5 Şubat 2019 Salı






                                            PSİKİATRİK İLAÇLAR ÇÖZÜM MÜ?




Bundan yaklaşık bir ya da bir buçuk yıl evvel bir sabah oğlumla okul servisini beklemek için aşağıya inmiştik . Oğlum bunu çoktan  yanlız yapması gereken bir yaşa gelmesine rağmen kimi korkuları buna hala daha izin vermiyordu o zamana kadar . Aşağı indiğimizde yan blokumuzda oturan bir komşumuza rastladık. O da küçük kızıyla yine servis bekliyordu.
Kırk yaşlarında olan bu bayanla zaman zaman sohbet etmek imkanım olmuştur. Karşısındaki ile çabuk samimiyet kuran, gelişigüzel, ama bir o kadar hayat yorgunu bir ifadesi olan bu bayan açık sözlü, dediğim dedik tiplerden birine benzer. Bir gün bana ; " Senin oğlun da otist değil mi diye?" direk bir şekilde soruvermişti. Zaten aramızdaki iletişim bu soruyla başlamıştı. Bu bayanın iki çocuğu da otistti. Biri on beş diğeri iki yaşında iki çocuğu vardı.  Büyük olan oğlandı . Otizm erkek çocuklarında kız çocuklarına oranla beş kat fazla görülüyor. İkincisinin kız olduğunu duyunca çok sevinmiş. Bu ona ikinci çocuğunun otizmden muaf olduğuna dair bir işaret gibi gelmiş o zaman. Birinci çocuğunuz otist ise ikinci bir çocuk dünyaya getirmek alınacak büyük bir risktir her zaman.  Ama her şey insanın kendi kişisel özgür kararıdır bu hayatta.
İşte o sabah yine aşağı indiğimizde  bana şöyle bir selam verirken çok heyecanlı bir şekilde telefonda konuşmaya devam etmişti Orit .   Bir arkadaşıyla büyük oğlunun ilaçlar yüzünden girdiği zor durumunu tartışıyordu.
Otist çocukların yarısından  fazlası ne yazık ki psikiatrik ilaçlar altında bir yaşam sürüyorlar.
Neden mi? Bedenleri kocaman antenlerle donanmış bir makine gibi olan bu insanların alıcılarının son derece güçlü olması onların günlük hayatı devamlı bir duyu savaşı içinde geçirmelerine neden oluyor.
Normal insanların farkına bile varmadıkları sesler, dokunuşlar ve bilimum şeyler bu insanların hayatını çekilmez bir hale getirebiliyor.   Hele çok küçük yaştaki otist çocukların daha konuşamadıkları, kendilerini, duygularını hiç bir şekilde dile getiremedikleri çağlarda yaşanılan güçlük hem onlar hem yakınları için kimi zaman bir imkansızı becermek gibidir. Her an yaşanan zorluklar öfke nöbetleriyle biterken yaşam bir cehenneme dönebilir bu insanlar için .
İşte o sabah bu zorlukları birebir yaşayan Orit'in telefonda konuştuğu şeyler korkutucuydu.
Otist çocuklarıyla yaşadıkları çıkmaz yüzünden psikiatrik ilaçlara başvurmak zorunda kalan bir çok anne babanın düştüğü zor durumu anlatıyordu. " Çocuk deli gibi, ilaçlar artık fayda vermiyor..
Ya bırkması lazım  ya da başka bir ilaçla değiştirilmeleri şart." Arkadaşı ona, bir süre hastaneye yatırılmadan bu imkansız diyordu...  Aklıma Gal dört yaşlarında iken başlayan zor dönemimiz  geldi. Altı yaşına geldiğinde öfke nöbetleriyle daha fazla mücadele edemeyeceğimi hissederek çocuğumu bir psikiatriste götürmüştüm ben de. Gal altı yaşında iken ne yazık ki ona hala daha otizm teşhisi konulmamıştı. Fakat yaşadıklarımız sonuçta bizi son derece etkiliyordu. O gün elimizde otistik bir çocuk olduğunu  bilmeyen ve anlamayan bir doktor on beş dakika içinde psikiatrik ilaçlar içinden uygun gördüğü bir tanesini reçeteye yazarak elimize kağıdı tutuşturmayı becermişti. Bu ilaçlar göreceksiniz ki çocuğun nöbetlerini hemen kesecek, ayrıca tikleri için de bire bir bir çözüm olacak.Gerçekten de ilaca başlar başlamaz Gal bir anda bambaşka bir çocuk oluvermişti. Sadece stereotip hareketleri durmamıştı. Bir anda hayatım kolaylaşmış , Gal çok daha sakin bir çocuğa dönüşüvermişti. Sanki sihirli bir değnek değmiş gibiydi. Ne mutlu bize idi kısaca. Fakat aradan geçen aylar boyunca bir yandan kendi kendime peki bu ilaçları ne kadar süre daha vermemiz lazım soruları kafamda dönmeye başlarken diğer taraftan altıncı ayı yakaladığımız gibi öfke nöbetleri yavaş yavaş tekrarlamaya başlamıştı.

İlaç Sanayinin dünyanın en büyük sanayileri içinde olduğunu biliyoruz. Turizm, Bankacılık, Enformasyon, Seks ve İlaç en büyük getirilerin altında imzaları olan endüstri alanları..
Aslında tedavi etmeyip semtomları denetlemeye yarayan bir çok ilacı İlaç firmaları tüm dünyada pazarlamaya devam ediyor.  Placebo etkisi denen şeyi de bugün bir çoğumuz biliyoruz. Bizi iyileştireceğinden emin olduğumuz bir hapı yuttuğumuzda aslında içinde gerçek anlamda tedavi edici hiç bir madde olmayan sözde ilacın bizi iyi etmesidir. Bu bir deneydir.  İlacı alan kişinin kendini iyi olacağı yönde telkin etmesiyle ilişkili olan bir durum ıspatlıyor. Dünyada en çok tüketilen ilaçlar, kalp ve damar hastalıkları için verilen ilaçların yanında ağrı kesiciler, diabet ve ardından gelen Psikiatrik ilaçlar..  Örneğin Psikiatrik ilaçlar mental hastalıkları gerçekten tedavi eden ilaçlar değildirler.  Aslında sadece semtomları belli bir oranda ve yine belli bir zaman için ( kişiye göre değişen bir şey bu )  azaltarak kişinin normal bir hayat yaşayabilmesine yardımcı olan maddelerdir. Ve bu maddelerin doktorlar tarafından verilmesine rağmen çok tehlikeli olabileceklerini genelde insanların bir çoğu ya bilmez ya da kısmen bilir. Bu ilaçlara bir kez başlayan bir kişinin bir daha bunlardan kurtulma şansı neredeyse  yoktur.



Oğlum Risperidone'la yaklaşık altı ay rahat bir soluk almış gibiydi. Bu ilacı kendi elimle oğluma verdiğim günlerde ne tesadüftür ki bedenimde bir çok tuhaf semtomlar yaşamaya başlamıştım.
Yıllar evvel kuzinimin bana geçirdiğim zor zamanları görerek iyi niyetle önerdiği SSRİ sınıfından aldığım antidepresan'ın yan etkileri başlamıştı ve  bense ilk zamanlar bana neler olduğunu anlamıyordum bile. Hafızamda başlayan tuhaflıklar, bir saniyeden diğerine yaşadığım korkutucu unutkanlıklar ve ardından gelen kimi nörolojik başka semtomlar. Kendimi attığım ilk Nörolog bana ilaçları bırakmamın zamanının geldiğini söylediğinde jetonum düşmüştü. Halbuki o güne kadar SSRİ denilen ilaçların, alışkanlık yapmadıklarını ve tamamen zararsız oldukları anlatılıyordu . Yeni dönem ilaçlar olarak duyduğumu anmsiyorum SSRI sınıfına giren ilaçları. Ben bir gün kendimi bu ilaçlar yüzünden bu kadar kötü hissedeceğimi bilseydim hiç kullanırmıydım acaba????
Bıraktığım zamansa kısa süre içinde herşeyin normale döneceğinden çok emindim. Bu pek öyle olmadı.  Oğlumu altı ay sonra doktora tekrar götürdüğümde ise bana dozajı"  biraz arttırmak " lazım demişti .  İşte o gün doktorun dediğinin tam tersini yapmaya karar verdim.
Eğer daha altı yaşında bir çocuk bir kaç ayda bir dozajı yükesiltilmesi gereken bir ilacı kullanmaya devam ederse bu çocuğu nasıl bir gelecek bekliyor olabilirdi?
Aynı zamanlarda oğlumun sınıfından bir çocuğun annesi beni ;  " Onlara yardımcı olmamız şart, bu şekilde bir stresle yaşayamazlar  ilaç en iyi çözüm!!! "  diyerek beni ikna etmeye çalışıyordu.
Bense verdiğim kesin kararın ardından oğlumun ilacını son derece yavaş bir şekilde kestim. İlginç olan nedenini pek bilmediğim bir şekilde öfke nöbetleri o dönem azalmıştı tekrar. Bu benim haklılığımın ıspatı gibi geldiyse de zamanla yeniden yaşadığımız asabiyet hallerini çözmenin farklı yollarını aramaya başladık. Onu ata binmeye götürdüm, jimnastik yaptırdım, yüzdürdüm ve herşeyden önemlisi oğlumun davravislarina, takıntılarına ve kızgınlık anlarında yaşadığı kontrol kaybına karşın ona nasıl davranmamız gerektiğini bize öğretecek bir danışman psikologla görüşmeye başladık. Kendi kendimize de zamanla deneyerek, yanılarak, tecrübeyle onunla en doğru yolun ne olduğunu çözdük. Dönem dönem zorlandığımız hep oluyor. Fakat ilacın en doğru çözüm olmadığını kendi bedenimde de bizzat yaşadığım için Tanrı'dan her zaman bize oğluma yardımcı olabilmemiz için ilaçtan başka yollar bulmamız için yardım etmesini diliyorum.
Komşumun çocuğu olsun, oğlumun sıfında bu tip ilaçlarla yaşamak zorunda bırakılan diğer otist çocuklar olsun yaşadıkları cehennem bence her zamankinden daha büyük çünkü kendi beyinlerinden kaynaklanan karmaşık sorun yetmezmiş gibi vücutlarına sokulan yabancı maddelerin yarattığı yan etkiler çocukları ve anne babaları tam bir çıkmaza sürükleyebiliyor. (Buna bire bir sürekli şahit olduğum için söylüyorum . )  Bu ilaçların yarattığı yan etkileri yok etmek ya da  azaltmak için doktorların onlara yazdığı ikinci ya da üçüncü bir ilacı daha kullanmak zorunda kalan çocukların körpe bedenlerinde oluşabilecek zararların ileride çözümü olmayan kimi nörolojik sorunları da getirebileceğini insanların çoğu bilmiyor bile.

İlaç Endüstrisi kazandığı milyarlarla insanları bir çok kez zehirliyor. Evet doğru bu ilaçları kullanıp hayatları olumlu yönde değişmiş insanlar olduğunu da biliyorum. Psikiatrik ilaçlar kullanan bir insanı bir anda ilaçları bırakmaya ikna etmeğe çalışmak ise  kimsenin görevi kesinlikle değil çünkü öncelikle  bunun tehlikesi çok büyük . Fakat girdiğiniz Psikiatristin kapısından çıkarken elinizdeki prospektüste yazılı olan ilacı alıp başlamak için ikinci kez düşünmenizde fayda var diyorum . Kendi yaşadığım tecrübeler ve şahit olduğum durumlara bakarsam. Lütfen çocuğunuz ya da kendiniz için yapabilecek başka bir şey varsa onu deneyin önce. Gelecekte sürmek zorunda kalacağınız bağımlı bir hayat ya da olası daha fazla  sağlık sorunları yerine belki kendi bedeninizin sizden neler beklediğine kulak verin. Sorununuzu bedeninize sokacağınız suni maddeler yerine, bilinçli bir şekilde kendi kontrolünüzle çözmek çok daha etkili ve sağlıklı olacaktır inanın,


Batya R. Galanti.

22 Ocak 2019 Salı

HIZLA İLERLEYEN TEKNOLİYE RAĞMEN



Annemlerin ağbim ve benim evden ayrılışmızla birlikte evde başbaşa kaldıkları senelerden aklıma  gelen bir anıları bir an yüzüme hafiften buruk bir gülücük kondurdu.

2006 senesinde kaybettiğim babam uzun yıllar Parkinson hastalığı ile savaşmıştı. Hayatı bu hastalıkla genç denebilecek bir yaştan itibaren çok değişen babama annem uzun seneler  bakmak zorunda kalırken birlikte yaşadıkları zor hayatın içinden benim hatırladığım en önemli şey son derece metanetli bir insanın  " sessizce " verdiği gerçek bir yaşam mücadelesine rağmen hayata yine de hiç küsmemiş olması idi.
Parkinson  Hastası olan bir insan beynindeki hareket mekanizmasını harekete geçiren temel madde olan Dopamin'in salgılanmaması yüzünden günde en az üç kez Levopar denen bir ilacı yutmak zorundadır. Yoksa böyle bir hastanın bedeni işlemez;  en temel, en minimal hareketleri yerine getiremez . Babam bu hastalıkla 26 yıl sürdürdüğü mücadelesinin sonunda  yine Parkinson'un getirdiği komplikasyonlar yüzünden hayata veda ettiği zaman 80 yaşında idi.

Ona bu hastalığın teşhisi konulduğu günden neredeyse ölene dek hep bir umutla yaşadı ve yaşadık. Bir gün yeni bir ilaç çıkacak ve hayat daha kolay olacak diye.

Bazı hastalıkları teşhis ederken doktorlar hastaya " Bu hastalıkla yıllar boyu yaşayabilirsin ! " gibi yorumlar yaparlar zaman zaman. Eğer böyle bir hastalıkla yaşamaya yaşam denebilirse. Bu hastalıktan ölmez ancak sürünürsün deselerdi  belki zalimce olurdu değil mi? Ama hakikat ne yazik ki budur.

Beni gülümseten buruk anı ise, annemle babamın arasında geçmiş olan bir olaydır.

1996 yılında Israel'e göç ettiğimde annemler hala İstanbul'da yaşıyorlardı. Benim büyüdüğüm evden ayrılmışlar daha küçük bir eve geçmişlerdi. Ağbimin büyük yardımlarıyla becerdikleri bu taşınma karmaşasını yaşadıkları günlerde annem yorgunluktan iyice şaşkınlamış vaziyetlerdeymiş..

Bir gün beni telefonla arayarak başına gelen bir şeyi gülerek anlatmıştı..

" Bilemezsin ne yaptım. "

Bir yandan evi toparlamakla uğraşırken diğer taraftan babama dikkat etmiş . Bakmış babamın hareketleri durma noktasında;  " Leon ilacını içtin mi sen iyi değilsin ?  Babam o an;  " Galiba unuttum! . " Annem " Sen ağırlaştın birden nasıl da unuttun." . Dur bakayım ben hemen.... Annem mutfağa gitmiş ilaç kutusundaki ilaçları kontrol etmek için. Ya tabii, unutmuşsun diyerek bir bardak suyu doldurmuş. Aklında bin tane  düşünce ve yorgunluk ta cabası . İşte o an o halde hapı ağzına koymuş ve suyu dikmiş tepesine!! . Ve aynı saniyede " Aman Allahım ilacı  ben içtim iyi mi?? !!  " Öyle böyle değil Parkinson ilacı bu!! Kadın o durumda hem panik halinde  ve herşeye rağmen hem de gülme krizinde. Ben ne salağım, nasıl da yaptım bunu.. O an hemen tualette parmağını ağzına sokarak  içtiği hapı kendi kendini kusturarak çıkartmış çıkartabildiği kadar ve buna rağmen aradan geçen dakikalarda bütün bedeni uyuşmuş bir kaç saatl boyunca..

Otuz beş yıl evvel babama ilk teşhis konulduğunda doktor ona Madopar vermişti. Bugün hala bu hastalara verilen  ilaçların başında geliyor Madopar ya da Levopar.. Sonuçta ülkeden ülkeye ilaç adlarında ufak tefek farklılıklar görülse de , zamanla kimi yeni ilaçların çıktığı söylense de kullanılan maddelerin içeriğine bakıldığında büyük bir değişim yok sanırım.

Geçen hafta bizim televizyon bozuluverdi birden .. Eskiden bozulan elektrikli aletleri tamir eden insanlar vardı. Bugünse gidip yenisini alıyorsunuz hemen. Tamir için vereceğiniz yüksek ücretler yerine üzerine ekleyeceğiniz bir miktar para ile son teknoloji bir alet satın almanız mümkün.

Otuz yıl evvel  televizyonlar antikaydı.  Kocaman kasasıyla  ayarını yapmak için arkada düğmesi olan televizyonlarda görüntü bazen karlı olur antenle uğraşmak gerekirdi düzeltmek için.. Aradan geçen bir kaç yılda önce sanırım Plasma çıktı, sonra , Digital, daha sonra sırada  High Definition vardı. Şimdi piyasada  Led ve en son sanırım K4 var.  Ve tüm bu televizyon çeşitleri gayet uygun fiyatlara satılıyor..

Gelişen teknoloji ve bilgisayarlar sayesinde yeryüzünde bugün var olan bir çok meslek şimdiden yavaş yavaş kaybolurken yakın zamanda cerrahlara bile ihtiyaç kalmayacağını konuştuk daha dün ağbimle. 

Ama  2019'a girdiğimiz şu günlerde insanlar hala migren için Advil, Paracetamol gibi hapları yutmaya devam ediyor. En basit hastalıklardan en komplike nörolojik bozukluklara kadar çoğu hastalığa tam olarak  bir tedavi bulunabilmiş değil. Tıp bugüne kadar büyük çapta semtomları azaltmakla uğraşırken X bir hastalık için alınan bir hap başka bir tarafımızı bozabiliyor.

30 yıl sonra Parkinson hastaları hala aynı ilacı kullanıyor.

Evet doğru yaşam şartları gelişiyor her zaman. Ancak teknoloji  herşeyden daha da çabuk ilerliyor.. Bilgisayarlar, IPhone'lar.. Bazen bir kaç ay içinde yepyeni ürünler piyasaya sürülüyor.

Belki insanlar bugün geçmişe göre daha uzun ve daha kaliteli bir ömür sürüyorlar. Tıbbın  ilerlemediğini de söyleyemeyiz mutlaka.. Fakat bence bugün yaşamın uzamasının en önemli sebebi insanların daha bilinçli olmaları..

Sevgili Babam (Z"L ) da o zamanın şartları içinde kendisi için en doğrusunu yapmaya çalışmıştı hep. Keşke herşey bizim elimizde olsaydı.

Teknolojinin nimetlerinden elimizden geldiğince faydalanırken sağlığımız için dua edelim de bizleri haplarla doldurmaktan başka çok fazla bir şeyler yapamayan ( tabii ki kimi durumlar dışında ) doktorların ellerine düşmeyelim..



Batya R. Galanti



9 Ocak 2019 Çarşamba


                                            2019'A UYANIRKEN


31 Aralık gecesi,  günün yorgunluğu üzerime öylesine çökmüş ki bir çok akşam olduğu gibi saat on civarı Laptop'umu alıp yatağıma girdim. Bir şeyler okur , hafif bir müzik dinler sonra da uyurum diye. Yıl Başı olduğunu düşünmeden . Genç kızlığımda her yıl başı nereye gidelim tartışmalarını hatırlasam da bir an. İntenette okuduğum bir makale ile beraber fonda çalan Michael Bolton'un aşka çağıran sesiyle gözlerimin yavaş yavaş kapanmaya başladığını farketmemişim bile. Aslında hani o farkında olmama halinde iken bile gözlerimi açmaya çalışıyorum bir an ve sonunda uykuya yenik düşerken gece on iki'de birisinin yanımdaki Laptop'u aldığını hissediyorum . Uyku arasında bir patlama sesleri kulağıma çalınıyor; " Neler oluyor?" diyorum. Çatışma mı var. ??. Aman Allahım çok yakında bir yerlerde silahlar patlıyor. Birden hatırladım. Doğru ya , gençler Yıl Başı kutluyor ve şehrin bir yerlerinde  Havai Fişekler patlıyor bense çatışma var sanıyorum. Ne kadar da uzaklaşmışım Yıl Başı'ndan.  Israel'de Yıl Başı ertesi normal bir çalışma günü olduğu için çoğu zaman bugünü  bekar gençler kutluyor. Barlar, diskotekler ve restoranlar dolu aslında. Yılbaşı gecesi için .. Eğlenmek için fırsat arayanlar için,  sabah çok erken kalkmak zorunda olmayanlar , çoluk çocuğunu okula göndermek zorunda olmayanlar ve yorgun olmayanlar için güzel bir fırsattır Yıl Başı.

Sabah kalktığımda kendi kendime güldüm, nasıl da çatışma oluyor sandım diye.. 2019 gelmiş benim şuur altımda ise  çatışmalar yer etmişe benziyor kutlamalardan çok..
Ne güzeldir yeni gelen bir yılı en olumlu şekilde kutlamak. Bense tüm olumlu dileklerime rağmen geride bıraktığımız yılın ardından dünyanın ya da bir yerde insanlığın geleceği için endişelenmeden yapamıyorum. Kendi kendime dünyayı ya da insanlığı kurtaracak olan sen değilsen o zaman endişelenmek neden desem de dünya genelinde yaşanan olaylara baktığımda,  tarihin kimi yönden dönüp dolaşıp yeniden yavaş yavaş aynı noktaya doğru gidişatına tanıklık ederken  farkında olmadan bir kaygı oluşuyor insanda. Kendi özel hayatımızın yoğun kavgası içinde , kişisel sorunlarımızla boğuşurken bir de küresel, ısınma, göçler, radikalizm, uluslararası alanda dramatik bir çok politik değişimlerle gelinen kaygı verici durumlar farkında olmadan yaşadığımız strese katkıda bulunuyor. Öyle değil mi?
Genç kızlığımdan bugünlere geçen tarihi düşünüyorum.. Zorlu yılların ardından umutla gelen yepyeni bir dünya düzenine tanıklık eder gibiydik .. Bugün yeniden kaygı vermeye başlayan yepyeni bir dönüm noktasına doğru gider gibi dünyamız..
Yaklaşık otuz yıl önce Sovyetler Birliğinin dağılışının ardından komünizmin Doğu Avrupa'da sonlanması ve Amerikanın dünyada tek süper güç olarak kalışı Avrupa'nın birleşmeye doğru gidişini de beraberinde getirmişti. Doksanlarda Batı kendi için yepyeni bir dönemin başladığına inanıyordu.
Belki bize yansıtılan gerçeklerin ardında Batı'nın Ortadoğu'da, Afrika'da yaptığı bir çok stratejik hatanın, kısa dönem çıkar hesaplarının uzun dönemdeki getirilerinin sonuçları bugün yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
İkinci Cihan  Harbinin ardından ikiye bölünen dünya soğuk savaş yıllarının ardından Küresel savaşlara uzun zaman ara verilmişse de hiç durmadan devam eden  yerel savaşlar o zamandan bugünlere  büyük kitlelerin yaşamlarını son derece olumsuz etkiledi.. Ortadoğu'da, Afrika'da kurulan kukla Devletler'de,  kabile rejimleri ile yönetilen milyonların yaşadıkları dramlar artık sadece Ortadoğu ve Afrika sınırları içinde kalmama eğiliminde.. Globalleşen dünya  , hızla gelişen iletişim ve dünyanın kimi bölgelerinde devam eden dayanılmaz hayat şartları, artik savaşlarla sürekli yok edilen kitlelerin kıpırdanışları söz konusu.. Dün sadece Ortadoğu içinde olan ölümler, açlık, sefalet artık sınırları zorluyor.. Göçlerin getirdiği bir çok sorunlar Avrupa'da aşırı sağ'ın yükselişine katkıda bulunuyor. Dünya Politikası , Avrupa'nın gelişmiş toplumları artık eskisi gibi  emniyette olmadıklarını farkederlerken, ay sonunu getirmekte zorlandığını hissedenler yüzünden dengeler bozuluyor.
Dünya politikası yeniden değişim gösteriyor.. Trump Amerikan askerini Ortadoğu'dan çekerek Müteffiklerini  İslam Devletine karşı yanlız bırakırken, Rusya bölgedeki gücünü hiç olmadığı kadar kullabilecek boşluğu yakalamışken, Şii İran tüm ekonomik sorunlarına rağmen Sünni İslam dünyasına meydan okuyup Israel'in yok edilmesi gereken bir şeytan olduğunu haftada bir tekrar edip dururken Suriye'ye gelişmiş balistik silahlar sevkiyatına  devam edip burada konuşlanmak için elinden geleni yapmakta iken.. Avrupa'da , Dünya Ekonomi Devlerinden biri olan Fransa'da gelir eşitsizliği yüzünden kalkan işçi kesiminin son bir kaç aydır yarattığı karışıklıklara baktığım zaman.. Dün birleşirken bugün yeniden dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Avrupa'da gün geçtikçe güçlenen milliyetçi akımların gelecekte neler getirebileceğinin kuşkuları varken dünya için olumlu bir gelecek hayalleri kurmakta biraz zorlanıyorum.
Sanırım toplumları, dünyayı tek başıma değiştirebilecek güce sahip değilim. Dünyanın en tehlikeli yerlerinden birinde kurulmuş olan küçücük devletime bir gün barışın geleceği günü beklerken, çevremizde yaşayan diğer masum insanlar için de daha adil bir dünya düzeninin gelmesi için dua ediyorum. Kukla yönetimler, diktatörlükler yerine eşitlikçi, adil , demokratik rejimler.. Bunlar şimdilik ütopia gibi olsa da.

Birileri bir yerlerde krallar gibi yaşarken hala açlıktan ölenlerin olduğu bir dünya'da kişiye düşen görev belki de en azından yaşadığımız toplum içinde daha adil , daha yardımsever bireyler olabilmeyi başarmak ..




Batya R. Galantı





12 Aralık 2018 Çarşamba



                         DİN VE HOŞGÖRÜ

Geçtiğimiz günlerde Israel'de Hanukka bayramıydı. Aslında daha doğrusu tüm dünya Yahudilerinin Hanukka bayramıydı geçen hafta. Sekiz kollu şamdanın üzerinde sekiz gün boyunca yaktığımız her bir mumda Tanrının Yahudilere gösterdiği mucizesini bir kez daha hatırladık.   Sekiz gün boyunca süren bayramda yakılan her bir mumda tarihin bizlere tekrar ve tekrar nasıl yeni mucizeleri de armağan ettiğinin bilinciyle Tanrının gelecekte de bizi koruması için ve mucizelerinin hiç bitmemesi için dilek tuttuk kimilerimiz . Yüzyıllardan sonra Israel evine geri dönmüş olmanın  mucizesiyle canlanan umudumuzun ışığında çocuklarımızın  aydınlanan geleceklerinin bilinciyle şarkılar söyledik yeniden.. . Her gece sevdiklerimiz, dostlarımız, çocuklarımız ve torunlarımızla yaşadık bu güzeel Işıklar Bayramını. Sufganiyot ( Donuts ) yiyerek, tatlılarla, şekerlemelerle  sevivonlarla ( topaç çevirerek! ) . Bunlar bizi biz yapan şeyler. Hayatımıza anlam veren gelenekler. Aileyi birarada tutan, maddi değerlerin yanında,  yüzeysel, tensel ve anlık mutlulukların ardındaki esası bize hatırlatan şeyler.  Sadece geçmişimizi  unutmadığımız sürece  gelecek için kendimize daha emin bir temel kurmamızın mümkün olduğunu bilerek yaşamak. .                                                                                                                                                      Biz Hanuka'yı geride bırakırken Avrupa'da, Amerika'da Hıristiyanlar başka bir bayramı karşılamaya hazırlanıyorlar. Noel'i. Yani Yeshu'nun ( ya da Türkçe'deki adıyla İsa'nın )  doğumunu müjdeleyen gün için seviniyorlar şimdiden. . O gece bütün bir aile en güzel kıyafetleriyle gidecekleri gece ayininde Yeshu'nun onların kurtarıcıları olduğunu tekrarlayacakları dualarında yine yüzyıllardır devam eden bir gelenekle ailenin, birlikte ortak bir sevinci yaşamanın anlamını hatırlayacaklar..                                                                                                  Dinler toplumları bir anlamda  birarada tutan en temel kavramlardan biri . Aile denen mevhumu oluşturan çok şey dini geleneklerden gelir . Şabat olsun ya da Pazar günü ayini için kiliseye gitmek olsun çok ta farketmez aslında  Önemli olan kimi ritüellerin aileyi bir araya getirmek için geçerli bir sebep oluşturmaları..    Temelde birbirmizden çok farklı olmadığımızı anlamakta zorluk çeksekte, inançlarımızın bizi birbirimizden ayırmaktan çok birleştirmesi gerektiğini de anladığımız gün, Tanrının gerçek çocukları olabilmeyi başaracağız aslında. Her birimiz hangimizin inancının daha haklı olduğu tartışmasını bir kenara  bırakıp temelde hepimizin aynı şeyler için didindiğimizin farkına varmamız ne kadar önemli bir de bunu görebilsek. Çocuklarımız ve ailemiz için neleri göze aldığımızı. Yaşadığımız yer ya da inancımız ne olursa olsun biz küçük insanların tek amacımızın çocuklarımıza güzel bir gelecek verebilmek adına gösterdiğimiz çaba olduğunu unutmasak. Aynı evren üzerinde yaşarken küçücük şeylerin hesabıyla kocaman ayrışımlar içine düştüğümüzü görebilseydik keşke.. Kendi geleneklerimizi yaşarken başka insanların bizden kimi farklı alışkanlıklarını daha bir sevgiyle ve toleransla karşılayabilseydik keşke. Gerçekten birbirimizi daha iyi anlamak adına hareket edebilseydik ve bu farklılıklarla yaşamayı öğrenebilseydik hep beraber.                                                                                                                                Dün Strazburg'da bir Noel Pazarında alışveriş yapan insanları din adına kurşuna dizen kişi de Tanrı'ya inandığını söylüyor. Ve o kendi inancının içinde düştüğü radikalizmle geldiği noktada Tanrının adıyla insanların canını alabilecek kadar şeytanlaşabilmiş milyonlardan sadece biri. Kitaplarından  Cihad kavramını çıkaramayanların ılımlılık ve Tanrı sevgisinden bahsetmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.       Bu dünyayı kurtaracak olanlarsa sanırım, dinleri, gelenekleri ve toplumsal değerleri ne olursa olsun  içlerinden nefreti söküp atarak  birbirlerine kucak açmayı başaranlar olacaktır. Eğer mümkünse.....
Batya R. Galanti

22 Kasım 2018 Perşembe


                                 HEDEF



15 Kasım 2003 yılında İstanbul'daki  sinagoglara yapılan bombalı saldırılarda 28 kişi hayatını kaybetmiş yüzlerce insan da yaralanmıştı. Türkiye'deki Yahudi Cemiyetine karşı yapılan  üçüncü saldırı idi bu.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de hala ikamet eden sayılı miktardaki cemiyetimiz üyeleri o gün katledilen vatandaşlarımızı tekrardan hatırladılar.  Bu mel'un olayın bana anımsattığı ilk şey 1986 yılında bizi ilk kez hedef aldıkları günkü yaşadığım büyük şaşkınlık ve elemdir.. O sabahı hiç unutmadım . Yıllar geçse de..... Politikayla, Filistinle hiç bir ilişkileri olmayan , kendi hallerinde , bir çoğu yaşlı insanlarımızın dua ederken kurşuna dizildikleri bir Cumartesi sabahı. İstanbul sonbaharları yağmurlu olsa da genelde o gün güneşli bir gündü.. Öğlen haberlerinde duyuldu ilk kez Neve Şalom'da olanlar .  Kendi içimizdeyse çalan telefonlarla haber bir kişiden diğerine iletilmişti sabah saatlerinde daha basına yansımadan .
Neden dedim?? Neden saldırsınlar ki bize?? Kime ne yaptık biz??
O zaman 17 yasındaydım. Terörün adresinin her yer ve herkes olduğu gerçeğinden haberim yoktu.. Ertesi günkü gazetenin ilk sayfasında Neve Şalom'un resimlerini görmek ne tuhaftı.. Toplumdan o kadar uzak yaşamaya alışmıştık ki. Kendi içimizde süren bir hayat..  Kendimden dinimden, bizden Türklere bahsetmeye hiç alışık değildim. Boynumdan düşmeyen Magen David'ime rağmen.. Hiç bahsetmezdim , Biz konuşmazdık.  Öyle içimize kapanık bir toplum olarak yaşamaya alışmıştık. Göze batmayan, hiç bir şeye karışmayan.  İşte bu şekilde bir sabah Neve Şalom'un isminin radyo'da geçmesi, ertesi gün gazetelerin baş sayfalarında yine bizden bahsetmeleri benim için çok tuhaf duygular yaratan şeylerdi..
Pazar sabahki gazetede hiç bir sansür yapılmadan basılan resimlerin bende yarattığı şoku anımsıyorum.. Ceset resimlerini hatırlıyorum. Üzerlerinde kanlar bulanmış tallitleriyle yerde yatan erkekler.. Resimlerin birinde gördüğüm adam koridorda idi.. O resme ne kadar süre baktığımı bilmiyorum. Tek bildiğim kaçmaya çalışırken son anda vurulup öldüğüne kanaat getirmiş olduğumdu. .Bu da beni  çok  çok üzmüştü. Abu Nidal Örgütü üstlenmişti saldırıyı. Al-Fatah Örgütünün bir uzantısı olan Abu -Nidal Terör Örgütü..
Abu Nidal'ın saldırılarında öldürülen kişi sayısı dünya genelinde 300 imiş..
İşte o saldırının ardından cemiyet hayatımız bir anda değişmişti.  O güne dek sinagoglara, sosyal toplantılara elimizi kolumuzu sallayarak rahatça girip çıkan bizler artık tehlikenin çok içlerinde bir yerlerde olduğumuz hissiyle yaşamaya başlamıştık birden. Demek  Hedeftik..
1986 yılındaki bu saldırının ardından Neve Şalom çok geniş çaplı bir onarımdan geçti. Son derece büyük güvenlik önlemleri alındı. Artık sinagoglara elini kolunu sallayarak girmek bir kenara dua saatleri dışında bir zamanda gelen kişinin kapıdan içeri adım atması mümkün bile değildi. Çelik kapıların ardında saklanan düğünler , cenazeler  ve ayinler.  Kapıda insanların birikmelerine bir an bile müsade etmeyen güvenlik görevlileri cemiyet yaşantımızın en doğal şeyleri oluverdi o tarihten sonra.  Tüm bu önlemler tekrar  yapılan saldırıları engellemedi fakat olası insan kaybını çok büyük oranda azalttı..
2003'teki saldırıda eğer  bu kadar büyük bir güvenlik çemberi içinde olmasaydı cemiyetimiz verilecek kayıpların sayısı mutlaka çok daha büyük olacaktı,, Seçilen, gün, saat , herşey zaiyatın maksimum olması için planlanmıştı..  .. Yine bir cumartesi sabah dokuzu 13 gece  Neve Salom Sinagonunun önünde patlayan bombaların yarattığı cehennem..  Neve Şalom'daki patlamadan sadece iki dakika sonra Şişli'deki  Beth-Israel Sinagog'una bomba yüklü bir aracın  girmesiyle yaşananlar unutulacak gibi değil .
O gün 28 kişi öldü. Bu kez ölenlerin çoğu çevredeki Müslümanlardı. Bizim Cemiyetimizden ise Şişli'deki sinagogta 6 insanımızı kaybettik.
 Neve Şalom'da o sabah  bir kutlama için toplanan 300 kişinin yara almadan kurtulmaları ise kesinlikle mucize olarak nitelendirilemez.
Bu olayların ertesindeki günlerde kimi yaşananlar, Şişhane Semti sakinleri ve esnafları tarafından  cemiyetimize yönelik kimi inanılmaz çıkışlar Türkiye'deki insan profilini kimi açılardan ortaya çıkarmak adına çok önemli işaretler vermişti.
Şişhane'deki esnaf Türk Yahudi Cemaatine davacıydı . Sizin yüzünüzden bizler öldük ve malımıza,mülkümüze zarar geldi . Bu yüzden zararımızı sizin  tazmin etmenizi bekliyoruz diyenler bile olmuştu.
Kendi  toplumları içinden çıkan radikal İslamın dıştan aldığı destekle gerçekleştirdiği bir saldırı için saldıran taraf yerine saldırıya uğrayan 'mağdur' 'u suçlamak sanırım onların bu küçük azınlığa karşı ne kadar tahammülsüz olduklarının bir göstergesidir.


Batya R. Galanti

12 Kasım 2018 Pazartesi

  BİR ANI DEFTERİ


Genç bir kızken evimizin bir köşesinde bir hatıra defteri bulmuştum.. Kırmızı deri kaplı ve üzerinde bir de kilidi olanlardan. Hani eskilerde neredeyse tüm hatıra defterlerinde olduğu gibi .. Belkide o kilidi yüzünden içinizde çok daha fazla merak uyanırdı. Bilmediğiniz bir dünyayı keşfedecekmişmişiniz gibi olursunuz bir an ! Gerçi sonunda bu defter pek öyle özenle saklanmış da sayılmazdı. Diğer kitapların arasında duruyordu.

Okuduğum ilk Hatıra defteri tüm dünyada herkesin tanıdığı, bildiği; " Anne Frankin Hatıra defteri"idi. . 14 yaşında, gelişme çağındaki bir genç kızın II. Dünya Savaşının korkunç gerçekleriyle kendi duygusal gelişiminin karmaşaları içinde geçen iki korku dolu yılı anlatan defter. En sonunda ölümden kaçmayı başaramayan bir çocuğun yazdığı en samimi duyguları ölümünden yıllar sonra tüm dünyaya ulaşan Anne Frank'in anı defteri ilk okuduğum hatıra defteriydi benim de..


Evde bulduğum defter belki Anne Frank'ın hatıraları gibi yankı uyandırmasa da beni çok etkilemişti. Annemin kaleminden çıkan satırlarda o güne kadar bilmediğim kimi şeyler vardı. Türkiye'nin 1940'larda geçtiği yokluk içindeki seneleri kıyısından köşesinden kimi satırlarda görebilmiş olduğum anılarında en çok dikkati çeken şey ergenlik çağındaki bir kızın annesiyle arasında yaşadığı çatışmaları ve birbirleriyle çok yakın olduğu kardeşini kısacık bir zaman zarfında kaybetmiş olmasının acısıydı. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan Elio'nun ölümünü anlattığı satırlarda tanık olduğum ızdırabı o güne dek annemden öyle çok teferruatlı duymamış olduğum anlarla birlikte dafterin sayfalarında not düşmüştü..

Çocuklukları aynı yıllara tesadüf edenlerin karşı karşıya kaldıkları şeylerden biri de çok çocuklu ailelerde dünyaya gelmiş olmanın yanısıra çoğu kez ölen bir kardeşin acıklı hikayesinin hayatlarının vaz geçilmez bir başka gerçeği olmasıydı sanki. Açlığın, sefaletin, acımasız bir savaşın içinde geçen yılların getirdiği bin bir farklı sebebin neden olduğu zamansız ve olmaması gereken ölümler ne kadar da sıktı o zamanlar .

Türkiye II. Dünya savaşına  her ne kadar iştirak etmemiş olsa da bu derece geniş çaplı bir harbin getirdiği sıkıntıları onlar da yaşamışlardı. Zaten çökmüş bir imparatorluğun yıkıntıları arasından bin bir güçlükle ortaya çıkan yepyeni bir cumhuriyet olan Türkiye'nin kendi içindeki sıkıntıları az değilken yeniden başlayan ikinci bir dünya savaşının getirdiği  ekonomik bunalım  halkın büyük bir çoğunluğunu etkilemişti.

Annemin hikayesi aslında belki bir çoklarınınkinden çok farklı değildi.
Ortaköy'de Portokal Yokuşu üzerindeki evlerinde mütevazi bir hayat yaşayan bir Yahudi ailesi. İki katlı taştan bir evde, beş çocuk ve bir de yaşlı teyzeleri ile birlikte ikamet eden dedem ve anneannem.  Anneannemin adı Viktorya idi.. Zamanın insanlarına özgü beceriklikliliği ile " her işin altından kalkmayı bilen" cesur bir insandı demek bu kadını en yalın şekilde anlatmaya yeten kelimelerdi sanırım .
O zamanki insanlar yaşadıkları hayat şartlarında öyle beceriler geliştirmişlerdi ki, gerektiğinde bir komşunun hayatını dahi rahatça kurtarmayı bilecek kadar büyük tecrübelere sahiptiler. İşte bu şekilde evini ve ailesini çekip çeviren kuvvetli bir anne ve  bir fabrikada ustabaşı olarak çalışan  marangoz bir baba.  Dedemin  adı Avraam'di.. Birbirlerine gösterdikleri saygı ve aralarında hiç bitmeyen sonsuz sevgiyle çıktıkları yolda sadece çocukları için nefes alan bu iki insan için hayat bir noktada başlıyor ve aynı noktada bitiyordu. Gelenekler!  Sabat günününün çevresinde dönüyor gibiydi herşey. Tüm hafta çalışılır ve çarşamba'dan itibaren Sabat'a hazırlık başlardı.

Annem günlüğünde her ne kadar çok çocuklu bir aile olmanın getirdiği sorunlar yüzünden annesiyle girdiği tartışmalardan, bir çeşit mücadeleye dönen ilişkilerinden duyduğu huzursuzlukları da anlatmış olsa da  genel hatlarıyla yaşamları yine de  sakin ve huzurlu idi . Çünkü  manevi değerleri esas alan ailelerde hayat daha farklı bir boyutta şekillenir her zaman. Eskiden ve bugün.. Hep aynı.
Maddi yönlerin daha zayıf olduğu yerde maneviyat nedense daha bir güç kazanıyor. Dindar insanlar sayılmamalarına rağmen gelenekler bu tip ailelerin hayatlarında çok önemli bir yer tutuyor her zaman .

Bütün bir hafta karneye bağlı satılan küçücük bir ekmeği her gün çocukları arasında bölüştürürlerken Sabat günü , haftada sadece bir gün sofrada sınırsız yemek mümkündü der annem. İşte o zaman da inadına ağzına peşi sıra soktuğu ekmekler boğazına dizilirlermiş.. Her akşam yemek sonrası babalarının onlara okuduğu İspanyolca hikayelerle sevinen çocukların gülen yüreklerinde aile kavramı dışında tanıdıkları farklı dünyalar yoktu o zaman.

Bu şekilde iyi kötü devam eden hayatları ona en yakın olan kardeşinin aniden hastalandığı bir gün ters düz olmuş. Ondan hiç ayrılmayan kardeşi Elio.. Bnei Brit'te yani Yahudi Okulunda okuyan ve mükemmel bir talebe olmasının dışında boş vakitlerinde daha küçücük yaşından kendine cep harçlığı çıkarmayı beceren  akıllı mı akıllı , dünya iyisi  ve kocaman yaprak rengi gözlerini hiç unutamayan annemin gözünde belki de tüm çocukların içinde en güzeli olan Elio... Okula birlikte giden,  sürekli birlikte oynayan iki çocuk.  Ortaköy çarşısında annemin yaptığı muzipliklere gülen , ona çikolatalar satın alan, ondan küçük olmasına rağmen kazandığı paradan annesine ve ona ayıran kardeşi..  Hatıralarında annem öyle bir hüzünle anlatmıştı ki onu. Elio hastalanmadan iki hafta evvel bir gün okuldan ağlayarak dönmüş .. En iyi arkadaşı apandisit krizi yüzünden aniden ölünce çocuk nasıl da allak bullak olmuş.. " Anne inanamıyorum Kemal oldu!!"  En yakın arkadaşının ani ölüm haberiyle alt üst olan Elio bu olaydan sadece günler sonra, bir öğlen okul sonrası eve hasta dönmüş ..Daha bir kaç gün evvel Bar Mitzva yapmış olan çocuk aniden ateşlenmiş. Yüksek ateş ve kötü bir baş ağrısıyla başlayan rahatsızlığının ciddi olduğunu anlayınca aile hemen eve doktor çağırmış. Doktor çocuğun tifo'ya yakalandığını zannetmiş. Yanlış teşhis yüzünden boşa geçen günlerle kötüleşen durumu ve Balat Hastanesine yatırıldıktan sonra Menenjit'e yakalanmış olduğu ortaya çıkınca gereken tedavi için koşturan bir baba.  Savaş yeni son bulduğu  için devam eden ekonomik darlık yüzünden ihtiyaç duyulan ilacı satın almak herkes için mümkün değildi o zaman diye anlatmış annem.  . Durum ne kadar acil olsa bile en hayatı ilaçların ancak karaborsa'da yüksek ücretler karşılığında elde edilebilindiği seneler bunlar...Dedem ne yapıp ne edip en sonunda ilacı satın almış .

Günlüğünde rüyasında kardeşini gördüğü geceyi anlatmıştı annem. Karanlık bir denizde boğulurken görmüş onu.. Elio dalgaların arasında kaybolurken onu çağırıyormuş.. Ertesi sabah doktor sormuş Süzi kimdir ? diye,  Son nefesini vermeden onun ismini söylemiş . (Filmlerdeki gibi )

Annemin günlüğünü okuduğum gün ben de yazmak istedim. Kendimi anlatmak..Bugün geçmişten bu yana aralıklarla tam 30 yıldır günlük tutmaya devam ediyorum.    Annemin  hatıra defteri ise yıllardan  sonra Israel'e göç ederken bir şekilde kayboldu .

Sanırım bitmeyen göçlerimizle bir klasik olan Yahudi hayatının diğer bir özelliği de keşfettiğimiz yeni topraklara ya da en sonunda döndüğümüz gerçek evimize varana dek elimizden kayıp gidebilen kimi belgelerin, kimi hatıraların istemeden de olsa bazen  tarihe karışması..


Batya R, Galantı

31 Ekim 2018 Çarşamba

                                MEDYANIN İSRAEL İNFAZI 


Israel ne zaman kendini teröre karşı savunmaya kalksa nedenleri niçinleri bir tarafa bırakmaya alışık olan dünya medyası klasik başlıklarından birini atar..
'Israel yine vuruyor..  Israel Gazze'de Hamasi hedef aldı.. Israel uçakları bilmem kaç Filistinliyi öldürdü...
Hamas Israel'deki sivilleri tehtid ettiği ve öldürmeğe çalıştığı sürece sorun yoktur lafı edilmez.  Israel bu tehtide karşı cevap verdiği zamansa sorun büyüktür..
Geçtiğimiz hafta bir gecede Hamas tarafından atılan onlarca roket ve Negev çölünün ortasında bulunan  Beer Sheva kentindeki bir evin  bu roketlerden biri tarafından isabet alarak yıkılmış olması Israel dışındaki basında doğal olarak (!!)   çok fazla yankı bulmadı..
Olay anında  yanlız olan genç annenin son anda uyku sersemliği ile yataklarından aldığı çocuklarıyla saklandığı sığınağında füzeden korunmayı başarmış olması büyük bir şans fakat buna Avrupa'da biçilen haber değeri sıfır.
Israel'in bugün bir çok yerleşim yerinde hayatı neredeyse tamamen sabote etmeyi  başaran Hamas'ın arkasında durmaya devam eden medya ,bağnazlığın ellerine teslim edilmiş Filistin halkının haklarının yanında olduğunu iddia ediyor .. Aylardır sınıra yığdığı küçücük çocukların güvenliklerinden kim sorumlu bense sadece bunu merak ediyorum?
Abu Mazen'le süren anlaşmazlıkları sonucunda kendilerine düşen parayı alamayan Hamas'ın girdiği ekonomik sıkıntı acaba sadece birilerinin onlara yaptığı haksızlık midir ?
Hala ellerindeki parayı sadece yönetime yakın zümreyi beslemekten ve terör tünelleri için kullanmaya ne zaman son verecekler acaba? Ekonomik krizden bahsedenler her kazdıkları tünel için milyonlarca dolar harcıyor..
Bu arada Israel'de Gazze sınırındaki kibutzlar , moshavlar ( yani köyler ) normal bir hayatın ne demek olduğunu aylardır unuttular. Aslında bu sorun bir şekilde yıllardır devam ediyor..
Sadece  son aylarda Hamas teroristleri yepyeni taktiklerle  el emeği ve alın teriyle ekilmiş toprakları hiç canları acımadan küle çevirmeye devam ediyor.. Bu topraklarda ekilen ürünlerin her gün kendilerine ulaşan tonlarca yardımın bir parçası olduğunu umursamadan tarlaları ve ağaçlık alanları yakmaya devam ediyorlar..
Her atılan roketin ardından  güvenli bir alana sığınmak için sahip oldukları süre sadece 15 saniye olan çocukların geçirdikleri travmadan bir kez olsun bahsetmiş yabancı bir site, bir gazete bilmiyorum.
Geçen hafta Ber Sheva'ya düşen roketin haberini veren Fransız gazetelerinden birinin ; Israel dün gece Gazze'yi vurdu!  diye attığı başlıkta  sebebin Gazze'den atılan roketler olduğunu cümlenin ikinci yarısında veren haberin amacı belli .  Amaç Israel'i mağdur taraf yerine aktif saldırgan taraf olarak göstermek.  Gazze'den atılan roket yüzünden yıkılan evdense sadece en son paragrafta bahsediliyordu . Çoğu insanın en son paragrafa varmadan bu haberi bırakarak başka habere geçtiği ise bilinen bir şeydir. 
 Gazeteci okuyucuya bir haberi iletirken kullandığı dil ve vurgularla  olaylardan okuyucunun neler algılayacağını belirler..  Yani sonuçta haberde yanlış ya da yalan bir unsur olmadan bile okuyucuya istenilen intiba  klasik taktikler  kullanılarak verilir. Hoş açıkça saklanan şeyler  ve çarptırılan gerçekler buna dahil degil.
Mesela Türk Basını halkına her gün Filistinlilerin ' Barışçıl ' gosteriler sırasında Israel askerleri tarafından hunharca katledildiklerini anlatır durur..
Geçen gün yine Gazze sınırında, bölgedeki sivil yerleşimlerin dibinde  bomba yerleştirmek için gönderilen 12-14 yaşlarındaki çocukların ölümlerinden de mutlaka yine Israel sorumlu gösterilmiştir..
 Gazze'deki cocukların ölümüne istismarlarına karşın Dünya Çocuk Hakları Kuruluşları neredeler acaba??  UNESCO? ?? Birleşmis Milletler??!!! )
Ahlaki değerleri sıfır olan insanların kurduğu bir terör yönetimi ve onların ellerinde oyuncağa çevrilen bir halkla bu savaşın boyutları ve şekli daha nerelere varır bilinmez  ama kendileri için çok titiz standartlar çerçevesinde yaşayan Avrupa'nın başkaları için düşündüğü ölçüler ve değerler  çok farklı görünüyor.. Menfaatlarle yazılan ve çizilen medya bunu en açık şekliyle kanıtlamaya devam ediyor.


Batya R. Galanti