22 Şubat 2021 Pazartesi

 Resmi bir kütüphanenin raflarında saklı nefret



Geçtiğimiz günlerde,  Türkiye'den Israel'e aliya yapan eski bir arkadaşım İbraniceyi daha çok az bildiği için benden onunla birlikte doktora gitmemi rica etti. Birlikte sabah erkenden bulunduğumuz muayehane'de içeri girebilmek için  daha epey zaman olduğunu söyleyen sekreter bir süre dışarıda beklerseniz sıranız geldiğinde ben sizi çağırırım dedi. Dışarıdaki küçük kafeterya'da oturmuş sohbet ederken etraftaki insanlar birbirlerinden uzak köşelerde ya kahvaltı ediyor ya da bir şey içiyorlardı.Yine biz de makinelerden aldığımız birer hindi salamlı ve turşulu sandwichler elimizde bulduğumuz boş bir masaya yerleştik.

Yirmi beş sene evvel bu sandwichleri ilk yediğimi hatırladım.. Israel'de sokaktaki kimi otomatik makinelerde satılan bu sandwich'lerden hep yerdim  o zamanlar.  Ne zaman  acıksam,  ne zaman ayaküstü; "Ne yesem acaba ?"desem bir sandwich satın alırdım ve hep te mutlu olurdum. Özellikle salamın içindeki turşuyla olan birlikteliği ne de hoşuma gider bugüne dek. Neyse seneler evvelindeki gibi yine o sandwich'lerden aldık.

Arkadaşım Ola Hadaşa yani yeni göçmen olmanın zorluklarından bahsediyor, Israel'de yaşadığı güçlükleri anlatıyor bana.. Onunla konuşurken,  kimi şikayetlerini dinliyorum.. Söylediklerinin bir çoğu benim de geçmişte yaşadığım şeyler.. En büyük sorunu dil. Hele araya bir de Korona da girince adaptasyonu iyice güçleşti. Çünkü hiç bir şey normal seyrinde devam etmedi son bir sene..

Arada yaşlı bir kadın yanımda oturmak için bizden izin istedi. Bize," Ikinci aşımı da oldum ben o yüzden sanırım problem olmaz. " dedi. Eh, doğrusu biz de aşımızı olduk çoktan...Maskemi gerisin geriye yukarıya kaldırırken ; "Oturabilirsiniz tabii "dedim..Kadın ilk bir iki dakika elindeki içecekle sessizce bizi dinledikten sonra , yüzünde adeta masum bir çocuğun ifadesiyle  gülümseyerek; "Size hangi lisanı konuştuğunuzu sorsam? dedi. Ben;"Türkçe !"diye cevap verdim.. Ve bana soruyu yöneltirken kendisinin İspanyolca aksanı kulağıma çalındı hemen. "Siz sanırım Arjantinlisiniz? ".... O da, " Evet!" dedi..

Arkadaşım İbranice konuşmaktan yeterince çekingenlik duyarken,  33 senedir Israel'de yaşadığını söyleyen kadın ondan çok daha iyi konuşmuyordu.. Bize Türkçe'nin kulağına hoş geldiğini söyledi..Onunla İspanyolca konuşmaya başladığımda. Ha siz Ladino biliyorsunuz değil mi? diye sordu..Kendisi de aileden Yiddish biliyormuş.

Polonya ve Lituanya kökleri olan kadın bizimle konuşurkan  çoğu kez İspanyolcayı tercih ederken,  Israel'i çok sevdiğini ama bazı şeylerde bugüne dek zorlandığını anlattı. Israel'lilerin ve Israel'e gelen tüm Yahudilerin en çok şikayet ettikleri şeyden bahsetti o da, Buradaki insanların sabırsızlıklarından!İşin tuhaf tarafı, her an, " Biraz sabır!"  diye size tembih edenlerin kendilerinin hiç sabırları olmamasıdır. Bir çok şeyden tartışma koparırlar her an. Ve herkes bir diğerinin çok sabırsız olduğunu söyler ama sonunda herkes aynıdır.. Ve herşey sonuç olarak aynı noktayla ilişkilendirilir;  savaş ülkesi olmasıdır sebep.

Bir  taraftan, Israel öncesi tarihlerden gelen şeyler vardır, ya Shoah'dir ya da Arap Ülkelerinden gelenlerin geçmişte geçirdikleri korkulardır ve yine yeni kurulan ülkede de  hiç bitmeyen güvenlik sorunlarıdır. İnsanlar bir taraftan artık kendi ülkemdeyim diye rahat bir nefes aldıklarını söylerlerken, hiç bir şeyden korkmaları için sebepleri kalmadıklarını düşünürlerken aslında 48'den bugüne hiç bitmeyen savaşlar aksini ispatlar gibidir. Bu da bilinçaltında hep rahatsız eder durur insanı!

Örneğin Yom Kipur'da oruç ortasında bir anda gelen süpriz saldırıların getirdiği travmayı üzerlerinden atamamışlardır. Mesela eşimin kuzeni, Palombo ölmüş Yom Kipur Savaşı'nda . (soyadı Palombo idi ve eşim onu öyle çağırır! )  Her aileden vardır böylesi bir ya da bir kaç kayıp. Daha altı ay evvelinde evlenmiş genç adam..Kippur günü. tam oruçluyken, akıllarına gelmemiş ki, birilerinin onlara böylesi bir saldırı planlayacakları . Evlerinden, aniden gelen çağırıyla çantalarını alarak çıkmış genç erkekler..Halbuki aynı günler Ramazanmış bir de... Sanki burada bir kültürel farklılık var yine. Birine göre kutsal bir günde savaşılmaz..Bu aklına gelmez bile. Böyle bir günde silah atılmaz ..Diğeriyse Ramazan ayındayız, şimdi tam zamanı diye düşünebilmişler işte !

 En akıllarına gelmeyecek anda saldırırız!

Bu yüzden onlar kutsallıktan bahsettiklerinden gülerim ben.. Sadece yaşayıp görenler bilirler. Kutsal değerlere ölümü ve savaşı kimlerin en çok karıştırdıklarını.. Sadece politik arena'da puan toplama sırası geldiğinde ağlamak için dini değerlere sığınanları.

Yaşlı kadının kastettikleri de işte bu savaşların getirdiği bir sabırsızlık, kimi asabi haller.Savaşlar, Israel öncesindeki savaşlar, sonrası savaşlar.. terör saldırıları ve çocuklarını askere göndermek zorunda olan annelerin kalbinde hep var olan bir korku.. Bir gün  sınırda bir yerde ellerine makineli tüfek verilecek çocuklar yetiştirmek her ülkenin, her milletin kaderi değildir.  

Dışarıdan gazel okuyanlar, nefret kusanlar sadece haberlerde anlatılanlarla fikir yürütenlerdir..Haberler, filmler ve palavralar.. Filmin oyuncusu olmakla seyircisi olmak arası farkları bilmez çoğu insan....

Arada yaşlı kadın devam ediyor kendinden biraz daha bahsetmeye...

Ben Arjantinliyim, eşimse Fasl'li. Anne babasının kökleri Doğu Avrupa'ya inen, Buenos Aires'te doğup, Rishon Le Tzion'da yaşlanan bir kadın. Evlendiği eşiyse Kuzey Afrika kıyılarındaki evlerini, para ve işlerini ve tüm ellerindeki malları bırakarak kaçmak zorunda kalanlardan. Farklı bir kıtadan, farklı bir kültürden Israel'e gelen  bir başka Yahudi.

Yahudiliklerine rağmen birbirlerinden bir çok yönden apayrı kültürlerle yoğrulmuş iki kişinin kurdukları yuva... Kaderleri burada birleşmiş çok farklılar var bu ülkede.. Ve bu farklılıkların da bir bütünü!

Bu farklı kültürlerden gelen Yahudiler bana seneler evvel Fransız Kütüphanesi'nde bulduğum bir kitabu hatırlatıyor. Bundan 30 sene evvel, Fransız Konsolosluğunun Kütüphanesi'nde Yahudilerle ilgili bir kitap arıyordum.. J harfinin olduğu sıradaki kitaplar arasında öyle çok kalınca olmayan eski, küçük bir kitap bulmuştum.. Tabi Yine Juifs'ler hakinda..Yani Yahudilerle ilgili. Kitabın ismini anımsamıyorum.

Öyle uzun uzadıya alıp okunmaya değer bir yönü yoktu.

Kitabın içeriğine bakılacak olursa Yahudilerin dünyanın her köşesine yayılmış olmaları ve gittikleri heryerde sahip oldukları tipik özellikleriyle ön plana çıkmalarıyla ilgili bir antisemitik yayındı bu.

Türkiye'de hayat boyu Yahudilere karşı olan nefrete alışkın sayılırdım da Fransızların kaleminden çıkan böylesi bir kitap ilk anda nedense bende kısmi bir şok etkisi yaratmıştı. Nedense pek beklemiyordum.Türkiye'deki nefrete az buçuk alışkındım da Avrupa'nın gelişmiş yüzüne, daha safça bir duruşla bakıyordum hala.

Türkiye'nin dini ve kültürel yapısıyla alakalı gibi görüyordum  bu tip bir nefreti o günlere dek.

Belki kısmen dini bir şeydi bu! Fakat sonraları başka unsurların da bu nefretteki etkilerini okumuştum.  1880'lerde başlayan Pan-Türkizm hareketleriyle Ziya Gökalp'ın başını çektiği Turancılık akımının desteklediği ve fikirlerini yaydığı Türk Milliyetçiliğiyle gelişip büyüyen ve Yahudilere ve Türk olmayan diğer azınlıklara karşı büyüyen bir ırkçılık mevcuttu. Bu akımın etkileri benim çocukluk yıllarıma kadar yansıyacaktı. Ancak kafamda belki de çok daha idealize ettiğim, o gelişmiş Batının orta yerinde böylesi kin ve nefret körükleyici yayınların en azından benim genç kızlık dönemlerime kadar ulaşmayacağını tahmin ediyordum. Nedense?  Nazizim'in artık gerilerde kaldığı 1990'lardan bahsediyorduk. (?)

Ne bileyim ben!     

Modern çağdaki  fikilerle hiç uyuşmuyordu bunlar.  Demokrasinin ve insan haklarının orta yerindeki Avrupa'da hala daha Yahudileri böylesi nefretle anacak yayınlar olabilirmiydi?

Gerçi bu kitap, eski sayılırdı! Kim bilir, hangi tarihlerden beri o kütüphanedeki raflardaydı. Ama o günlere dek kimseyi rahatsız etmemişti!!!

Beni en çok rahatsız edense bu kitabı herhangi bir özel kitapçıda değil Fransız Devletini temsil eden Konsolosluğun Kütüphanesi'nde görmüş olmamdi.

Lise'de içinde bin bir saçmalık ve propaganda dolu "Yahudilik ve Masonluk"diye bir kitap kimi tarikat üyelerinin ellerinde gezerdi. Tek amacı bir milleti elinden geldiğince karalamak olan ve yalan yanlış bir sürü saçmalık yazmış olan Harun Yahya takma adlı yazarın elinden çıkan zırvalıktan hiç bir farkı yoktu bu Fransızca kitabın da!!

İkisinin de tek hedefi insanların kafalarını kirletmekti. Bir millet hakkında nefret söylemleriyle akılları karıştırmaktı. Böylesi bir çöplük, nasıl olurda Fransız Kütüphanesindeki binlerce kitaptan biri olmuştu.?.

İşte. Arjantinli kadınla konuşurken, bizim farklı yerlerden sonunda Israel'e gelişimizi konuşurken, o kitapta gördüğüm son derece çirkin bir karikatür aklıma geldi..

Karikatür'de ayakta çizilen Yahudi bir anne ve babanın kocaman burunları vardı.. Her ikisinin kucaklarında tuttukları bebeklerin de yine kocaman yahudi burunları vardı ve aynı şekilde yanlarına çizilmiş üç beş çocuğun hepsi aynı tipteydi . Ve adam karısına şöyle diyordu; "Neyse son olarak bir tane de İngiliz ve bir de Fransız yaptık!".. 

Yani  Yahudiler, aynı burunla, aynı özelliklerle...dünyanın her yerindeler!!! Dünya'ya yayılan bir virüs gibiler. Kocaman burunları ve diğer özellikleriyle...

Geçtiğimiz günlerde arkadaşım benimle 2003'teki Neve Şalom ve Şişli Beth Israel Sinagoglarına atılan bombalarda ölenler hakkında konuşuyordu. O saldırıda Yahudileri hedef alanlar,  sinagogların dışında Yahudilerden daha fazla Türk vatandaşının ölümüne neden olmuşlardı.

Bu olaylardan sonra o mahalledeki esnaf Yahudi Cemiyetine karşı kızgınlıklarını ortaya koymuşlar.  "Sizler yüzünden biz öldük" diye tepki vermişler!! Sonuçta, Yahudileri hedef alan teröristlere değil, Yahudi vatandaşlara kin tutmuşlar.. 

Suç kaos yaratanlarda, ölüm kusanlarda ve terör yapanlarda değil hedef olandaydı onlara göre.

Bu kitaba göre de Yahudilerin her defasında bir yeri terk ederek ve bir çok defa da terke zorlanarak  kendilerine daha yaşanabilir bir yer bulmak için  dünya'ya yayılmalarının arkasındaki, sosyal ve ekonomik nedenler önemli değildi. ( Bugün Türkiyeyi bir kez daha terk eden Yahudiler gibi )

Onun yerine dünyayı bir ele geçiriş teorisi gibi bir anlam yüklenen karikatürse ortadaydı.

Kendimi Yahudi olmayan bir çocuğun yerine koyuyorum .. böyle yayınlar, karikatürler, kitaplar ve anlatımlarla, fıkralar ve festivallerle büyütüldüğümü düşündüm... (Belçika'da ve İspanya'da iki senedir gazetelere yansıyan. kimi tipik Yahudi tiplemelerle ve kuklaların yansıttığı antisemitik sembollerin yer aldığı festivallerden bahsediyorum ) 



Batya R. Galanti


 







17 Şubat 2021 Çarşamba

İster istemez bir çeşit kobay grup haline geldik. Labaratuar'daki beyaz farelere döndük bizler...




  Israel'de bizler kobay, ülkeyse bir deneme modeli rolünde.


 Geçtiğimiz günlerde kızımın arkadaşları arasında ateşli bir tartışma olduğunu gördüm..

Aralarındaki problem Covid-19'a karşı yapılan aşılar.

Aşıya karşı çıkan arkadaşlarından bir tanesinin iddialarına göre, aşılanmış kitle içinde gözlemlendiğini iddia ettiği yeni bir mutasyon, daha tehlikeli bir virüs geliştirmiş ve bu yüzden aşı olmuş arkadaşlarını evine davet etmekten korkuyormuş.

Sonuçta aşıya karşı çıkan kitle içinden ortaya atılan yalan yanlış teorilerden biri daha ortada.

Tabi kızların arasında büyük bir tartışma yarattı bu iddia.

İnsanların, bilmedikleri bir aşıdan çekinmelerini anlayabiliyorum. Vücutlarına hiç tanımadıkları bir maddenin enjekte edilmesinin onlarda tedirginlik yaratmasını anlamak tabi ki mümkün.

Sonuçta herşeye rağmen bugüne dek ilk kez bu derece büyük kitleler üzerinde yeni denenendiği söylenebilecek bir ilaç söz konusu. ( Senelerdir binlerce hasta üzerinde denenmiş olduğu söylense de )

Bu aşıyı olurken benim de kafamı en fazla meşgul eden şeylerden biri, seneler sonra bedenimizde yaratabileceği zararlar üzerinde en ufak bir fikrimizin olmaması idi.

Yaşı 80'i geçen birinin bugünü kurtarması çok daha mantıklı gibi görünürken 30 yaşlarındaki bir genç kadının, acaba söylenildiği gibi doğurganlığıma bir zarar gelebilir mi gibi soru işaretlerini tuhaf karşıladığımı söylesem yalan olur!

Geçmişimde bana verilen bazı ilaçların uzun dönemde bedenime verdiği zararları bilen biri olarak, ilaçların ya da aşıların sadece bugünkü etkilerini tanıyan araştırmalara çok ta fazla güvenmeyen insanları çok iyi anlıyorum aslında. 

Fakat şu an için yaşadığımız tehlikenin içinde ne yazık ki önümüzde bizi bekleyen daha iyi bir seçeneğimiz yok gibi görünüyor.  Ve sanırım bir yerden sonra insanların azımsanmayacak bir bölümü ister  istemez şu an için bundan daha iyi bir seçenekleri olmadığına inanmış görünüyorlar.

Israel'de ilk etapta büyük kitlelerin aşılanması tamamlandıktan sonra, geriye kalan insanlardaysa aşıya koşmadaki hızda baya bir yavaşlama görülüyor.

16 Şubat tarihini gösteren takvime baktığımızda Israel'de 30 yaş üzeri insanların yarısı en az birinci aşıyı oldular.

60 yaş üzeri grubun yüzde 90'ini ikinci aşıyı dahil olmuş görünüyorlar.

Fakat 50 yaş ve altında olanlar arasında kesinlikle karşı çıkanları aşı olmaya ikna etmek daha zor olacağa benziyor.

Dünya'da aşılama ağır aksak giderken,  bu konuda lider ülke konumuna yerleştiğimiz şu günlerde aşıların toplumun sağlığında nasıl bir değişim yarattığı ve yaratacağı konusu üzerinde tüm uluslar tarafından sıkı bir takibe alındığımız açıktır.

İster istemez bir çeşit kobay grup haline geldik. Labaratuar'daki beyaz farelere döndük bizler 

Ve bu labaratuar'daki  (!)  gözlemlemelere göre farklı grupların aşıya nasıl tepki verdikleri kayıtlara geçiyor gün ve gün.

Aşıdan kaç kişinin öldüğü, yapışma  ve hastalığı bulaştırma oranlarında olan farklar ve yan etkiler üzerine yapılan geniş bir araştırmanın bir parçasıyız artık bizler.

Efendim model olmuşuz.

Yani ya batacağız ya çıkacağız!! 😅

60 yaş üstü grupta hastalanma yüzdesi son derece ( %90) azalırken, şu an hastanelerde yatan insanlar 50 yaşın altında ve çocuklarda da yeni variantların da işin içine girmesiyle hasta oranları artışta..

Şu an önümüzde görülen ilk sorun  aşıya direnen en az 500.000 kişilik bir kitle olması ve 16 yaşın altındaki çocuklar üzerinde yeterli bir araştırma yapılmamış olduğu için çocuklara bu aşıyı yapmanın mümkün olmaması .

Arada dünya nüfusunun çok büyük bir bölümün aşılanmamış olması ve geçen zamanla gittikçe daha fazla mutasyonların ortaya çıkması yüzünden sizin aşılanmış olmanızın sizi  garantiye almayabileceği sorunu da ayrı.

Bu virüsten gerçekten kurtulabilmek için aşının tüm dünya nüfusunu hedef alması gerekiyor.

Arada Israel'de ilk kez aylardan sonra kültürel tüm aktivitelerin yeniden açılması söz konusu. Tiyatrolar, konser ve gösteriler uzun bir aradan sonra yeniden hayata geri dönüyorlar..

Restoranlar tekrardan müşterileri kabul edebilecekler.

Alışveriş Merkezleri önümüzdeki hafta yeniden alışveriş yapmak isteyen kitleleri karşılayacaklar.

Tüm bunlar çok büyük bir denetim altında olacak deniyor.

Hiç bir şey eskisi gibi rahat olmayacak.

Çok daha sıkı kontrollerle.. insanlar arası mesafeler korunarak ve özellikle hastalığı geçirdiğinize ya da aşı olduğunuza dair elinizde bir belgeyle normal yaşamınızı sürdürebilmeniz mümkün olacak. Bu da oyunun kurallarını değiştirecek.

Bir taraftan aşı olmak zorunlu değil denirken diğer taraftan aşı olmayanlara bir çok şeyin kapalı tutulacağı gerçeği demokrasi tartışmalarını yeniden gündeme taşıyacak ve taşıyor da ve daha bu konu üzerinde insanların başı çok ağrıyacak gibi.

Kişilerin Hak ve Özgürlükleri üzerinde tartışmalar doğal olarak artacak..

İnsanları zorla aşı olmaya itecek kurallar demokrasi savunucularını sokaklara dökecek diye tahmin ediyorum. Şimdilik sadece konuşulan şeyler yakında uygulamaya geçildiğinde yeterince polemi ve karmaşa yaratacak.

Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir yazıda bu son sene, dünya demokrasilerinde Covid-19'la birlikte gelen kimi kısıtlamalar,  sokağa çıkma yasakları, pandemi yüzünden kişilerin hareket özgürlüklerinin kısıtlanmış olması demokrasiyi genel olarak tüm dünyada geriletmiş.

Covid-19'la gelen tedbirler demokratik standartlarda yaşanan bir gerileme olarak kayda geçmiş.

Batı Avrupa Ülkeleri demokrasileri'nde de  uzun zamandan sonra  ilk kez bir gerileme görülmüş.

Bana kalırsa bu tip bir kayda geçirme tam kesin bir mantık taşımıyor.

Griple yatan bir hastanın 40 derece ateşi olduğunu gözlemleyip. bu hastanın artık ölümcül bir hasta olduğuna karar veren doktorun yanlış teşhis koymasına benzetiyorum ben bu anlamsız standartları..

Griple yatan bir hastanın genel sağlık durumu için sağlıksız bir insan denemeyeceği gibi!! (Normal şartlarda tabi ) 

Yaşanan olay, ölümcül bir virüs olduğuna, büyük kitleleri tehdit eden bir pandemi söz konusu olduğuna göre, bu pandemiyi durdurmak adına, insan hayatını ve dünya ekonomisinin uzun vadede kurtarmak adına alınan "geçici" tedbirler yüzünden hemen demokrasinin artık gerilediğinde karar kılmak ne kadar doğrudur?

Bu tedbirler sadece yaşam normale dönene kadar alınmış tedbirlerdir.

Ancak, Covid-19 arkamızda kaldıktan sonra hala daha yönetimler denetimlerini halkların üzerinden çekmezlerse  o zaman demokrasiler gerçekten tehlike altına girmiş demek olacaktır.

Dilerim dünya'da aşılar hızla yapılmaya başlanır. Ve hayat bir an önce tekrar eski temposuna yeniden geri döner.




Batya R. Galanti





16 Şubat 2021 Salı

                

             Bu yıl bizde mevsimler komple birbirlerine karıştılar sanki..


Israel'de iklim bazen insana feleğini şaşırtır.

Özellikle buranın her an farklı tonlardada kendini gösteren kış iklimi, insana nasıl davranacağını iyice şaşırtabiliyor.

Dün gece günlerden beri devam eden yaz sıcaklarına rağmen oturduğum yerde birden iyice üşümeye başladığımı hissettim. Koltuktan kalkarak üzerime örtmek için bir şeyler arayınca eşim hemen benimle  dalga geçmeye başladı.

Çünkü buranın insanı pek üşümez, üşünülecek havalarda da üşümezler!

Ve ben buna bir anlam veremem.

Sonuçta en sıcak günlerin akşamlarında bile aslında geceleri bastıran bir ayaz vardır buralarda..

Çöl ikliminin en klasik özelliklerindendir bu.

Gece ile gündüz arasında çok büyük bir sıcaklık farkı olabiliyor .

Ama onları bu farklılıklar, kimi leri de gerçekten soğuyan havalar hiç etkilemiyor.

Sanırım  Israelliler her yıl devam eden  uzun yaz günlerinden vücutlarına bol D vitamini yüklüyorlar..


Peki ya ben? Bende niye yüklenmiyor o vitamin?

Ah pardon, şimdi hatırladım, bu iddiam zaten pek doğru olamaz, çünkü geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmada Israellilerin bir çoğunda D vitamini eksikliği olduğu ortaya çıkmıştı.

Ve bu da sanırım, yaz günlerinde sıcaktan kaçmak için insanların kapalı yerde klimayla kalmayı tercih etmelerine dayanıyor.

Yani ilk başta ortaya attığım iddiayı saniyeler içinde çürütmüş oldum..

Ancak gerçekten yine de çok sıcak havalara alışkın olan ve bunalan bu insanlar serin havaları seviyorlar galiba..

Israel'e ilk geldiğim kışı hatırlıyorum..

Ben Türkiye'de kış denince kat kat giyinen bir insandım. Belki ben de çok klasik bir örnek sayılmıyorum

Burada da Şubat ayı geldiği gibi hava sonunda soğumuştu.

Sabah erken saatlerde evden çıktığımda iliklerime kadar üşüyordum. Sanki buranın 13-14 derecesi daha bir soğuk gibi hissettiriyordu kendini.

Havada nem oranının yüksek oluşu da bunu etkiliyor herhalde.

Üstelik o zaman ikamet ettiğim yer denize yakın sayılırdı, deniz yönünden esen soğuk rüzgarlar  otobüsü beklerken içime kadar işlerdi sanki.

Ve aynı sabahlarda,  durakta, yanımda sırılsıklam saçlarıyla  bekleyen kızlar görürdüm. Sabah sabah banyo olup saçlarını hiç kurutmadan evden çıkıyorlardı genç kızlar..

Üzerlerinde incecik kıyafetlerle o kadar rahat görünüyorlardı ki.. O an etrafta üşüyen tek kişi hala bendim!

Dün gece sonunda yatağa girmeden daha kalınca olan pijamamı giydim ve bir çiftte çorap.. Çorapları ısındıktan sonra hemen çıkarırım..

O şekilde yatağın içinde buldum kendimi, buna rağmen uyumadan evvel okumak istediğim bir kaç satır yüzünden örtünün dışında kalan kolum soğuğa dayanamadı 😂.. Işığı kapatarak bu kez iyice yorganın içine gömüldüm.. Bir saat sonra birden uyandığımda bu kez terlemeye başladığımı farkettim.. Ve tabii kalkıp bu sefer üzerime daha ince bir şeyler giyip yeniden yatağa döndüm..

Israel'in mevsimsel cilveleri..her an sahne kıyafeti değiştiren star'lar gibi hissedebiliyor insana kendini..

Bir ceketli, bir ceketsiz, bir pantalonlu bir etekli, bir sandeltlerle ertesi gün botlarla..

Aynı gün paltoyla evden çıkıp kısa kollu bluzla eve dönmek te var!

Bir gün önce denize girerken ertesi gün evde ısıtıcıyı çalıştırıp, camdan  yağan yağmuru izlemekte olası...

Bunların hepsi Israel kışının cilveleri!!


Bu sabah kalktığımda Gal mutfak tarafındaki camı sonuna kadar açmış arkamızdaki futbol sahasını nasıl yenilediklerini izliyordu.

Tabii ev buz gibiydi yeniden..

Gal üşümüyormusun sen diye sorduğumda.  salonda sabah ayazı esiyordu.. O ise üzerindeki incecik pijamasına rağmen; Karşımızda yenilenen futbol sahasını göstererek;  "Yok anne bak kamyonlar taş yığıyorlar sahaya !"

Geçen gün Tel Aviv'de arkadaşlarımız denize girdiler Şubat ortasında...

Bu kadarı da bu kez gerçekten istisna sanırım.

Bu yıl mevsimler komple karıştı!

Bana göreyse denize girmek için birazıcık  serin sayılırdı, ama güneş herşeye rağmen yeterince sıcaktı..

Plaj'da oturduğumuz saatlerden sonra eve döndüğümde yüzümün yandığını keşfettim...

Avrupa'daysa bir çok yer karlar altında!.

25 sene evvel, anneme buralardan ilk gönderdiğim mektupta. bu ülkede yaşamak için en geçerli sebeplerden biri ocak ayında olup hala açık pencereden giren deniz kokusunu solumak demiştim...

Geçen günlerde yağan yağmurlardan sonra  hiç beklemeden yeniden yüzünü gösteren güneş beni dışarıya çekti. Ama bu kez yürüyüşte, kaldırımlara fırlayan sümüklü böceklerden birini farketmeyip üzerine bastığımda bir an için içim gitti, nasıl görmedim diye...

Her yağmurdan sonra  boy boy gösterirler kendilerini..

Ben İstanbul'da sümüklü böceklerle karşılaştığımı niye hatırlamam bilmem!! 

Bu sabah yine kuş sesleriyle uyandım.. Cıvıl cıvıl ötüşüyorlardı camımda..güneş pırıl pırıl yeni bir güne merhaba derken, içimde var olan kimi olumsuzlukları bana unutturmak için gayret eden doğaya kulak verdim ben de!!

İçimdeki endişeleri dağıtan güneş sorunları unutturmaya çalışır gibiydi bu kış, özellikle..

Uzun yaz günlerinden sonra , bu çarşamba Yeruşalayim'e kar düşecekmiş!

Beyazlar giyinmiş şehir manzaralarının güzelliği de tartışılmaz...

İstanbul'un havasını yeniden yaşamak için Şubat ayı idealdir oraları ziyaret...

Şimdilik yazı masamda otururken yanımdaki pencereden göz kırpan masmavi gökyüzü bana  merak etme, bir kaç gün ara versem de yakında yine burada olacağım der gibi..


Batya R. Galanti




15 Şubat 2021 Pazartesi

   İstanbul'da 1987 karı


Burada şimdilik hala yazı yaşarken duydum ki İstanbul' a kar düşmüş..

Biraz evvel (dün gece)  İstanbul Belediyesi' nin internet sitesinden turistik Kameralara girdim; bir bakayım İstanbul'a hala kar yağıyor mu diye.. Beyazıt Kulesi Kamerası'nı açtım, Golden Horn,  Fransızca deyişiyle La Corne d'Or, Türkçesiyle tüm Haliç pırıl pırıl çıktı karşıma.

İstanbul'da eski şehir olarak anılan mahallelere bir bakış bu...

Gerçekten hafiften kar çiselediğini gördüm.. İç içe evlerin, yan yana dizili damları beyaz bir örtüyle kaplanmış çoktan.. İstanbul'un o en bilindik manzarasına gözüm dalıyor bir an.. Turistlerin tanıdığı eski İstanbul bu! İngilizlere, Amerikalılara mütahasip bir İstanbul'un örneği eski şehir. Tüm tarih buralarda yazılı! Her yerde camiler,  başı örtülü kadınlar var. Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı; baharat kokularıyla Kahire'yle aynı tonlarda bir atmosfere taşıyor insanı. Buralarda dolaşırken sizin gezdiğiniz, sizin bildiğinizle bir çok yönlerden çok daha farklı bir yaşantının İstanbul'uyla karşı karşıyasınız... Beyazıt, Eyüp Sultan, Fatih gibi semtler size daha uzak kimi gelenek ve görenekleri temsil ediyorlar.. Müslüman olmayanın yabancılaştığı, Müslüman olupta modern, laik Türklerin bile kendilerini muhtemelen daha az ait hissettiği ama esasen en otantik, en çekici yerler de belki de yine buraları. Özellikle İstanbul'u ziyarete gelen bir turist için! Aslında kameralara yansıyan manzara bana çok aşina geliyor, iyisiyle kötüsüyle çok şey yaşatıyorlar beynimde..

Hiç mi özlemez insan? diye hep bıkmadan soranlar var! Görüntüler, beynimde yer etmiş çocukluktan, gençlikten bir sürü iz taşıyorlar. Her noktada, her yerde bir şeyler geçirmişim. Bunun adı da nostalji..

Neyse sadece kar yağıyor mu hala diye bakacaktım ben! Çocukken ne sevinirdim, yavaştan kar başladığı zaman. Yeterince soğuk olan gecelerde, kar yağışını beklemeye başlardım.. koridorun sonundaki oturma odasından salona gider, kocaman pencerelerden sokak ışıklarına gözümü dikerdim, dikkatle bakardım, hafiften yağan bir şeyler varsa gözümden kaçmasın diye.. Kar yağacağı zaman gökyüzü kırmızıya çalardı. Bayılırdım işte o renge!  Karı müjdeleyen işaretlerden biri de gecenin kızıllığı idi. Yatana kadar kaç kez pencereye geri dönerdim bilmiyorum. Arada kameralardan yağan kara bakarken, Haliç'in diğer tarafındaki Galata Kulesinin biraz ötesinde eski bir binayı hayal ediyorum. 1987 yılında yağan kar aklıma geliyor.

Yanılmıyorsam, o sene yağan kardı bizi ilk etapta okulda yakalayan ve yoğun bir tipiyle başlayıp  günlerce durmayan bir kar fırtınasıydı bu. Öyle bir başlamıştıki.. İstanbul'da genelde hafiften serpiştirip en fazla bir iki gün devam eden kar yağışlarına benzemiyordu bu. Biz daha okuldayken bir anda bastırmıştı. Eve gitme zamanı geldiğinde artık tüm yolları örten kar yüzünden arabalar işlemiyorlardı Bense Beşiktaş yönünde yürümeye başladığımda nasıl büyük bir hata yaptığımı düşünememiştim..

Karaköy'ü daha az tanıyordum belki. Nasıl da aklıma gelmemişti, Tünel'e gidip. direk İstiklal caddesine çıkmak! Dolmuşla tanıdığım yolu izlemeye kalkmıştım..salak gibi! Herşey bir anda durmuştu...çare yoktu! ( Öyle hatırlıyorum ) Ve İnönü Stadyumundan yukarı çıktıktan sonra  o karda o şekilde Şişli'ye kadar yürümüştüm. Eve vardığımda, kapıdan girdiğim gibi ağlamaya başladığımı anımsıyorum. Botlarımın içinde donmuş olan  parmaklarım kesiliyorlardı sanki. Tecrübesizliğimin cezasını çok ağır ödemiştim. Ve bizim için o kar bir ilk ve bir son olmuştu..

İstanbul'un bir daha öylesi bir kar gördüğünü sanmıyorum. Günlerce hiç durmamıştı.. Kimi yerlerde ilk günden park yerinde kalan arabalar kar yığının içine gömülmüş kaybolmuşlardı. İnsanlar iki hafta boyunca ne okula ne işe gidememişlerdi. Günlük ihtiyaçlarımızı karşılamak için evden çıktığımızda bakkala kadar ancak yürüyebiliyorduk. Bense hayatımından çok ama çok memnundum. Şehir bembeyaz bir geline dönerken, çirkin olan herşeyi kapatmıştı. Geriye kalan tek şey sadece her yeri kaplayan bembeyaz bir gelinlikti. Ara tatiliyle denk gelen bu yağış evde oturduğumuz günleri yeterince uzatmıştı. Hapishane'den ( yani okuldan 😄 ) uzak olmanın rahatlığı ise hiç bir şeyle mukayese kabul edilmeyecek kadar iyiydi! Bana kalsa bu kar bir sene daha devam etse daha da iyi olabilirdi.. Ne Madame Cathy'nin, ne sarhoş matematik hocamız Boivin'nin, hele  hele o hiç mi hiç sempatik olmayan Coğrafya Hocamız Şenay'ın özlenecek tarafları yoktu.. En azından benim için!! Bir tek matrak olan Üstün Gürtuna'ydı.. Adam durup durup bana döner; "Vahşi Güzelim!"😅 derdi. Bir günse bana "Sen Israelli kız askerlere benziyorsun!" demişti. Sanırım folklor ekibiyle Israel'e gelmişliği vardı. Tabi Yahudi olduğum için kafasında öyle bağlantılar kurmuştu. En azından öğrencileriyle samimi, arkadaş gibi olan ender hocalarımızdandı.

Neyse buraya Çarşamba gecesi yağacak kar. Buraya derken, evimden kırk dakika ötelere. Ama her defasında oralara kar yağdığında bütün Israel arabalarına atlar kar görecekler diye. Dibinizdeki bir şehre varmanız saatler alır!! Neymiş o beyaz şeyi görecez. İyi ki kameralar var..ben açar oradan bakarım daha kolay...hem de daha sıcak!!!



Batya R, Galanti




Stres'in insan performansı üzerindeki etkileri!


Hayatımda ilk kez gerçek yapabilirliklerimle, bildiklerimi icra etmekte problem yaşadığımı farkettiğimde daha çok gençtim.  Sanırım 15 yaşlarımdaydım. Bir şeyleri bildiğim halde girdiğim sıkıntı, heyecan, başararamama korkusu, hatta bile bile aptal olarak adlandırılma endişemi anladığımda ne yazık ki çevremde yardım isteyebileceğim birileri yoktu.

Daha çocuk yaşta beynimin bir yerlerinde bir şeylerin,  farklı  işleyen  bazı fonksyonların kimi yoğun duygulardan ( heyecan, endişe gibi )  nasıl etkilendiklerini farketmiş olmam  çaresizliğimi değiştirmiyordu..Bir taraftan yaşadığım zorluklara rağmen yine de içimde okula duyduğum belli bir ilgi vardı ve yine bir o kadar yanlız olmanın cefası !.

Hayatımda yaşadığım en yoğun performans endişelerimden biri ilk kez özel okul sınavlarına girişte olmuştu.. Bu şekilde Saint-Benoit Lisesi'yle ilk tanışmam gerçekleşmişti.

Yazın en sıcak günlerinden birinde, kız tarafının bahçesinde toplanmış olan yoğun kalabalığı, velileri küçücük çocukları ve bendeki; "Burada işim ne? "duygularıyla karışık bir farkındalıkla kaybolmuşluk arasındaki durumumu anımsıyorum.

Sizin için toplumun koyduğu standartları tutturmak, ailenize ve onların egolarına küçücük yaştan borçlu olduğunuz şeyler üzerinize hiç hazır olmadığınız bir yük gibi bindiriliyor bazen. Hele bir de bazı insanlardan kimi açılardan farklıysanız bu yük sizi çok daha fazla ezerken aklınızdan  anlam veremediğiniz sorular geçiyor. Cevap verecek kimse yoksa da!!

Neden sınavlardan geçiriliyorum? Özel okul ne demek? Başaramazsam ne olacak ?

Hele İlkokul'da geçen senelerimden sonra... Bize hiç bir şey öğretmeyen o cadı öğretmenin sınavlarından aldığım ilk düşük notlardan ve birileri benden bir yaş büyük kuzenimin ne kadar zeki ve  iyi bir talebe olduğundan bahsederlerken yaşadığım utançtan sonra şimdi de bu çok önemli sınavlar....

Peki eğer kazanırsam  ne olacak? Bu kimi mutlu edecek? Aile mi? Beni??? Belki birisi sonunda affeder mi!! Artık belki kızmaz bana annem.. Sonuçta sınava gelmiştik ve sanırım bahçede bizi gruplara ayırmışlardı.. Avludan direk girilen bir sınıf vardı. Sanırım hemen çeşmelerin yanında idiGaliba hazırlık sınıflarıydı oraları..Mideme giren sancıyı anımsıyorum.. Ya da bulantımıydı....ikisi birbirine mi karışıyordu yoksa? Neden bu kadar korkuyordum? Öylesi büyük bir heyecana kapılmıştım ki o anlar.  Avucumda tuttuğum kalemler, silgim bir anda terden ıslanırken ellerim iyice titremeye başlamışlardı.Bu da başıma gelebilecek en kötü şeydi o an.. eğer ellerim çok titrerlerse nasıl yazacaktım ben?!


.............................


Yıllar sonra o bahçeye tekrardan geri geldiğimde 16 yaşımdaydım. Aynı senenin başında Madame Janet Çekmez'in sınavında Panik Atak gelmişti ilk kez! O sene yaşadığım heyecana yenik düştüğümü  biliyorum. Aptal gibiydim bir yandan..öyle olduğuma inanmaya başlamıştım artık. Günlük hayatta bir çok arkadaşımdan daha becerikli, çözüm bulmaktaysa hızlı olsam da! Yine de anlamıyordum neden?Pratik zekam bir çoklarınkinden çabuk işliyor, günlük yaşam içinde bir çoklarının beceremediklerini beceriyordum. Sorunum bu değildi. Dikkat Problemimle birlikte yaşadığım kimi öğrenme güçlükleri yetmemiş gibi büyük bir heyecan sorunum vardı!!!  Zaten bütün bunlar birbiriyle yakından alakalı problemlerdi.


............................


İnsanların büyük bir bölümü normal zekaya sahiptirler. Yani açıklamalarda şöyle deniyor; insanların yaklaşık yüzde 68'ínin IQ' su 85'le 115 arası bir yerdeymiş..

Ortalama % 95'ín IQ'su 70 ile 130 arası seviyelerde yer değiştirirken . % 99.7' si 55 ile 140 arasında bulunuyorlarmış. Yani genel nüfusun yalaşık %70'i normal seviyelerde bir yerlerdeler.. Geri kalan da daha aşağı ya da üstün zeka grupları içinde yüzdeyi değiştirenler..

Mesela Pfızer aşısını geliştiren, Amerika'da Manhattan'da gökdelenler dikenler, uzayı araştırıp yepyeni buluşlara imza atan kimi Da Vinci ya da Nikola Tesla gibi muhteşem zekalar küçücük bir yüzde içinde hayatımızı değiştiren dehalar grubundalar .

Ve kocaman bir normal kitle içinde ufak tefek farklılıkla yaşayan insanlar çoğunluğu oluşturuyorlar. Ve tabi bir de ben gibiler var .. Aslında sanıldığından daha çokuz ben gibiler. Diğerlerinden kimi konularda belki biraz daha zayıfken, kimi konularda daha üstün olabiliriz. Ama yine de yaşadığımız zorluklar hafife alınamaz. 

Normal zekalarına rağmen kimi performans sıkıntısı yaşayan insanların hayatları kolay değildir!!

Yıllar evvel bana ilk kez kimi psikolojik ve zeka testleri yapmış bir psikoloğu hatırladım..Ilk panik ataklarımın peşinden Dr. Joseph Benbanaste'ye yaptığım tek seferlik ziyaretimde, bana olanları anlattığımda beni Türkiye'de çok  ünlü bir isim olan psikolog Suna Tanaltay' ın kliniğine göndermişti.

Suna Tanaltay yine kendi gibi psikolog olan eşiyle birlikte çalışıyorlardı.Bana bir kaç defada yapacakları psikolojik testlerden sonra problemimin gerçekten sadece bir Panik Atak sorunundan ibaret olup olmadığını anlamak istiyordu sanırım.

Sonuçta muayehanesine geldiğimde doktora  kendi kendime yabancılaşmaktan bahsetmiştim. Ve bu sorun sadece endişe bozukluğunda değil  Şizofreni hastalarında da adı geçen bir şikayetti. Ancak endişe bozukluğundaki kendinden bir an için uzaklaşıyor olma hissiyle Şizofreni'de görülen yabancılaşma aynı değildir. Bendeki durum sadece yaşadığım  yoğun endişenin verdiği bir hisle alakalıydı. Bir bulutun içine girer gibi olmaktır bu.  Ve bu uzaklaşma kesinlikle mantığın kaybolması demek değildir

Sonuçta  gittiğim klinikte,  bu iki psikologla doktorun  temel amaçlarının bana yardımdan çok, iki ihtisas sahibi tarafın birbirleri arasında  hastayı paslaşmaktan ileri hiç bir şey yoktu belki de..Suna Tanaltay, yeterince güleryüzlü tatlı bir bayandı, Ama o kadar!

İlk randevumuzda bana Rorschach Testi yapmıştı. Elime verdiği kartlarda bulunan kocaman lekeleri içinde ne gibi şekiller, neler gördüğümü söylüyordum. Benzettiklerim hakkımda biraz daha ipucu veriyordu kadına. Bu test hoşuma gitmişti. Bu tam benlikti..Konuştukça konuşmuş, anlattıkça anlatmıştım. Sonunda Tanaltay bana;  "Duygulu ve akıllı bir genç kızsın "demişti. Ertesi sefer geldiğimde bu defa diğer odada, daha soğuk ve daha resmi olan kocası kabul etmişti beni .. Oda da adam gibi soguktu 😕. Sağ taraftaki büyük yazı masası yerine ortada bulunan küçük yuvarlak sehpanın üzerine bir kağıtlar koymuştu. Masanın yanına iliştirdiği iskemleye en başından sıkıntıyla oturduğumda elime verilen kalemle, sayfadaki kısa soruları  bir an önce cevaplamam gerektiğini anladığımda artık iyice gerilmiştim.

Birbirini takip eden şekiller , kimi seri numaralar ve onları takip edenleri bulmak, kelimeler... kısaca bu bir IQ testiydi. Adamsa tepemde dönüp duruyordu. Dur be adam diyecem ama diyemiyorum 😟Arada o devamlı saatine bakarken bana verilen teste kendimi vermekte zorlanıyordum. Bazen adamın açık mavi pantalonuna bakıyordum, bazen kemerine, bazen mokasenlerine gözlerim kayıyordu... Adam sanki bir an önce bitirmemi ister gibiydi.. Sabrı mı yoktu yoksa  bana mı öyle geliyordu.. 

O testten çıkan sonucu  bana söylememişlerdi!

Bilmekse istememiştim.

.................................

İki sene sonra, onuncu sınıfta iken benim aklimda bir yerlerde hala o test vardi...

Bir gün ders sonunda psikoloji hocamizin yanına giderek: "  Zeka testlerindeki performansın heyecan ve stresten  ne derece etkilenebileceğini ? "  sormuştum Madame Liliane bana heyecanın testte çok büyük bir etkisi olmaz diye cevap verip bitirmişti işi!! "Bunu bir de sen bana sor ! " diyecektim .  Demedim !Ancak söylediğinde bu kez tamamen yanıldığına inanıyordum. Peki eğer öğretmenin cevabını kabul etmeyeceksem niye sormuştum? Belki bu cevabı beklemiyordum.

Ancak gerçekten zamanında bizi eğitmiş insanları gözümde gerektiğinden fazla büyüttüğümü anladığımda hayata başka türlü bakmaya başladım.. Bize öğretilen herşeyin mutlaka doğru olmadığını farkettiğim gün dünyaya ve insanlara bakışımın çoktan değişmiş olduğunu anladım.

Seneler sonra bir kitapçı'da zeka testleri olan bir kitapçık bularak hemen satın almıştım.Eve geldiğimde ilk işim o testleri çözmek için odama kapanmak olmuştu. Karşıma saati kurarak, o testi sessiz bir ortamda çözmüştüm. Ve cevaplara baktığımda inanamamıştım. Sonuçlar çok iyiydi! Rakkamsal olarak eskisiyle mukayese edecek bir bilgim olmadığı halde çok daha iyi bir sonuç aldığımdan emindim.

Ancak belki şöyle bir iddia olabilir; stresli anda ölçülerek elde edilen rakkam esas olarak alınıyor olabilir. Fakat bu da sizin yine esas zekanızın değil, stres anındaki performansınızın göstergesidir sadece. Hayatın kendisi içinde gösterdiğiniz performansınız sakin ortamlardaki gibi olsaydı belki herşey çok daha kolay olabilirdi. Gereksiz stresler, gereksiz sınavlar ve toplumsal baskı daha çok küçük yaştan  düşmanınız olabilir.

Eğitmenlerin bu konudaki yetersizlikleri, bilinçlenmemiş toplum ve yeterli ilgi ve sevgiyi vermeyen anne babalar çocukların düşmanları olabiliyorlar . Buna karşın modern toplumlarda çocuklar daha çok küçük yaştan ilgi alanlarına ve yapabilirliklerine göre eğitiliyorlar. Daha çok sevgi ve ihtimamla çok daha fazla performans alabilmek mümkün. Ve bu sadece bireysel değil toplumsal gelişimi de getiren en baş şeylerden biridir diye düşünüyorum..



Batya R. Galanti 

12 Şubat 2021 Cuma

  


 

       Aşk mi , sevgi mi?   Ya da biriyle başlayıp diğeriyle devam etmek mi?



Pazar Günü Sevgililer Günü.. Yani 14 Şubat...

14 Şubat deyince ;  "Aman Tanrım Şubat Ayı da bitmek üzere, diye bir cümle geçiyor hemen aklımdan!!".

Şubat Ayı ne ki zaten? Şunun şurasında ne kaldı bitmesine diye düşünceler devam ediyor kafamda..

Hahaha bana ne Sevgililer Gününden?..

Sanki dün tanıştık 😄! Ben daha önemli konulara takmışım kafamı..

Geçen hafta yaptırdığım Görme Alanı testinde yaşımı 53 yazmışlar !!

Bense hala 52'yim diyordum düne kadar.

Durun bakalım, daha doğum günümden 4 buçuk ay geçti geçmedi!!

Dört aylık bebeğe  1 yaşında mı dersiniz siz? 

Bilgisayar bile anlamıyor bu işten :)) !

Galiba ilk defa yaşımı kabullenmekte zorlanmaya başladım !!!

Bugüne dek saklamadığım yaşım..

Neyse.. Sevgililer Günü yerine düşündüklerime bakın siz benim?..

Yoksa ben romantik bir insan değilmiyim?!

Ben romantiktim yeterince ama zaman yaptı yapacağını..bu kadarı kaldı 💗..

Hayatın size koyduğu koşullar mı nedir sizi değiştiren?

Halbuki her gelen fırsatı değerlendirmek en güzeli değil mi?

Aslında eşim sordu geçen gün bana,  ne yapmak isterim diye?

Her yerin kapalı olduğu bu zamanda, ne yapılabilir ki?

Aklıma tek gelen, iki iskemleyle kumsala inilebilir belki dedim!

Gerçekten daha romantik bir şey düşünebiliyormusunuz?

Kumsal gibisi var mı?

İşin beni hatırlama tarafında ise eşime haksızlık edemem..

Her zaman hatırlar! Romantik değilse de unutmaz o!

Dünyanın en iyi insanıdır ve cömerttir!!

Hatırlanmaksa tabi her zaman güzeldir!!

Eşimi tanıdığımda ona aşık olmak istemiştim.

Baktım olmuyor!

Ancak karşımda her an beni düşünen birini gördüm.

Aşk yerine ayakları yere basan bir evliliğin daha sağlıklı olduğunu anladığımda onun daha beni tanıdığı ilk gece ettiği teklifini kabul ettim.

Hayatımda ben bir kez aşık olduğumu sanıyorum.

Şıpsevdi bir insan olmadığım için mi bilmem.

Gençliğimde karşıma çıkan insanları hep bu yüzden reddetmiştim..

Seçici olduğum içinmiydi!! Hayır sanmıyorum.

Belki hep aynı aşkı yaşamayı ummuştum.  Ama hayat ısmarlama değil!


Ya aşık olduğunuz insan acaba her zaman ideal olan mıdır?

Bunu yaşamadan bilmek mümkün mü?

Peki kısmen tahmin etmek mümkün mü?

Belki evet belki hayır!!

Ancak yine de güzel bir aşkla başlayan bir ilişki yaşamış olmak bir şans ve büyük bir mutluluk olsa gerek.  Ancak ilk günler sizin ayağınızı yerden kesen insanın hayat arkadaşı olarak size hakkettiğiniz mutluluğu verebileceğini nereden  bilebilirsiniz?

Galiba bu da bir piyangodur !

Hayatta garanti aramak mümkün mü?

İdeal olan şey belki gerçekten iki insan arasındaki ilişkinin o sihirli çekimle başlamasıdır.

Esas sevgi ise ilk adımın ardından yavaş yavaş inşa edilen bir duygudur.

Aşk iki insan arasında bir anda oluşan bir büyüdür, bir titreşim, bir sihir gibidir ama bu duygu geçici ya da aldatıcı da olabilir !  Sevgiyse birbiriniz için yaptıklarınızla güçlenen, yavaş yavaş oluşan bir şeydir.. 

Gerçekte geriye kalan esas şey de sevgidir!!.

Dilerim her insan sevip sevilsin!

Esas olan budur.. Gerisiyse sadece bir masal !



Batya R. Galanti 


11 Şubat 2021 Perşembe

İki seneden az bir zamanda dördüncü kez seçime giden ( Mart 23 ) Israel'de seçim sistemi değişmedikçe, politik figürler aynı insanlar oldukça seçimlerden çok farklı bir sonuç çıkmasını beklemenin komik olduğunu biliyorsunuz.

 

                             Yeni bir lider olmazsa hiç bir şey değişmez!


Israel'de bugünlerde hayat tam,   kararsızlık,  soru işaretleri ve her an bir çok negatif. pozitif ve akla gelebilecek inişli çıkışlı bilimum duyguyu aynı anda yaşatan bir ortamı hissettiriyor.

Bir an bir taraftan olumlu bir haber gelirken diğer taraftan yeniden moral bozan bir şeyler oluyor.

Kimilerine sorsanız Israel olabileceği en iyi zamanları yaşıyor.  Bir diğerine sorsanız, üç suç dosyasıyla hala daha ülkeyi yönetmeye devam eden bir başbakanla olası en kötü dönemlerden geçiyor Israel..

Bir gün, Tel Aviv İchilov Hastanesinde uygulanan yepyeni bir tedaviyle Israel'de Corona hastalarını iyileştirebildiklerinin haberinin sevincini  yaşıyorsunuz.

Bir taraftan media yoluyla  devam eden politik çekişmeler  ülkenin bu son dönemde  bir türlü kendini toparlayamamasının nedenlerini hatırlatıyor..

İki seneden az bir zamanda dördüncü kez seçime giden ( Mart 23 )  Israel'de seçim sistemi değişmedikçe, politik figürler aynı insanlar oldukça seçimlerden çok farklı bir sonuç çıkmasını  beklemenin komik olduğunu biliyoruz.

Bu arada İran'a karşı verilen yoğun mücadeleye karşı Amerika'nın tekrardan eski bir yanlışa dönebileceği gerçeği gölgesinde kuzeyde devam eden gerlim ve belirsizlikte ayrı bir sorun..

Geçtiğimiz günlerde Israel, Kuzay'den gelebilcek ani bir saldırıya karşı, yeniden iki gün süren bir askeri tatbikat yaptı.

İki yıl evvel. İslam Devletinin artık haritadan silinmiş olduğunu iddia eden Trump'ın söylemlerine karşılık geçtiğimiz günlerde Suriye'deki Esad güçlerine karşı büyük bir saldırı gerçekleştiren Daesh Esad'a ait 28 milisi yok ederken hala bölgedeki mevcudiyetini gösteriyor.

Amerikan Genel Sekreteri Blinken bugünkü şartlarda Israel'in Golan tepelerinden çekilmesinin mümkün olmadığını söylemiş.

Zaten tersini iddia edenler içten içe Yahudi Devletinin yok olmasını arzu eden düşmanlardır.  Ya da bölgenin coğrafi ve politik yapısı üzerine en ufak bir fikri olmayanlardır..

Ancak dış düşmanlarla mücadele, içeride insanların birbirlerine hiç olmadıkları kadar muhalif olmalarından daha zor değil.

Bir insanı içerden çökerten sağlık sorunu gibi, bir ülkenin de en büyük sorunu içeride halledemediği problemlerdir.

Kişisel hesapların aleti olan politik çekişmeler, sağın ve solun uzlaşmadan uzak tutumları, ultra-ortodoks partilere verilen ödünler vs..

Halkın genel olarak Bibi taraftarları ve Bibi düşmanları olarak  ikiye ayrılmış olmalarıysa ülkenin bugün yaşadığı en baş problem!!

Bir tarafta, Bibi'ye aşık olanlar grubu bulunuyor diğer tarafta ise doğrularını bile görmeyi kabul etmeyen, Bibi'ye sonuna kadar karşı bir kesim var.

İki taraf hiç olmadığı kadar birbirlerine düşmanlaşıyorlar.

Birileri diğerlerine geri zekalı gözüyle bakarken , Bibi taraftarları diğerlerini ülkeyi istemediği bir yola doğru sürüklemek, halkın özgür seçimini hiçe saymakla suçluyorlar.

İki tarafın görmediği şey yüzde yüz doğru olan hiç bir şeyin olmadığıdır!!

Sol, Netanyahu'nun duruşmaları bitmeden istifasını istiyor.

Halbuki Israel yasalarına göre, kendine karşı suç duyurusunda bulunulan Başbakan suçu ispatlanana kadar görevine devam edebilir.  Yani yasalara göre Netanyahu kanun dışı bir şey yapmıyor.

Netanyahu'nun hakkında suç duyurusu olması kimseye onu, suçu teyid edilmeden cezalandırmak hakkını vermiyor . Buna media dahildir!

Daha yargısı yeni başlayan Başbakanı , seçimlerle gönderemeyen Sol Media başbakanı yargısız infaz ederek politik kariyerini sonlandırmak için savaşıyor.

Ancak bazen bir şeye karşı çok savaşırsanız gözü kör bir savaş meyve de vermez.

Başbakanın yenlışlarını söylerken başarılı olduğu yerde de doğruları konuşmaktan çekinmeseler halbuki, insanlar media'ya daha çok inanacaklar daha çok güvenecekler.

Netanyahu'ya azalan güvenin yanında media'ya karşı oluşan güvensizlikte daha az değil.

Çünkü media  tek yönlü bir saldırı içinde. Bu da onların istedikleri neticeyi almalarına fayda sağlamıyor. Netanyahu'yla yaşanan Korona Krizine rağmen, sağa karşı sol kuvvetleneceğine sol sürekli oy kaybına uğruyor.

Sadece ülkedeki kimi ekstrem sol taraftarlar son bir buçuk senedir meydanlarda daha fazla Corona bulaştıran  gruplar içinde yerlerini alarak insanları bir kez daha kızdırmaktan öteye gitmiyorlar

İşin ilginç tarafı  Anayasa Mahkemesi, bunca zaman hala Netanyahu'ya karşı hazırlanan suç dosyalarını hala tam olarak toparlayamadı.

Geçmişte, seçimden çıkacak sonuç ne olursa olsun Bibi'yle oturmayacağını söyleyip yine de Bibi'yle bir şekilde el sıkışanlar bu seçimden en büyük kayıpla çıkacaklardır.

Tek sloganları Bibi'ye karşı olmaktan öteye gidemeyenler  oy toplamakta zorlanacaklardır.

Önemli olan Bibi'yi istememek değil.

Onu anladik. Sorun zaten bu değil..

Önemli olan ülkenin sorunlarına çözümler getirmek.

Önemli olan bizi bulunduğumuz bu çıkmazdan çıkaracak, yepyeni bir lider yaratmaktır!!

Lütfen varsa getirin onu...

Sağ ya da Sol farketmez!!!!

Yoksa hiç bir şey değişmeyecek!


Batya R. GALANTI