocuklar için dünyada en cezbedici şeylerden biri olan kar ve kartopu oynamanın keyfine varana kadar karların çoğu eriyip gitsede, yarım saatlik bir yolun saatlerce uzamasına bile değdiğine inananlarla doludur burası.
Bu yıl, hala daha virüsün etkileriyle yaşamın normal haline dönememiş olması da bu seferki karı karşılamaya gideceklerin sayısını azaltacaktır eminim.
Dün en az 80.000 yeni virüslü eklenen, ülkede trafik hala normalden çok daha rahat işliyor. Bu sayı daha resmi olarak bilinen. Bir de kendilerine ev testi yaptırıp haber vermeyenleri eklersek bu rakkam en az iki katına çıkacaktır.

Neyse, şimdi aklıma geldi de, İstanbul'da özellikle kışın ve karlı günlerde kestane yemeği ne kadar çok severdik biz. Yazın arabalarda satılan kaynamış mısırların yerini kışın, ateşte, küçücük kese kağıtlarında satılan kestaneler alırdı. Annemse evde kestane şekeri (marrons glacés) hazırlardı. Mmmmmm.. ne güzeldi o kestaneler.. Burada insanlar en çok yaz aktivitelerini tanıyorlar. Denizle, deniz sporlarıyla, açık hava şartlarındaki aktiviteleri... insanları yeterince çeken parklarda, bisiklete binmek, hasta olunca bile sıcak bir şeyler yerine yaz kış dondurma yemeğe gitmek Israel'de en sık yapılan şeylerdir. Kestaneyi süpermarketlerde bulmak mümkün. Ben, kestaneyle kendimce keşfettiğim başka lezzetler hazırlıyorum. Özellikle kimi kış günleri. Sonunda bir tek kendi yediğim şeydir bu da. Çünkü kestanenin tadına alışmamış olan bizim ailenin üyeleri bunu da tenezzül etmezler hahah... Kakaolu, kestaneli toplar hazırlarım ben... Harika olurlar...
Bu gece, bol karla birlikte hava hiç olmadığı kadar soğuk olacak bir kez daha...
Tel Aviv'e tarihte en son 1950'de kar yağmış. Bir sabah yataklarından kalktıklarında yerler hafiften beyaz bir örtüyle örtülüymüş. Tabi gözlerini açıp kapayana kadar eriyip gitmiş o kar.
Bakarsınız 70 sene sonra o bembeyaz pamukçuklar havada bir kez daha uçuşurlar Tel Aviv'de de.
Geçen senelerde yağan doluyu illede kar zannedip heyecanlanmıştım 😅. Her taraf bir anda bembeyaz olmuştu, aynen kar yağmış gibiydi...