16 Mart 2020 Pazartesi

                               
         Otist bir çocukla Korona günleri!



Dün sabah oğlumun saat yedide yanıma gelmesiyle uyandım. Aslında en az iki saat evvel  gördüğüm rüyanın etkisiyle gözlerimi çoktan açmıştım. Fakat evde durmak zorunda kaldığımız şu son günlerde yataktan çok erken kalkmak işime gelmiyor.

Son bir haftada adeta bir anda hayatımızın şekli değişiverdi. Ortaya çıkan bir virüs kimsenin aklının kenarından geçmeyecek kadar karıştırdı herkesin yaşamını.... Benimse bu son günlerin karmaşası rüyalarıma bile yansımış. Engelleri aşıyordum uykumda, annemle beraber.. Bu virüs ortaya çıktığından beri en çok endişelendiğim kişilerden biri de doğal olarak annem.

Neyse, parçalı bulutlu bir uykunun ortasında yanıma gelen oğlum sabahın yedisinde aşağıya inecem diyor bana. Gal, bu saatte ne yapacaksın aşağıda.. Sallanıcam..

Gal 15 yaşını geçti ve uzun senelerden sonra ilk kez bu son altı aydır korkularını yenerek kendi başına biraz olsun dışarı çıkmayı öğrendi. Çok geç kazandığı özgürlüğü onun için çok değerli. Sekiz dokuz yaşlarında yapması gereken şeyleri o şimdi yapıyor. Aşağı inip salıncaklarda sallanmak istiyor. O koca bir çanak gibi büyük salıncağın içine güzelce yerleşerek ileri geri sallanırken yattığı yerden bir yandan gökyüzünü seyrediyor. Hayallerinde neler olduğunu sadece o biliyor.  Aslında bazen ben bile hala salıncakta onunla sallanırım. Midem bulanana kadar.. Sonra kalkarım.. Hemen evimizin arkasında var bir oyun bahçesi, bir tane de on tarafta..

Gal'e  bugünlerde bahçede sallanmak çok akıllı bir iş değil desem de kime konuşuyorum ki ben. Oflanıp puflanmaya başlıyor hemen. Ama sen işitmedin mi bu virüs yüzünden dikkatli olmak lazım değil mi?  Daha cümlemin ortasında bana oooooo yapıyor . Krize girdi girecek saniyeler içinde biliyorum. Gal, Alcogel'i yanına al lütfen, ellerini ağzına koyma ve  sallandıktan sonra ellerini sil. Uyarılarımın ne değeri var bilmiyorum.. Neyse dün akşam ilk kez televizyon'da oyun alanları üzerine  resmi ağızlardan yapılan uyarıları duyunca Gal bugün artık salıncak lafını ağzına almadı.


Evde saplanıp kaldığımız daha ilk günler bunlar. Otist bir çocukla bu iş nasıl olacak bilinmez? Bir yandan sağlığımızı korumayı başarmak ( ? )  diğer tarafta oğlumun bu kesin hapsi kabullenmesini sağlayarak en az rahatsızlıkla zamanı doğru değerlendirmeyi becererek ruh sağlığımıza en az zararla işin içinden çıkabilmek .  .

Gal'in alıştığı tüm programı allak bullak oldu. Herkes gibi. . Dışarı çıkmak yok, insan yok, kimi terapiler, toplantılar, restoranlar ve geziler hepsine bilinmeyen bir tarihe kadar ara vermek ..... Aslında işin , viral yönü onu çok ilgilendirdiğinden değil. Virüsmüş, hastalıkmış, onu ne kadar endişenlendiriyor bilmiyorum. Onu esas meşgul eden şey yapmaya alışkın olup ta yapamadıkları sanırım. Girdiği stresse ister istemez benden kaynaklanan ya da etraftan yansıyan stresin etkileri ekleniyor. Haberlere ara vermeye gayret ediyorum. Kendim için ve onun için.. Onu bunu yapamazsın  elini sil, dikkat et demekten ben yoruldum o ise bir kaç kez ağlama krizine girdi..

Bu çocuklar, ya da daha doğrusu otist  insanlar çoğu zaman  çevrelerindekileri ilgilendiren bir durum ya da olayın  kendisiyle pek meşgul değillerdir. Hayatın içinde onları ilgilendiren bambaşka detaylar vardır her zaman. Onların kendi obsesif alışkanlıkları ve ilgi alanları gibi..  Başkalarının ilgilenmedikleridir bunlar hep  Onların önem verdikleri olayın kendisi değil içindeki bir detaydır sadece.

Korona krizi devam ederken de Gal kendi günlük monotonisinin bir an için ortadan kalkmış olmasından huzursuz .

Dünya ters düz olsa da Gal gibi çocuklar aynı noktadan baktıkları resimde hep aynı şeyi görürler.

Bu günlerde geçecek. Ve gelecek nesiller tarih kitaplarında okuyacaklar 21. yüzyılda yaşadığımız bu salgını da . Bilgisayar çağına girmiş olan sözümona gelişmiş insanlığın bir anda bir virüs yüzünden düştüğü çaresizliği yazacak kitaplar.. Bilgisayar Çağı ya da Ortaçağ da olsa galiba farketmiyor. Günümüz dünyası  aynen çok eskilerde olduğu gibi hala doğanın karşısında aciz kalıyor. Taa ki büyük çabalardan sonra birileri en sonunda çıkıp bir buçuk sene sonra insanlığı kurtaracak aşıyı  hizmete sunana dek.  Biz çaresizler grubu ise elimiz kolumuz bağlı, emirleri yerine getirip kendimizi korumaya çalışmaktan başka bir şey yapamıyoruz.

Yeniden,  yakınlarım, sevdiklerim, sonra tüm insanlık için bugünlerin bir an önce bitmesini diliyorum..




Batya R. Galanti

12 Mart 2020 Perşembe




                           2020'nin böyle geleceğini bilseydik hiç girmezdik!



Dün akşam oğluma, Benimle geliyormusun , ben Super-Pharm'a gidiyorum dedim.. Oğlum; "Ne yapacağız Anne? .. Bir kaç alacak şeyim var, hem yürümüş oluruz beraber. Peki bekle geliyorum!!

Bir arkadaşımla telefondaki konuşmamızda bana koca bir liste saydı . Almamız gereken vitaminlerin listesiymiş. Benim de aklımdaydı kaç gündür de bu kadar detaylı bir listeyse düşünmemiştim hiç.

Savunma sitemimizi güçlendirmemiz önemliymiş efendim.

Aklıma geçenlerde okuduğum bir yazı geldi. Dışarıdan alınan vitaminlerin tek faydası bunları satanları zenginleştirmekmiş diyordu.

Peki bu durumda alsak gerçekten fayda eder mi? En azından zararı olmaz sanırım.

Ağbimse son senelerde iyice hipokondrikleşenlerden. Ona bakarsam tam panik!!

Ben genelde doğru beslenmeye çalışanlardanımdır ama bu ara inadına iştahım kesildi nedense...


Yola çıktık oğlumla.. Her yer sanki daha bir boş! Bir kaç gündür Corona etkisi Israel'de iyice hissedilemeye başlandı. Anlamadığım, her muhtemel grubu karantinaya sokmalarının dışında Israel'de bugüne dek, hiç bir özel önlem görmedim.  İnsanlar şu ana kadar çok rahat davrandılar. Sanki Çin'de İtalya'da , ya da İran'da bulunan virüs'ü uçuşları durdurarak ve yurt dışından her geleni karantinaya sokarak durdurabileceklerini zannettiler . Sadece bir merkezi Korona hastaları için hazırladılar . Hastanelerdeyse ayrı bölümler hazırlanıyor deniyor.  Bunlar tabii ki çok önemli. .Umarim yeterlidir. Ama hiç bir yeri dezenfekte ettiklerini  falan görmedim. Kimsenin ateşini ölçtüklerini de görmedim bugüne dek. Otobüslerde, trenlerde her şey aynıydı düne dek.

Devletlerin aslında bu tip bir salgına daha bir hazırlıklı olmaları gerekirdi sanki. Şu an en gelişmiş ülkelerde bile ortaya çıkan kaos bence sadece  bugünü düşünerek yaşama eğiliminde olan biz insanların başımıza bir anda gelenlere hazırlıksız yakalanmamızdandır. Sanki hiç başımıza gelmeyecekmiş gibi , olasılıklara hazırlanmayı bilmiyoruz. Halbuki,  Sars, Mers ve tuhaf tuhaf bir sürü virüsler görülmüş son senelerde. Bilim adamları olasılıkları düşünerek , gerekli çalışmalar yapıp hiç rapor hazırlamazlar mı acaba? Böylesi bir salgının yeniden ve hangi sıklıkta ve nerelerde ortaya çıkabileceğini araştıran bilim adamları var herhalde. Ama sanırım büyük adamlar başka şeylerle daha bir meşguller. Dünyayı kendi menfaatlerince evirip çevirmekle meşgul olanlar, çıkar  politikalarıyla..silah satımları, savaşlar, başka endüstri alanları, ceplere giren tonlarca paracıklarla meşgul olanlar! İşte hayat bu diyoruz!!!  Şimdi, Almanya'da Fransa'da, Amerika'da korkulan şey Sağlık Sistemlerinin bir anda yayılan bu pandemiyi kaldıramaması. Korku buradan kaynaklanıyor. Virüs  çok çabuk yayılıyor. Ölüm oranı aslında çok yüksek değil , yüzde üç kadar ancak yapışma oranı çok yüksek ve bu yüzden bir anda çok insanın hastanelik olma durumu söz konusu.. Dünya'da böylesi büyük bir salgını sarsılmadan kaldırabilecek bir sağlık sistemi şimdilik pek yok gibi görünüyor. Tüm panik te bundan. Bugün parlementerlerin kendileri de hastalandıkça belki bir dahaki sefere daha hazırlıklı olmak için bir şeyler yapmayı düşüneceklerdir.

Ya biz küçük insanlar ne yapacağız? Hiç! Elimizden dua etmekten başka bir şey gelmiyor!

Neyse arada Super-Pharm'a girdim. ..Etrafıma bakınırken, oğlum ;"Anne niye buradayız? karar ver ne yapacağına diyor.  Ona daha önce söylediysem de neden orada olduğumuzu. Gal sabırsız ya hep. O yine sorar bana. Bir daha. Bekle biraz Gal! Ben biraz sıkıntıdayım, etraf o kadar boş ki, İnsan tedirgin oluyor acaba hata mı yaptım buralara geldiğime baksana her yer boş! Neyse  olacağına varır!  Eczane bölümü için numara aldım, ( olmayan )  kuyruğa gireyim diye. En iyisi yetkili kişiye sormak, virüs için hangi vitaminleri önerebileceğini. Arkamda bir adam gördüm, smartphonuyla meşgul. Sırada olup olmadığını sordum.. Gülümsedi. Yok, ben karımın satın alınacaklar listesine bakıyorum  diyor Neler lazım..Hahaha ! bak o önemli dedim, sonra dayak yemiyesin ! Adam, Doğru dedi, Bana kalsa farketmnezdi  ama o tek tek yazdı.. Biz kadınlar daha bir temkinliyiz sanki. Son günlerde evin hijyen bekçiliğini üstlenmemden biliyorum. Benim eşimse çok rahat..Hatta çıldırtma seviyesinde bir rahatlık bu. (her konuda olduğu gibi hahaha )  Ona dedim; sen hasta olmak istiyor olabilirsin ama ben olmamak için elimden geleni yapmayı tercih ederim diyorum ve ellerine gerektiği yerde hemen gel koyuyorum. Hep hatırlatıyorum aileme. Sokakta daha çok..Kim normalde bu kadar titiz olabilir ki?? Delilik bu!! Mümkün değil böyle yaşamak!! Bunun bizim normal hayatımız olmadığı kesin..Ancak bugünler geçene kadar bu anormal duruma adapte olmamız şart!

Sonunda sabırsızlanınca normal raflarda kendi kendime vitaminlere bakmaya karar verdim. Oğlumsa, Anne biraz evvel daha burada değilmiydik. diye sordu. Onu bazen pek duymamayı öğrendim, çünkü Gal devamlı bir şeyler söyler ve aynı soruları yeniden ve yeniden sorar.  Ama cevap vermeden  duramadım. Gal, izin verirsen bir şey arıyorum. Neyse bin çeşit vitamin alamam şimdi. Centrum neyimize yetmez bizim! Multi vitamin işte!!!

Çıktık, eve yürüyoruz,  hava harika! Gal, iyi ki çiktik değil mi.. Biraz hava almak iyi gelir hep!

Senenin en güzel zamanı şimdi. Yavaş yavaş açan çiçeklerle beraber bahar kokusu başlar yakında. Yasemin kokusuysa hepsini bastırıverir. Yol boyu dalga dalga esen rüzgarla burnunuza gelen o güzel koku hayatın yaşanır olduğunu hatırlatır yeniden her adımda. Ağaçlar tomurcuklanmaya günler yavaş yavaş uzamaya başladı, güneş yeniden biraz daha yukarıdan bakıyor bize son günlerde. Havalar da biraz ısındı . Korona da sıcakla biter demişlerdi ilk günler. Şimdilik onu da bilmiyoruz. En büyük profesörlerin bile bu virüs hakkında  fazla bir şey bilmedikleri bilinen başka bir gerçek.

Bugün Purim ve normal şartlarda Purim tam bir karnavaldır Israel'de. Avrupa'da da karnavallar , festivaller zamanı yine.. Birazdan önümüzde önemli bayramları karşılamaya doğru gidiyoruz halbuki. Pesahı, Paskalyayı bekliyoruz kutlamak için.. Bu vesileyle bir çok faaliyetler olurdu şimdi tüm dünyada . Ama hepsi iptal.. Tadını kaçırdı herşeyin bu virüs.

Dün Israel'deki hasta sayısında birden öyle bir yükseliş oldu ki bir gün evvel 1000 kişiye kadar izin verilen toplantılar bugün sadece yüz kişiye indirildi. Çoğu insan evinde. Bir çok şirket çalışanlarına evden çalışma talimatı verdi.. Bence bugün okullar da açılmamalıydı. Ve eminim ileriki günlerde kapatılacaklardır yeniden..

Seçimlerden de bir şey çıkmadı zaten. Böyle olacağı belliydi. Geçici bir Hükümetle bu iş daha ne kadar gidecek? Hele böylesi Acil bir durum zamanında?!!

 Komplo teorileriyse yine gündemdeler.. Önce olay Çin'deydi. O zaman bunun Amerika'nın Çin'e karşı yürüttüğü ekonomik savaşın içinden çıkmış bir gizli saldırı diyenler oldu.. Şimdilik bu virüs'ün getirebileceği tek olumlu şey ; İran'da Molla  rejiminin  düşmesi olabilir! Rejimin ileri gelenleri  tek tek hastalanırken benim de aklıma bir an komplo teorileri gelmiyor değil hahaha!

Şaka bir yana, dünyanın dengesini bozduk. Tek bildiğim bu .Çıkan kimi yazıları okuyunca anlıyorum ki Uzakdoğu'dan dünyaya yayılan bu virüs'ün sebeplerini araştırınca, bu son salgın yarasaları yemelerinin çok ötesinde şeylerden kaynaklanıyor gibi. Sorun keşke sadece ne yedikleriyle ilgili olsaydı. Yedirtmezlerdi ve o zaman belki biterdi. Sorun daha karmaşık .. Dünya nüfusunun yüzde altmışını taşıyan Uzakdoğu'da devam eden şehirleşme çabalarıyla yok edilen ormanlarla ilgili bir durummuş bu. Artan nüfusla birlikte yok edilen ormanlarda yaşayan Yabani, yırtıcı hayvanlar doğal ortamlarını kaybettikçe insanların yaşam alanlarına girmeye başlamışlar. Yaban hayvanlarının insanla iç içe yaşayan evcil hayvanlarla iletişimleri arttıkça sonunda bu hayvanlardan insanlara daha önce bilmediğimiz türden  ölümcül virüsler taşınıyor . Ve eğer Amerikan ve Avrupalı , politikacılar, çevre bilimciler,  bilim adamları  Uzakdoğu'daki rejimlerle ve bilim insanlarıyla birlikte, ortak çalışmalarla , ormanların yok edilmesine bir son vermek için bir çevre programı hazırlamazlar ve nüfus artışıyla gelen sorunlara çözümler bulmazlarsa bu tip salgınlar insanlığın  karşısına sık sık çıkacakmış deniyor!!


Şimdilik durum bu!  2020'nin böyle geleceğini bilseydik hiç girmezdik yaw :) !!




Batya R. Galanti

1 Mart 2020 Pazar



             

              Kimin anne baba olması ya da olmaması gerektiğine neye göre karar veriyoruz?




Çocuklarım daha çok küçükken kulüp'te bir günü hatırlıyorum.. Bir hafta sonu idi. Oğlum ve Danielle yanımdaki küçük çocuk havuzunda beraber oynarlarken benim elimde kitap uzaktan uzağa onları gözetliyordum. Böyle yerlere kitapla gitmek benim gibiler için aslında elalem alışverişte görsün gibi bir şeydir. Genelde bir iki satır bir şey okuduktan sonra, çocuklarım ya da etrafımda olan biten şeyler beni yeterince meşgul etmeye başladığından kitap filan okuyamam . Yine işte öyle anlardan biriydi bu da. Bir taraftan aklım çocuklardayken diğer taraftan Cuma günü olmasının getirdiği rahatlıkla kulübü daha bir doldurmuş olan insanları izliyordum.  Israel'in kavurucu güneşinden kaçmak adına bulduğum  şemsiyenin altında hala daha yeterince rahatsız eden  boğucu sıcakla beraber etrafımda olan bitenleri gözlemlemeğe devam ediyordum. Geniş bahçenin yeşil alanının her tarafına ekilmiş palmiye ağaçlarının bir an için esinti vermesi bile birazıcık rahatlatır gibiydi... Öylesine bakınmaya devam ederken çimlerdeki şezlonglarda oturan insanların arasında  biraz ötede, iki üç yaşlarında bir çocuğa gözüm takıldı. Sevimli, yüzü kocaman bir gülüşle aydınlanmış ufaklık elindeki topu karşısında duran genç adama doğru fırlatırken çok keyifli görünüyordu.. Aba!! (Baba ) tut!!  diye seslenirken , babası ona  topu nasıl daha hızlı atabileceğini anlatıyordu. Şöyle yap böyle yap diye komutlar veriyordu gülümseyerek.. Havuzda durduğum saatler boyunca adam oğluyla hiç durmadan oynadı o gün, bense içimden ne iyi bir baba diye düşündüm . Tabii ki hayatımda çocuğuyla oynayan bir babayı ilk kez görmüyordum. Ama işte ne bileyim ikisi de çok sevimliydiler...

Ertesi gün , Cumartesi..aynı noktada yine yerimizi bulmuştuk. Ben Gal'in can simidini şişirmeye çalışırken Danielle etrafımda dönüp duruyor sorular soruyordu. Ve benim gözüme bir gün evvelki küçük çocuk ilişti yine. Çocuk bu defa havuzun içindeydi.. Yanında bu kez başka bir adam vardı ... Bu genç adam da çocuğa suda sıkı sıkı sarılmışken devamlı yanaklarını koklayıp onu öpüp duruyordu. Ne kadar çok sevgi vardı aralarında..  Ve çocuk bu adama da Aba diyordu.. Sonuçta çocuğun iki babası vardı.

Ben çocukken bildiğim tek bir aile yapısı vardı. Anne, baba ve çocuk! Roller belliydi..Başka bir şey tanımazdık .

Halbuki Homoseksüellik, insanoğlunun varoluşundan bugüne olan bir şeydi hep. Geçmişte , yani bundan çok kısa bir zaman öncesine kadar eşcinsel kişiler kendilerini toplumdan gizlemek zorundaydılar. Eşcinsellik toplumun dayattığı en büyük tabulardan bir tanesiydi. Eşcinsel insanlar evlenmediklerinde ya da kendilerine eş seçmediklerinde arkalarından çok şey söylenirdi ve bu kişiler genelde gerçek cinsel eğilimlerini ortaya çıkarmaktan çekinen zavallı insanlar olarak sessiz, içlerine dönük ve çoğu zaman gizli saklı mutsuz bir hayat sürerlerdi. Kimi yerde, kimi toplumlarda ve çoğu müslüman ülkelerde eşcinseller hala daha kimliklerini saklamak zorundadırlar.  Çünkü bugüne dek heteroseksüel olan çoğu insanı  aynı cinsten insanların birbirlerine sarılmaları, sevişmeleri ve aşk yaşıyor olmaları rahatsız edebiliyor.

Geçtiğimiz haftalarda birlikte ortak bir yaşam süren iki bayanın evine yemeğe davetliydik. Kardeşleriyle birlikte verdikleri yemeğe bizi de çağıran yakınlarımız bunlar. Hafif bir haftasonu akşamı yemeğiydi bu.

Evlerine ilk kez gittiğimiz için, kısa bir arayıştan sonra bulduğumuz apartman ve neredeyse yanlış bir dairenin kapısını vurmak girişimimizden sonra ( numarayı hatırlamayınca bir an)  sonunda bulduğumuz doğru adrese vardığımızda  elimizde içini çikolatalarla doldurduğumuz renkli, seramikten yapılmış bir kap olan küçük hediyemiz ve kırmızı bir şişe şarapla birlikte zile vurduğumuzda  bize kapıyı açan küçük canavar daha bir şey söylememize fırsat vermeden anında ortalıktan kaybolmuştu. İki anne o an mutfakta son hazırlıkları yapıyorlardı. Ailenin davetli olan diğer üyeleri ve küçük kabileye son zamanlarda katılmış olan şirin yavru bir köpekle birlikte  insanı karşılayan  sıcak bir yuva ortamıydı bu! Salondaki kanapeyi doldurmuş diğer aile bireyleri hep bir ağızdan bize merhaba derken  oturacak pek yer olmadığını farkettim. . Israel'de insanlar çok rahattırlar. Dışarıdan biri geldi diye kimse sizi karşılamak için strese girmez genelde. . Kendi kendinize bir yer bulup , kendinizi o ana adapte edersiniz. Aile dostumuz bir iki dakika sonra yanımıza gelerek bizi candan bir şekilde kucakladıktan sonra iki yaramaz oğlan çocuğunu kanapede işgal ettikleri yerden hafifçe itiştirerek (!!) açtığım yere oturdum. Aynı şekilde eşim de! ..  . Yemek başlamadan etrafta dönen hafif muhabbete katılmak yerine benim gözlerim çocukları takipteydi. İki kardeş arasında  aşağı yukarı bir yaş fark varmış.   Yaklaşık 10 senedir ortak bir hayat sürdüren bu iki bayanın çocukları sekiz ve dokuz yaşlarındalar. Aynı babanın sperminden her birinin ayrı dünyaya getirdiği, yani babadan biolojik olarak gerçekten kardeş olan iki çocuğu büyüten iki bayan. Israel'de sperm bankası yoluyla dünyaya gelen bir çok çocuktan sadece ikisi.

Bugün eşcinselliği kabul etmenin zorunlu olduğuna ne kadar inansam da yine de aklımdan geçen çok klasik sorulara engel olamıyorum. Çocuklarla iki anne arasındaki günlük hayatı sorguluyor kafam. Bir taraftan iki kadının karşılıklı dayanışmasını izliyorum. Aralarında büyük bir uyum olduğu açık. Biri konuşurken diğeri ona saygı duyuyor.. Her biri belli ki  kendi sorumluluğunu üstlenmiş, üzerine düşeni yapıyor..Tam bir ortak yaşam.


Çocuklar her ailede büyüyen çocuklar gibiler. Hala eğitmekle uğraştıkları köpeğe komutlar verip bize köpeğin marifetlerini gösteriyor bir tanesi..

Birden aklıma geliyor, acaba bu iki kadın da normal çiftler gibi  çift kişilik yatakta mı yatıyorlar diye. Kendi kendime cevap veriyorum. Ne bekliyorsun peki?!!! Aynı cinsten iki kişi arasında oluşan yakınlığı, sevgiyi anlıyorum. Onların da herkes gibi sevilmeye olan ihtiyaçlarını da kesinlikle kabul ediyor ve buna saygı duyuyorum. Sıra çocuk sahibi olmaya geldiğindeyse yine de kafamda bir sürü tabu var benim de. Onları atmaya çalışşam da bu tip şeylere yeteri derecede alışkın olmadığımı farkediyorum. Bir taraftan onlara haksızlık ediyorum diyorum diğer taraftansa çocukların iki aynı cins yerine , iki farklı cinsten kişilerin örnek rolleriyle büyütülmelerinin temel bir aile kuralı olduğunu düşünmeden yapamıyorum. Eğer bir erkek çocuğu bir baba örneği olan bir aile yapısı içinde  büyümezse bunun getireceği sonuçlar nedir?  diye aklıma takılıyor. Ya da bir kız çocuğunun sadece iki anne modeliyle yetiştirilmesi ya da tersi.. Freud'un getirdiği teoriler aklıma geliyor. Oedipus kompleksi ve bir sürü şey. Sağlıklı olan nedir? Psikolojik tanımlamalar , psikiatrinin ortaya attığı iddialar. Doğrusu nedir?

Yüzyıllar boyu bir nesilden diğerine kocaman bir tarih yazdı insanoğlu.. İlk çağlardan taa 19. yüzyıl Endüstrileşme sürecine ve..bugün yaşadığımız Bilgisayar  Çağına dek insanlığı düşünüyorum ... Kitaplara sığmayan sayısız savaşları, Ortaçağ Engizisyonunu, İ. Dünya Savaşını , II. Cihan Harbini yaşayan insanlığın elinden çıkan tarihi düşünüyorum. .Bugüne dek yazılan tarihi inceden inceye okursa insan görür ki içinde iyilikten , dayanışmadan, sağlıklı toplumlardan çok karmaşalar, toplumsal çekişmeler,  katliamlar, işkenceler ve büyük günahlar bulur. O çok şey emreden din kitaplarının sözümona sevgi sözlerine karşı yeryüzünde bugüne dek en çok nefret yaşanmış..


Bugüne kadar  ahlaki değerlerden bahsederken bir tarafta doğru düzgün toplumlar yaratmak için yasalar ve kurallar koymaya çalışan ama özündeki çıkarcı zihniyete hep yenik düşen insanın oluşturduğu toplumların temeline bakıyorum.. Çıkış noktası olan en küçük topluma: İnsanın temeline   Yani " Aile!" aklıma geliyor benim.

Bugüne dek bize çizilen doğruların , öğretilerin ilk okulu olan aile..

Aile kavramı şimdiye kadar bu kadar doğru idiyse eğer o zaman neden insanlık bu kadar çok günah işledi peki?

Anne ya da baba olmak isteyen her insanın sorgusuz soruşturmasız bu isteğine kavuşmasının mümkün olduğuna baktığımda, yeryüzündeki  toplumların neden bu derece problemli olduklarını anlayabiliyorum. ( Kısmen!!)

Her mesleğin bir okulu olduğunu biliriz. Hangi işi icraa etmek istiyorsanız mutlaka belli bir testten ya da testlerden geçmeniz gerektiği malumdur.

Ya peki anne ya da baba olmak için sizi imtihana sokan biri var mı? Böyle bir ülke var mı?

Hayır! Eşcinselliğe karşı çıktık tarih boyu.. Onların çocukları olması tuhaf geliyor bize.

Peki kişilik bozukluğu olan insanların kurdukları ailelere ne demeli? Narsist anne babaların elinde büyüyen zavallı çocuklara??  Ya acımasız , sadist ebeveynler tarafından yetiştirilen insanların yıkılan dünyalarını hiç düşündük mü? Kendi isteklerini, kendi inandıkları kuralları eşlerine çocuklarına kaba kuvvetle empoze etmeye çalışan babaların yaşattığı cehennem için ne demeli ? Ya kendi çocuklarını taciz edenlerin bulunduğu bir toplum daha mı iyidir?

Kimse bu tip insanlar anne ya da baba olmadan onları herhangi bir testten geçirmeyi düşünmedi .

Kimse anne baba adaylarını yetiştirmek için zorunlu okullar koymayı da düşünmedi..

Bugüne dek akli dengeleri normal olmayan insanlar  anne baba olmaya devam ediyorlar.  Sadece gerekli merciilere yansıyan bir durum olduğunda devlet bu çocukları kurtarmak adına devreye giriyor. O da tabii dünyanın sayılı ülkelerinde oluyor çoğu zaman. Ancak gözden kaçan o kadar çok çocuk var ki..

Tüm bunları düşündüğümde kendi kendime soruyorum, çocuklarını sevgiyle, anlayışla büyüten bir eşcinselin mi yoksa her gün çocuğuna kaldırdığı elini durduramayan bir heteroseksüelin ebeveynliği mi  daha doğrudur??




Batya R. Galanti

25 Şubat 2020 Salı

           




              Her önümüze çıkan canlıyı yemek o kadar akıllıca olmayabiliyor!



Yahudilikte Kaşrut kuralları diye bir şey vardır. Kaşrut , Yahudi dininde Tora'daki ilgili bölümler temel alınarak, doğadaki hangi hayvanları, hangi canlıları yiyebileceğimizi , neleri nasıl tüketmemiz gerektiğini belirleyen kurallar bütünüdür.

Hayatımızın her alanında neyi nasıl yapmamız gerektiğini emreden bir kitabımız vardır bizim. Tora kimi yerde bir tarih kitabı, kimi yerde, içeriğinde yaşam hakkında fikirler veren derin bir felsefik eser gibidir , kimi yerde sizi gizem dolu bir dünyanın içine çeken mistisizmle doludur,  kimi yerde yaşamımızın her alanını baştan sona belirleyen bir kurallar bütünüdür.. Bu kurallar sizin  giyiminizi, yaşam biçimizini , her şeyinizi kapsar. Eğer bir Yahudi dindar olduğundan bahsediyorsa bu demektir ki bu kişi sabah yatağından attığı ilk adımından itibaren her şeyi Tora'daki kurallara göre yapması gerekiyor olmalıdır. Bu anlamda , tüm dinlerin içinde sizden en fazla beklentisi olan, uygulamada sizi en çok kısıtlayacak ve feragat bekleyecek din Yahudiliktir. Dindar bir  Yahudi hayatının tümünü tamamen inancına göre yaşar. Ve eğer buna hazır değilseniz , bu şekilde bir hayat sürdüren biriyle yaşamınızı sürdürebilmeniz imkansızdır.

Bu kurallar sadece direk Tora'da oldukları gibi kalsalar yine iyidir. Binlerce yıllık bu kitabı zaman içinde yorumlayan belli başlı din büyükleri ve bugün hala daha ona kendilerince anlamlar eklemeye devam eden kimi Rabbi'ler ( Hahamlar ) kendilerini izleyen kitlelerle birlikte her biri bir diğerinden ayrı uygulamalarla ortaya çıkabiliyorlar.

Eğer Kaşrut kurallarına dönersem..

Çocukken dinden uzak denebilecek bir ailede yetiştiğim için kaşrut'la yakından uzaktan bir ilgim yoktu . Domuz eti dışında ( ki Müslüman bir ülkede büyüdüğüm için domuz eti öyle her yerde satılmadığından. karşımıza pek çıkmazdı zaten)  her şeyi  yer ve içerdim. Sütlü ve etliyi ayırmak, karides, yengeç gibi deniz ürünlerine el sürmemek gibi endişelerim yoktu.  Kaşruta bakan bazı arkadaşlarım vardı. Ve o zamanlar benim gözümde bu insanlar çok dindardılar.. Taa Israel'e gelene kadar. Israel'deyse, etli ve sütlüyü ayırmanın neredeyse dindarlıkla ilgisi olmadığını gördüm . Kaşrut belli bir yere kadar  bu ülkede hiç dindar olmayanlar arasında bile yerleşmiş  bir  alışkanlıktır,( Bunun yanında bu kurallara bakmayan insanlar da çoktur ) Öyle çok incesine bakılan şekliyle değilse de çoğu insan burada etliyle sütlüyü beraber yemez.

Kaşrut'un koyduğu kuralların sebeplerini soruşturunca bu kuralların mantıklı açıklamaları olduğunu gördüm. Yasak olan etlerin insan için sağlıklı olmaması gibi ya da  deniz ürünlerinde bulunan yüksek miktardaki metallerin zamanla insan sağlığına verebilecekleri zararlar gibi.  Geçmişte bir Fransız dergisinde tesadüfen Yahudi olmayan bir doktorun kaşrutla ilgisi olmayan tıbbi açıklamasında da doktorun  etli ile sütlü  şeylerin bir arada yenmesini tavsiye etmediği  yazıyı da hatırlırlarım.. Bunun yanında istedikleri gibi beslenip te hiç bir problem yaşamayan insanlar doludur,  Avrupa'da ve tüm dünya'da!  ( Buna kısmen ben de dahilim ) Benimse aklımı meşgul eden şey , etle sütlünün birlikte yenip yenmemesi  değil.. Ben bizdeki bu yasağın bir kaç adım öteye taşınıp çatal, bıçakların, tabakların ayrılması..ayrı lavabolar ve ayrı mutfak setlerine kadar varan ekstrem yasaklara bir anlam vermeye çalışıyorum. İşte, iş buraya vardığında mantıklı bir cevap bulamıyorum.. Neredeyse 3000 yıl evveline dayanan kimi kuralların üzerlerine zamanla eklenenlerle birlikte kimi insanların din adına hayatlarını  zorlaştırdıklarını görüyorum.


Çin'de çıkan virüs!

Geçtiğimiz haftalarda Çin'in Hubei eyaletinin başkenti olan Wuhan şehrinde bir salgın ortaya çıktı. Geçmişte de duyulmuş Sars virüsü benzeri bir virüs yine. Ölümcül olabilen ve medya'ya yansıyan görüntülere bakınca korkutan bir salgın. Aslında bir çeşit grip bu da. Ancak önceden tanınmadığı için aşısı olmayan  yeni bir Coronavirüsü bu. Günler geçtikçe Çin'de hayatı durduran salgın yüzünden binlerce belki milyonlarca insan karantinaya alınırken ,  torbaların içinde sokaklarda yerlerde yatan ölüleri gören insanlar bu salgının bir an önce bitmesi için dua etmeye başladılar. Şu anki son duruma bakılırsa Çin'de yapışma oranı hissedilir şekilde azalırken hastalık şimdi başka ülkelere yayılmaya başladı. Yapışma olasılığı  yüksek olan bu virüsten ölenlerin sayısı  normal bir grip salgını gibi yüzde iki ile dört arasındaymış.

Coronavirüs'ün nereden ortaya çıktığıysa ilginç ve düşündürücüdür. Virüs, Hubei'deki  Huanan Su Ürünleri Toptan Satış Pazarı'nda satılan canlı hayvanlardan insanlara geçmiş.

Çin'de ve genel olarak Uzak doğu'da bizim tüketmediğimiz bir çok canlının günlük menülerinin bir parçası olduğu bilinir. Çin, Tayland gibi ülkelerde kedi, köpek, maymun, böcek, solucan yemek çok normal olan şeylerdir. Son Coronavirüs salgını da, Coronavirüs taşıyan " yarasaların yarı çiğ (!) " olarak yenmesi yüzünden insanlara geçmesiyle başlamış deniyor.


Doğa'da yenebilecek hayvanlar vardır ve bir de yemememiz gerekenler! .... Geçenlerde bir arkadaşım birini yerken sorun yoksa diğerini yerken neden sorun olsun?  dedi. O da bir şekilde haklı belki ama kanımca bazı kuralları bazı dinler, ya da toplumlar boşuna koymamış dedirten durumlar bunlar. Sağlığımızı korumak adına! Demek her önümüze çıkan canlıyı tüketmek o kadar akıllıca olmayabiliyor gerçekten.





Batya R. Galanti













20 Şubat 2020 Perşembe

         

                

    

  

 Bu savaşın bir barışla sonlanması yakın bir gelecekte ihtimal olarak görünmüyor!




Geçtiğimiz 11 Şubat Salı Günü Mahmud Abbas ( Abu Mazen ) New York'ta Birleşmiş Milletler'de tüm dünya devletlerine seslendi. Bu seslenişte yanında Trump'ın planının bir özeti olduğunu söylediği kağıtlar ve 1948'de Israel'in kuruluşundan bugüne ortaya konulan paylaşım planlarının çizildiği kimi haritalar da vardı.  Mahmud Abbas barışı çok isteyen ama yenilgiyi kabul etmek zorunda bırakılmış bir lider olarak çıkmıştı bu kez Birlemiş Milletlerin o koca salonundaki delegelerin, büyükelçilerin ve  liderlerin karşısına..

Yıllar evvel Arafat'ın Birleşmiş Milletler'de yaptığı kimi konuşmalar gözümün önündedir. Parkinson hastalığı başlamadan evvelki o militan  ve tehtidkar tavırları... Askeri üniformasını sonuna kadar üzerinden çıkarmayan küçük diktatör, büyük terörist Arafat.. Aslında her yönüyle barış insanı olmadığını  gösteriyordu . ( Anlamak isteyene tabii ) , 1959 yılında Kuwait'te Filistin'in kurtuluşu için örgütlenen El-Fetih yani Fatah Örgütünü kuran kişi. Ve aynı yıllarda onunla birlikte örgütün diğer üç kurucu kişinin arasında Mahmud Abbas ta vardı...

Yıllar boyu farklı şehirlerden farklı ülkelerden örgütü yönetmek zorunda kalan Arafat uzun seneler boyunca Israel'e karşı yürüttüğü terör saldırılarıyla tanınıyordu. Bunlardan bir tanesi de Münich olimpiyatlarında 11 Israelli atletin katledilmesi de vardı..

Arafat geçen zamanla birlikte sadece terör yoluyla bazı şeyleri elde etmesinin mümkün olmadığını anladığı zaman Israel tarafında onunla görüşmeye hazır liderlerle önce gizliden biraraya gelmeye başlamıştı. Bu arada Abu Mazen her zaman ondan sonraki ikinci adamdı..

1993 yılında Oslo Barış Antlaşması Israel Başbakanı Rabin ve PLO örgütü başkanı Yaser Arafat tarafından imzalandığında yine Mahmud Abbas antlaşmaya imza atanlardandı..

Aynı yıllarda ilk kez Fatah , Israel'in varlığını kabul ettiğini bildirerek barış yönünde bir adım atmıştı. Buna paralel olarak Israel, Filistinlilerin Israel'in yanında bir Devlet kurmak haklarını kabul etmişti.

Oslo Antlaşmasının ardından Batı Şeria'nın merkezi olan Ramallah'ta yönetimin başına geçen Arafat Filistin halkınının bağımsızlığını temsil eden lider olarak çoktan sembolleşmişti . Arafat uluslararası arena'da barıştan söz ederken kendi halkına farklı mesajlar vermeğe devam etti.

2000 yılındaki Camp David zirvesinin bir sonuca baglanmadan bitişi sonrası, Ariel Sharon'un Tapınak Tepesi ziyaretiyle başlayan gerginliği, II. bir Intifada'yı başlatmak için fırsat bilen Arafat'ın yanında daha ılımlı bir lider olan Abbas Israel'in karşısında silahlı bir direniş yerine politik çizgide antlaşmaya varmak yanlısı olduğunu gösteriyordu..

2004'te Arafat'ın ölümüyle onun bıraktığı iskemleye oturan Abbas,  Batı Şeria'daki militan kimi gruplara, Hamas ve bir çok ekstrem akımlara karşı kendi liderliğini koruma altına alma çabası onu Israel'le iş birliğine iterken ( özellikle güvenlik konularında ) diğer taraftan  Filistinin haklarını sonuna kadar savunmak için de herşeyi yapmaya hazır olduğunu ispatlamak zorundaydı.

Özellikle 2006-2007 yılları arasında Gazze'deki seçimleri kaybettiği dönemde Hamas'ın buradaki gücü eline geçirmesiyle devam eden çatışmalarda bir sene içinde  600 Filistinlinin ölmesiyle dengelerin İslamcı grubun lehine değiştiği Gazze'den çıkan Abbas'ın denetimi şu an elinde tutmaya devam edebilmesi için  Batı Şeria'da yine Hamas yanlısı ve kimi diğer ekstrem gruplara karşı Israel polisiyle birlikte savaşmaşması gerekmektedir.


Aslında son barış planıyla birlikte Israel ve Amerika'yla tüm ilişkilerini kestiğini söyleyen Abbas hala daha güvenlik konularında Israel askeriyle koordinasyondadır.

Bu şekilde Abbas'ın oynadığı oyun iki taraflıdır. Bir yandan daha ekstrem faksyonlara karşı savaşırken Israele ihtiyaç duyarken ( fikrimce) diğer taraftan halkına Israel'e karşı haklarını savunduğunu göstermek zorundadır. Ve bu yolda aynı Mahmud Abbas'ın Fatah yönetimi yaptığı Israel'e karşı terörü destekleyen açıklamalarına, Anti Israel propagandalara devam ederken kendisine verilen yardım fonlarından terörist ailelere aylık bağlamayı da sürdürmektedir.

2017'de Amerika'nın Yeruşalayim'i Israel'in ebedi başkenti olarak kabul ettiğinden bugüne kopan ilşikileri ve Amerika'dan kendisine ayrılan yardım fonlarının kesilmesi Abbas'ın işine gelmemektedir mutlaka.

Endonezya ve Tunus'un Birleşmiş Milletler Konseyine sunduğu, Trump'ın Planına  karşı gelen bildiriye yeterli desteği sağlamayı başaramadığı halde Abbas 11 Şubat'ta BM. Güvenlik Konseyi'ne bu planı " İsviçre Peyniri"ne benzetirken , Trump'ın sunduğu barışın kabul edilemez olduğunu belirttiği bir konuşma yaptı.

Karşılıklı görüşmelerle karara bağlanan bir barış yerine Filistinlilere empoze edilen ve  egemen bir devlet olmak için gereken hakları onlara vermeyen bir planı kabul etmelerinin mümkün olmadığını söylerken. Amerika'nın bu şekilde Israel'in Batı Şeria'yı istediği gibi ilhak etmesinin yolunu açtığını ve Filistinlilerin başkentleri Kudüs olan özgür bir devlet için tüm kapıların kapatıldığını söyledi..

Tüm bunlar, şu anki durumda onların açısından bakıldığında mantıklı görünüyor. Fakat, Abbas'ın yaptığı açıklamalarda , BM'e  gösterdiği haritalarda ve bir çok söyledikleri şeyde yalanlar olduğu gerçeğini hatırlatmakta ve Arapların yürüttükleri kimi aldatıcı politikaların altını çizmekte fayda vardır..

Abbas, o babacan, o daha efendi haliyle bilindik yalan propagandalara devam etmektedir..

11 Şubatta konuşurken elinde tuttuğu haritalar "Yalan delilerdir" ..

1948'den bugüne gittikçe kendilerinden alınan toprakları yeşil boyayla çizdikleri halde göstermek istedikleri şey, " tamamı " (? )  kendilerine ait bir toprağın (! ) Israel tarafından alınmasıdır. Ki yalan burdadır!!


Öncelikle Filistin adından baslarsak!!  Yahudi kimliğini buralarla özdeşleştirmemek ve Yahudi kimliğini bu topraklardan tamamen silmek adına yüzyıllar sonra yeniden canlandırılmış bir kelimedir, Filistin ve Filistinli!!  Ve bugünkü Arap halkıyla yakından uzaktan ilgileri olamayan bir halkı hatırlatır, Pılishtim, İbranicedeki deyişiyle...  Bunlar,  Tora'da adı geçen eski bir Yunan halkıdır.. İ.Ö  12. yy'da Israel'in güneyinde, kıyı boyunca bir bölgede bir süre varlığını sürdürmüş bir halktır Pılishtim.

Yine Tora'ya göre , ya da bir bakıma eski Yahudi Tarihindeki satırlara göre; Romalılara karşı (İ.Ö 132-136) yıllarında Yahudilerin Bar-Kohva adı altında başlattıkları isyana karşı çok sinirlenen Kral Hadrian Judea bölgesinden çıkarttığı Yahudilerin izlerini bile bırakmamak adına bu bölgeye Judea yerine Palestina adını vermişti..Bu da Tora'da geçen ve bugünkü Filistinlilerle uzaktan yakından alakası olmayan hikayesidir bu yerin..

Yüzyıllar sonra , Yahudiler 1917 Balfur deklarayonuyla bu topraklarda bir Yahudi Devleti kurmak hayallerini dünyaya duyurdukları zaman, yeniden bu tarihi isim gündeme getirildi. O dönem buralarda hüküm süren Osmanlı Devleti Suriye'nin güneyindeki topraklardan bahsederken Filistin adını kullanmaya başladı..

Burada yaşayan Araplar aslında Kuzey Afrika dahil olmak üzere bir çok farklı yerlerden bu yerlere yerleşmiş,  karma Araplardır."Filistinli " sadece dünya kamuoyunda kendilerini bu toprağın asıl sahipleri olarak göstermek adına kullanılan propagandalardan biridir.

Abbas'ın gösterdiği, sözümona 1948 yılı  haritasındaki tamamı yeşile boyanmış bölgede o zaman Filistin  yoktu. Burada bir Filistin Devleti o güne dek hiç olmamıştı..

Yahudiler gelene dek, buralarda hak iddia eden bir halk yoktu. Burada yaşayan Araplar vardı! Burada yaşayan Yahudiler de vardı..burada az sayıda insan ve bunun dışında ise hiç bir şey yoktu!!

19.yüzyıldan itibaren Yahudiler burada yerleşmeğe başlayıp, toprakları ekip biçtikleri gün bazı şeyler yavaş yavaş gündeme geldi...

Abbas, kimi başka şeyleri de  doğru söylemiyor. 1967 toprakları derlerken de aslında 1948'e kadar her yerin onlara ait olduğunu bugüne dek tekrar ediyorlar. Bunları kimlere söylüyorlar , Bizlere!!. Uluslararası basında ise 67 toprakları diyorlar. Elalem alışverişte görsün!

Israel'de sekiz milyonu geçen nüfusun 2 milyonu Araptır. Bunlar, Batı Şeria ya da Gazze'de yaşayan Araplar değil.. Israel toprakları içinde yaşayan insanlar. Israelli Araplar.. Seçimde üçüncü büyük Partiyi çıkaran Araplar!  Hem Israeli kurulacak bir Filistin Devleti için terketmeye hazır değildirler hem de denizden Ürdün nehrine kadar buraları bizim derler, Batı Şeria ve Gazze'dekilerle birlikte.. Israel'deki Araplar için çalışmak  yerine teröristlerle  işbirliği yapmayı tercih ederler ...

Trump'ın barış planını reddeden Abbas bu planın üzerinde oturup konuşmayı reddediyor. Dört yıl verilen zaman onun için gereksiz çünkü ilk günden kabul edilecek şartları getirmiyor diyor..

2008'de Amerika'da bir araraya geldiği Ehud Olmert'in Batı Şeria'nın tümünden çekilme sözü ve Doğu Yeruşalayim'in Uluslararası bir yönetimin  elinde temsil edilmesi şartlarını kabul etmemiş olan  Abbas geçtiğimiz günlerde aynı Olmert'le gayri resmi bir toplantıda biraraya geldi. Barışı o gün geri çevirmiş olan Abbas şimdi kimseyi temsil etmeyen eski başbakan Olmert'le basın toplantısı düzenliyor. Bundan ne anlayabiliriz? bilmem. Olmert şu an Trump'ın karşında farklı alternatiflerle gelecek konumdamı ki?


Filistin sorunu kolay kolay çözülebilecek bir sorun değildir.. Bugünkü Trump yönetimi ne kadar Israel'in yanında olsa da, hem önerilen planın getirdiği şartların realist olmayışı hem yarın Trump döneminin bitip bir diğerinin başlama ihtimalinin neleri nasıl bir şekilde değiştireceğini kimsenin bilememesi hiç bir şeyi hiç kimse açısından  garantiye almıyor. Bugün Trump yarınsa, Demokrat  Bernie Sanders ya da bir başkası olabilir.. O zaman oyunun şartları nasıl değişecek kim bilir?

Biri için uygun olan bir plan diğeri için dünya sonu gibi!!.Bence bu savaşın bir barışla sonlanması yakın bir gelecekte ihtimal olarak görülmüyor..




Batya R. Galanti

13 Şubat 2020 Perşembe

Türkiye'de tacizlerin gölgesindeki çocuklar ve kadınlar



Türkiye'de ne derece liberal bir genç bayan olarak büyütüldüğünüz ya da ne kadar korkusuz bir kadın olduğunuz önemli değildir.  Yaşadığınız toplumun içindeki tehlikelerin hedefi olabileceğiniz gerçeği  hayatınızı her daim kısıtlar.. Devlet ya da  toplum özgürlüğünüzü garantiye almıyorsa ve sizi koruyacak bir kurum mevcut değilse, çevre kadına karşı tehtidkarsa kendinize zarar gelmemesi adına  kendi kendinizi korumaya almaktan başka çareniz kalmaz.. Ve bu şartlarda hem normal bir insan gibi yaşayıp hem de tek başınıza kendinizi savunmayı becermeniz gerçekten zordur. 

Böyle bir ülkede  daha çok küçük yaştan itibaren bilinçlendirilmiş olmak şarttır.
Ben mesela neredeyse çocuk yaşta kendimi Şişli Taksim arası otobüslerin bir yolcusu olarak bulduğumda hayat hakkında  bildiklerim neydi? Ne kadar bilinçliydim? Başıma gelebilecek tehlikeler hakkında en ufak bir fikrim varmıydı?  Bana yaklaşacak bir yabancıya karşı ne kadar uyarılmıştım?  Yine yabancı bir erkekten bana gelebilecek zararları ne kadar biliyordum?  Hiç hatırlamıyorum..  Sainte-Pulcherie'nin ikinci hazırlığına gittiğim sene sanırım ilk kez okuldan tek başıma dönmeye başlamıştım. Sabahları babam beni arabayla okula bırakırdı.. Öğleden sonra kendi kendime emanettim. Ama gayet rahat olduğumu anımsarım. Herhalde hayat insanı pişirir dedikleri şey buydu.
Ancak tüm rahatlığımla birlikte karşıma çıkan nahoş olaylar yüzünden her otobüse binişimde küfür ettiğimi anımsarım. Oturacak yer varsa sorun yoktu. Taksimdeki otobüsler o derece kalabalık olmayabiliyordu. Dolu bir otobüse bindiğimdeyse lanetler yağdırırdım.. Çoğu genç erkeklerin arasında sıkışık yolculuklardı bunlar. Bir taraftan etrafa yayılan ağır koku diğer tarafta neredeyse her gün arkanızda , önünüzde sizi sıkıştırmaya hazır adamlar bu yolculukları çekilmez hale getirirlerdi. Gün yoktu ki arkanıza geçen bir serseri  sizi rahatsız etmesin..ya elleriyle bedeninizi okşamaya kalkarlardı, ya da önlerini bir yerinize dayarlardı.. Aynı yolculukta birinden zor kaçmayı başarmışken bir diğer sapığın eline düştüğümü anımsarım.. Sizi yerinizden kımıldamakta zorlayan bir kalabalığın içinde bir mahkum gibi aynı noktada mıhlanıp kalırken  yabancı insanların ellerini vücudunuzda hissetmek..hele daha 12-13 yaşında bir çocuksanız , çok ama çok iğrenç bir şeydir... Hepsinden de beteri, tüm  sıkıntınıza, telaşınıza rağmen daha çocuk olduğunuz için sesinizi çıkaramamaktır. Utancınızdan susup kendi kendinize o zor anı atlatmaya çalışırdınız.. Utanacak olanlarsa küçücük kızları sıkıştırmak için otobüs yolculuklarını tercih eden o kocaman adamlardı. O kadar çoktular ki!!

Bu da hep o çok namus düşkünlüklerinden ileri geliyordu. Bir tarafta namus adına kızları evlerinden salmazlardı. Bir kız bir genç erkekle biraz yakınlaşsa , bunu duyan evin erkeklerinden en iyi ihtimalle güzel bir dayak yerdi kız  ama diğer tarafta aynı namus bekçisi erkekler kendi komşularının kızlarına, arkadaşlarının kız kardeşlerine cinsel tacizde bulunurlardı. Kapalılık işte böyle bir şeydir. Olmayacak şekilde kapatır , yine hiç olmayan yerden kendini en olmayacak şekilde salar..

Bir yandan kendi kadınlarını ( bunların zihinyetlerine göre erkekler kadınların sahipleridirler ya !)  namus hapsine sokarlar diğer tarafta başka kadınlara saldırırlar .. ve her gün her yerde namus için birbirlerini bıçaklarlar sonunda.. Bu hikayeler hiç bitmez. Kapandıkça azarlar, azdıkça daha çok tecavüz ederler ve sonunda da cinayetler hiç bitmez.. Bugüne dek böyle devam eder durur bu. Bugün daha da çok!! Eh ne de olsa bugün daha da namuslular  !! Arada " Namus "  adı altındaki töresel bir tabunun hükmü altında hiç yere can almak nasıl bir insani değerdir, o da ayrıca işlenecek  bir konudur!!!!


Bense Ortaokulu bitirdiğim zaman Karaköy'deki liseye  gitmeğe başladığım ilk günleri hatırlıyorum. Karaköy'den Şişliye giden otobüslerden birine okulun biraz ilerisindeki meydandan binmek istediğimde " Aman Allahım, bu ne?!" demiştim. Otobüsler o kadar doluydu ki , kapısından içeri adım atmak bile zordu.. Sardalya kutusundan beter bir kalabalıktı bu... Aklıma Üniversite'de Sosyal Bilimler hocamız , Prof. Ünsal Oskay  ( Z"L ) geldi. İki tiplemesi vardı . Leyla ile Rıfkı diye.. Hep gündelik hayattan örnekler verirdi. Son derece mizah yüklü anlatımlardı bunlar Bir gün Türkiye'nin nüfusu toplu taşım araçlarında artıyor demişti. Ne gülmüştük. Bacaklar kollar camlardan sarkıyor..dediğini hatırlarım...
Ben en sonunda dolmuşları buldum kendime . Onlar hayatımı kurtarmıştı benim.. O eski 1950'lerden kalma Chevrolet dolmuşlardan vardı hani..Onlarla gidip gelirdim hep. Bir defasında onun içinde bile başıma gelmişti, bacağıma elini koyan adamın nefesini duyduğumda " Bu adam niye böyle nefes alıyor dediğimde farketmiştim elini üzerimde. Kendime nasıl kızmıştım, nasıl bir dalgınlıktı bu benimkisi diye. Adamın elini alıp fırlattığımda bir tane geçirmemek için zor tutmuştum kendimi. Artık yaşım büyüktü. Utanması gereken kişinin kim olduğunu gayet iyi biliyordum...

Çocukken yaşadığım örnekler cinsel tacizin olası en bayağı şekliydi .. Ancak bir bayan olarak gençliğimde, iş ortamında, hatta kimi arkadaş çevremde bile bir şekilde özellikle sözlü tacize girecek yaklaşımlar olmuştu. Bugüne dek böyle insanlar her yerde karşımınıza çıkabiliyor . Buna Facebook gibi sanal ortamlar da dahildir. Belki eskiden bugüne göre daha az dile getirilen şeylerdi bunlar . Bu yüzden o zaman kadınlar daha saftılar belki de; daha az farkındalık vardı. Kendilerine yönelen aşağılanmayı, tacizi, baskıyı ve kötülüğü görmek için yeterli bilgileri yoktu.. . Çoğu sözel alanlarda şeylerdi bunlar. Örneğin kimi iş arkadaşlarınızın size attığı tuhaf sözler olabilirdi bunlar .. Kimi sözlü göndermelerin, sekssist yaklaşımların farkında olmamanızsa daha da acıdır.. İş ortamında dahi kadın olmanın getirdiği güçlükleri yaşarken bazı şeyleri doğal gibi kabul ettiğimiz günleri anımsıyorum bugün .Bazı şeylerin toplumun doğal bir parçası olarak algılanmasıyla ilgili bir şey bu. Yaşadığınız ülkenin kültürü sizin neleri nasıl algılamanız gerektiğini çiziyor kafanızda. Bu herhalde normal bir şeydir diye düşünüyorsunuz. Normal olmadığı halde!!.  ..Bugün kendimi gerektiği gibi savunmak için daha bilinçliyim mutlaka .

Karanlık toplumlarda kadınları hedef alan bu tür davranışlar çok daha rahatsız edici boyutlarda ve sıklıkta olsa da, erkeklerin kadınlara yaklaşımlarındaki hatalar, ne sınır , ne de ülke tanıyor aslında. Bu tip şeyler insanın içinde yatan  kişilikle, psikolojiyle de ayrıca çok yakından alakalıdır.

Son senelerde, medya'da gündeme gelen sansasyonel haberlerde, en yüksek toplumların içinden bile  çıkabilen cinsel taciz söylentileri ve kadınlara yönelik kimi aşağılayıcı, küçültücü davranışlar bu koca planet üzerinde hala daha  kadının erkeklerle eşit bir konuma gelmeyi tam olarak başaramadıklarını gösteriyor. . Fakat şurası da açık bir gerçektir ki Türkiye gibi kapalı ülkelerde bu sorun çok  çok daha derindir..  Hindistan'da kadınlar hiç bitmeyen istismara karşı toplu halde başkaldırır duruma gelmişlerdir. Milyonlarca kadın seslerini tüm dünyaya duyurmaya çalışıyorlar.

Bir yerden sonra biz kadınların yaşadığımız bu sorunların temelinde insan beyninin içinde var olan  primitif hayvanın herşeyin önüne  geçebiliği gerçeği yadsınabilecek gibi değil sanki..

Geçtiğimiz yıllarda Israel'in Cumhurbaşkanlığına getirilmiş bir zat , seneler boyu kendisiyle çalışan sekreterlerini cinsel olarak taciz ettiği, hatta bir tanesine görevi başında tecavüz ettiği ispatlanınca görevinden alınarak yedi yıl hapis yattı..Bir ülkede gelinebilecek en yüksek mevkiye ulaşmış bir insanın , evli bir adamın cinsel dürtülerine ket vuramaması ne ilginçtir değil mi? Ne eğitim, ne kültür, ne statü bazı insanların içinde yaşayan vahşi hayvanı durduramıyor.

Holywood'u , uluslararası politik cemiyet ile birlikte ayağa kaldıran Epstein davası, yine  bir Amerikan film yapımcısı olan  Harvey Weinstein'e karşı, en az sekiz kadına cinsel taciz ve tecavüz suçlamalaryla açılan dava; Fransa'da son günlerde büyük sansasyon yaratan haberlerle ortaya çıkan eski bir olay, ülkenin ünlü patinaj sampyonu  Sara Abitbol tarafından, aktıv olduğu yılarda antrönörü Gilles Beyer tarafından tacize uğradığı iddialarıyla kendisine karşı açtığı dava;   kimi erkeklerin kudretlerine güvenerek, para ve statünün getirdiği sarhoşluğa  kendilerini kaptırarak dizginleyemedikleri hormonlarının ardından  kadınları taciz ettiklerini, kimi daha erişkinliğe bile varmamış genç kızları yaşlarına bile bakmadan  nasıl  kullandıklarını, hatta seks  köleleri haline getirebildiklerini görüyoruz (Epstein Davasında olduğu gibi ) .. Hayvanı dürtülerini denetlemeyi beceremeyen bu insanlar her şeyden önce tedavi edilmelidirler.... İçlerinde yaşayan canavardan kurtulamayan kariyer sahibi sapıkların eline düşen kadınların durumu her şeyden zordur..
Ben çocukken, doyurulmamış cinsel isteklerinin peşinde sağlarına sollarına tacize kalkan erkekler vardı. Hayat o zamanlar sandığımdan daha da karmaşık .. Hiç beklemediğiniz insanlardan, sizi şaşırtan şeyler çıkabiliyor.    Dünyanın en prestijli üniversitelerinden birinin diplomasına sahip olmak, milyarlarca dolarlık bir servetle tanınıyor olmak, uluslararası politikayı belirleyen isimlerden biri olmak..Bunların hiç biri karşımızdaki erkeğin kadına vereceği değerin kesin garantileri olarak algılanmamalıdır. O çok etkileyici görüntülerinin altından ne süprizler çıkabileceğini kimse kestiremeyebilir.
Kısacası 21. yüzyılda dahi kadınlar hala daha toplumun her alanında, her yerde savaşmaya devam ediyorlar. Kimi erkeklerin içindeki o primitif varlık bugüne dek tüm değerlerin üzerine çıkıp her şeyi yıkıp, devirebiliyor...





Batya R. Galanti





11 Şubat 2020 Salı

Kadınlara daha az dost bir dünya'da yaşamak...            

Geçen gün bir arkadaşım aradı.. O da benim gibi Israel'e Türkiye'den göç etmişlerden..Çocuklardan bahsettik biraz.. Oradan buradan.. Buranın serbest hayatından söz açıldı. ve gençlerden ve derken; "Kızın neler yapıyor ? " diye sordu bana.. Biraz anlattım.. Ne tuhaf dün daha bebek olan Danielle artık kanatlarını çırpıp ta yuvadan uçacak yaşa geldi.

Çocuklarımı yapım gereği çok sıkı tutan biri olmadım hiç. Baskının hiç bir zaman yararlı bir şey olduğuna inanmadım.  Şu  saatte eve gel, şu saatten sonra çıkamazsın gibi kurallar da buna dahildir. Yaşı artık bir yerlere çıkıp, gezmeye müsait olduğu günlerden itibaren onu serbest bıraktım. Sadece nerede olduğunu bilmek önemliydi benim için. Ve çocuğum hiç bir zaman sınırları zorlayacak şeyler yapmadı zaten..

Arkadaşım bana ; " Bizse neler geçirdik!" dedi.. Ben düşündüm; " Neler geçirdik ki?" Hiç bir yere gitmemize izin vermezlerdi diye devam etti..  Ne tuhaf ben böyle şeyleri hiç yaşamadım.. Bunun sebebi kendi ailemin, annemin ve babamın geldiği yaşam tarzıydı. Özelikle annem kendi devri için çok farklı bir şekilde yetişmiş bir insandı.

Annem çok serbest büyümüş bir kadındı.. Bu da aslında onun dönemi için son derece istisna bir durumdu. Annem 20 yaşına geldiğinde eldiven dikip satıyormuş. Ve o zaman için çok iyi para kazanıyordum diye anlatırdı hep. Kendi evinde kendi atölyesi varmış ve kazandığı parayla kendi geleceğini kurmaya kararlıymış o zaman. İşte aynı yıllarda daha Israel'in yepyeni kurulmuş bir devlet olduğu senelerde annemin en büyük rüyasıymış Israel'e gelip yerleşmek.. Her defasında valizlerini toparlayıp yeniden bir geminin güvertesinde buluverirmiş kendini, Akdeniz'de Mersin Limanından yola çıkan bir haftalık yolculuklar..ve her defasında farklı bir maceranın sonunda dayanamayarak anne yuvasına geri dönen benim maceracı annem. O zamanlar sanırım onun kadar kendi kararlarını kendi alan genç kadınlar pek yoktu. Dediğim dedik ama sonunda yine de aileden kopmayı pek başaramayanlardan...


Israel'e , ablasının evine bir kaç ay kalmaya gelen, hatta bir defasında nişanlanan ama sonunda dayanamayarak yeniden Türkiye'ye dönen genç bir kadın.. Ve bana burada tanık olduğu, yaşadığı serüvenleri tüm çocukluğum boyunca hiç durmadan anlatan annem..

İşte bu şekilde serbest bir zihniyete sahip olan annemin sırası geldiğinde beni sıkmak aklının ucundan bile geçmemiş tabii..ve yine en az onun kadar rahat bir insan olan babam da bu tip konularda bana kısıtlamalar getirmemişti...Bu yüzden yaşım gelip te kızlı erkekli bir grupla çıkmaya başladığımda, ada'da genç kızların, " Ben diskoteğe gidemem, babam 10'da evde olmamı söyledi" diye ağladıklarını gördüğümde şaşırırdım. Bu kızların babaları niye böyle diye düşünürdüm hep. Sonuçta kimlerle çıktıkları, nereye gittikleri belliydi ( ki gittiğimiz diskotek ailece üye olduğumuz kulübün içindeydi). Çocukların anne babalarını dahi tanıyorlardı..hepsi kendi cemiyetimizin içinden çocuklardı .. Korkacak bir şey olmadığına göre sorun neydi? Her zaman aynı kızlar ağlar dururlardı ve sonunda gittikleri gibi dönmek zorunda kalacakları için bizimle gelemezlerdi..Bense hayatta bir tek bu konuda rahattım. Gece bir erkek çocuğu ne kadar rahat çıkabiliyorsa ben de aynı şekilde gezebiliyordum. Bu da bir şeydi. En azından okul hayatımda geçirdiğim sıkıntıların, başaramama korkusunun yarattığı baskıların yanında sosyal hayatımda biraz olsun bir şeyleri dengeleyecek şansa sahiptim bir yerde.  Okul dışında bu bana büyük bir güven vermişti. Gece sokakta olmaktan hiç korkmuyordum..Bu da diğer kızların yaşadıklarının tam tersi bir durumdu. Diğerleri belki okulda süper talebelerdi, derslerinden iyi notlarla sınıf geçerlerken, hava biraz karardı mı tek başlarına bir yerlere gidecek cesaretleri yoktu, tek başlarına hiç bir şeye cesaretleri yoktu  çünkü öyle koşullanmışlardı ..Bendekiyse bir çeşit aptal cesareti gibiydi belkide. Çünkü ada ne kadar emin bir yer olsa da , mesela kış geldiğinde,  yeterince kalabalık bir şehir olan  İstanbul'un o tenha sokaklarında gecenin bir vakti  genç bir kızın yanlız eve dönereken ne gibi tehlikelerle yüz yüze gelebileceğini düşünmemek  sanırım benim ve ailemin bu konudaki aşırı rahatlığımızdı..


Babamın genç yaşta Parkinson hastalığıyla başlayan mücadelesi, ağbimin Israel'den döner dönmez eşiyle çıkmaya başlayıp evden neredeyse yine tamamen uzaklaşmış olması beni bazı konularda tek başıma bırakmıştı. 17 yaşımda bile eğer bir yerlere beni götürecek birileri yoksa ki annem de araba kullanmadığına göre kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalabiliyordum.. Mesela bir geceyi hiç unutmam..  en samimi arkadaşım bendeydi ve saat 23:00 olmuştu ve eve dönmesi gerekiyordu; o an ağbim yoktu ve babamıysa rahatsız etmek istemiyordum .Ben seni bırakırım merak etme dedim. Arkadaşım sonuçta bizim evden üç sokak ileride oturuyordu. Neyse ikimiz beraber çıktık yola. Bizim sokağın köşesini daha yeni dönmüşken arkamızda bir adam belirdi birden, karanlıkta hemen dibimizde adamın elini kemerine attığını farkettiğim gibi kalbim bir anda kuvvetle çarpmaya başlamıştı..Adam gece yarısı neden arkamızda kemerini açmaya kalksındı ki? Niyeti ne olabilirdi? O an sokak bomboştu, etrafta tek bir insan yoktu.. Yani o adam ve biz iki genç kız yanlızdık oralarda ..Ne yapacaktık?  Arkadaşımı alelacele arkamdan çekerek önüme ilk çıkan apartmandan  içeri girdim ( şansımıza kapı açıktı ) ..birinci kata koşarak çıkıp yine elime gelen ilk zile parmağımı basarak" Lütfen kapıyı açın, arkamızda bir adam var" diye bağırmıştım . çok şanslıydık ki kadın bize kapıyı açmıştı.. Zavallı babam o saatte o bayanın evinden açtığım telefondan sonra birazdan bizi gelip almak zorunda kalmıştı ..

Seneler sonra bir gece turu dönüşü bizim tur şoförlerinden birine gece beni evime kadar bırakmasına gerek olmadığını  Şişli meydanında inebileceğimi söyleyerek nasıl bir halt yediğimi hatırlarım. Sanki adama iyilik borcum vardı. O saatte genç bir bayanın Şişli Meydanında işi neydi?? Otobüsten indiğimi hatırlıyorum, sokaklar kimi yerlerde daha bir aydınlık, kimi yerde iyice karanlıktı.. sanırım Cumartesi idi, o yüzden gecenin biri olmasına rağmen hala daha kısmen belli bir trafik vardı.. Meydanda hızlı adımlarla yürürken birden bir arabanın beni ağırdan takibe aldığını farkettim. Araba ağır ağır arkamdan geliyordu. O an beynimde senaryolar canlanmaya başladı.. Arabanın içinden çıkan iri yarı bir adamın beni zorla araca sokmaya çalıştığını hayal ettim . Kalbim birazdan duracakmış gibi çarpmaya başlamıştı. Neyseki İstanbul'da sayıları bolca olan taksiler böyle anlarda hemen yardıma yetişirlerdi. Saniyeler içinde kolumu kaldırarak hemen o an bir tanesinin  içinde buldum kendimi. Adama kusura bakmayın sadece iki sokak ötede oturuyorum ama çarem yoktu derken , taksi şoföründen bile bir an, Ya o da bana bir şey yaparsa ! diye devam eden korku halimi anımsıyorum...

Bunun gibi bir çok şeyler başımdan geçti genç kızken.. Gündüz vakti bile,  kadına, kıza aç erkekler bayanları rahat bırakmazlardı İstanbul'da .. Fakat bu tip şeyler beni pek durdurmamıştı o zamanlar. Arkadaşlarımla, ya da özel birisiyle çıktığımda ne kadar rahatsam, kendi başıma da Üniversite'den çok yakın bir arkadaşımla, iki genç kız, iki kafadar serüvenci bayan geceleri tiyatroya, sinemaya konserlere gitmeye devam ettik biz.  O benden de rahattı.  Hala da öyledir. O hala bugünlere dek tek başına Afrika'ya, Kamboçya'ya kadar uzanmaya devam eden bir maceraperesttir..

Bugünkü İstanbul'da yaşasaydım çocuklarıma istedikleri saatlere kadar sokaklarda gezinmelerine izin verebileceğimi zannetmiyorum.. Dünyada kadınların en az emniyette oldukları ülkelerin başında geliyor Türkiye.. Anne babanın çocuğuna olan güveniyle ilgili olmayan şeyler de çevreden size gelebilecek zararlardır.. Türkiye'de bugün her sene öldürülen kadın ve çocukların sayısı çok çok yüksektir. Bir tarafta son derece modern bir toplum vardır Türkiye'de , diğer tarafta gittikçe daha çok kapanan, kapandıkça daha çok agresifleşen başka, büyük, kocaman bir kitle vardır yine aynıTürkiye'de...

Ama ne yazık ki sadece Türkiye'de değil dünyanın her yerinde kadın her zaman erkek kadar rahat değildir. İstediği gibi rahat bir şekilde yaşayamıyabiliyor.. Kadınların fiziksel olarak erkekler kadar güçlü kuvvetli olmayışları erkeklere bugüne dek kimi yerde aldatıcı bir üstünlük sağlıyor gibi. Bugüne dek ataerkil toplumlardan, tutucu ülkelerden, liberal toplumlara kadar her yerde kadınlar kimi anlamda hedef olmaya, zarar görmeye devam ediyorlar.. Moral değerleri yeterince gelişmemiş, maçoist, mental olarak dengesiz erkekler hala daha  her yerde kadınlar için tehlike olmaya devam ediyorlar. Hasta toplumların yanında sağlıklı toplumların içinde de yaşayan hasta insanlar kadınlar için bu dünyayı erkeklere göre daha az dost hale getirmeyi becerebiliyorlar her zaman..



Batya R. Galanti