12 Aralık 2018 Çarşamba



                         DİN VE HOŞGÖRÜ

Geçtiğimiz günlerde Israel'de Hanukka bayramıydı. Aslında daha doğrusu tüm dünya Yahudilerinin Hanukka bayramıydı geçen hafta. Sekiz kollu şamdanın üzerinde sekiz gün boyunca yaktığımız her bir mumda Tanrının Yahudilere gösterdiği mucizesini bir kez daha hatırladık.   Sekiz gün boyunca süren bayramda yakılan her bir mumda tarihin bizlere tekrar ve tekrar nasıl yeni mucizeleri de armağan ettiğinin bilinciyle Tanrının gelecekte de bizi koruması için ve mucizelerinin hiç bitmemesi için dilek tuttuk kimilerimiz . Yüzyıllardan sonra Israel evine geri dönmüş olmanın  mucizesiyle canlanan umudumuzun ışığında çocuklarımızın  aydınlanan geleceklerinin bilinciyle şarkılar söyledik yeniden.. . Her gece sevdiklerimiz, dostlarımız, çocuklarımız ve torunlarımızla yaşadık bu güzeel Işıklar Bayramını. Sufganiyot ( Donuts ) yiyerek, tatlılarla, şekerlemelerle  sevivonlarla ( topaç çevirerek! ) . Bunlar bizi biz yapan şeyler. Hayatımıza anlam veren gelenekler. Aileyi birarada tutan, maddi değerlerin yanında,  yüzeysel, tensel ve anlık mutlulukların ardındaki esası bize hatırlatan şeyler.  Sadece geçmişimizi  unutmadığımız sürece  gelecek için kendimize daha emin bir temel kurmamızın mümkün olduğunu bilerek yaşamak. .                                                                                                                                                      Biz Hanuka'yı geride bırakırken Avrupa'da, Amerika'da Hıristiyanlar başka bir bayramı karşılamaya hazırlanıyorlar. Noel'i. Yani Yeshu'nun ( ya da Türkçe'deki adıyla İsa'nın )  doğumunu müjdeleyen gün için seviniyorlar şimdiden. . O gece bütün bir aile en güzel kıyafetleriyle gidecekleri gece ayininde Yeshu'nun onların kurtarıcıları olduğunu tekrarlayacakları dualarında yine yüzyıllardır devam eden bir gelenekle ailenin, birlikte ortak bir sevinci yaşamanın anlamını hatırlayacaklar..                                                                                                  Dinler toplumları bir anlamda  birarada tutan en temel kavramlardan biri . Aile denen mevhumu oluşturan çok şey dini geleneklerden gelir . Şabat olsun ya da Pazar günü ayini için kiliseye gitmek olsun çok ta farketmez aslında  Önemli olan kimi ritüellerin aileyi bir araya getirmek için geçerli bir sebep oluşturmaları..    Temelde birbirmizden çok farklı olmadığımızı anlamakta zorluk çeksekte, inançlarımızın bizi birbirimizden ayırmaktan çok birleştirmesi gerektiğini de anladığımız gün, Tanrının gerçek çocukları olabilmeyi başaracağız aslında. Her birimiz hangimizin inancının daha haklı olduğu tartışmasını bir kenara  bırakıp temelde hepimizin aynı şeyler için didindiğimizin farkına varmamız ne kadar önemli bir de bunu görebilsek. Çocuklarımız ve ailemiz için neleri göze aldığımızı. Yaşadığımız yer ya da inancımız ne olursa olsun biz küçük insanların tek amacımızın çocuklarımıza güzel bir gelecek verebilmek adına gösterdiğimiz çaba olduğunu unutmasak. Aynı evren üzerinde yaşarken küçücük şeylerin hesabıyla kocaman ayrışımlar içine düştüğümüzü görebilseydik keşke.. Kendi geleneklerimizi yaşarken başka insanların bizden kimi farklı alışkanlıklarını daha bir sevgiyle ve toleransla karşılayabilseydik keşke. Gerçekten birbirimizi daha iyi anlamak adına hareket edebilseydik ve bu farklılıklarla yaşamayı öğrenebilseydik hep beraber.                                                                                                                                Dün Strazburg'da bir Noel Pazarında alışveriş yapan insanları din adına kurşuna dizen kişi de Tanrı'ya inandığını söylüyor. Ve o kendi inancının içinde düştüğü radikalizmle geldiği noktada Tanrının adıyla insanların canını alabilecek kadar şeytanlaşabilmiş milyonlardan sadece biri. Kitaplarından  Cihad kavramını çıkaramayanların ılımlılık ve Tanrı sevgisinden bahsetmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.       Bu dünyayı kurtaracak olanlarsa sanırım, dinleri, gelenekleri ve toplumsal değerleri ne olursa olsun  içlerinden nefreti söküp atarak  birbirlerine kucak açmayı başaranlar olacaktır. Eğer mümkünse.....
Batya R. Galanti

22 Kasım 2018 Perşembe


                                 HEDEF



15 Kasım 2003 yılında İstanbul'daki  sinagoglara yapılan bombalı saldırılarda 28 kişi hayatını kaybetmiş yüzlerce insan da yaralanmıştı. Türkiye'deki Yahudi Cemiyetine karşı yapılan  üçüncü saldırı idi bu.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de hala ikamet eden sayılı miktardaki cemiyetimiz üyeleri o gün katledilen vatandaşlarımızı tekrardan hatırladılar.  Bu mel'un olayın bana anımsattığı ilk şey 1986 yılında bizi ilk kez hedef aldıkları günkü yaşadığım büyük şaşkınlık ve elemdir.. O sabahı hiç unutmadım . Yıllar geçse de..... Politikayla, Filistinle hiç bir ilişkileri olmayan , kendi hallerinde , bir çoğu yaşlı insanlarımızın dua ederken kurşuna dizildikleri bir Cumartesi sabahı. İstanbul sonbaharları yağmurlu olsa da genelde o gün güneşli bir gündü.. Öğlen haberlerinde duyuldu ilk kez Neve Şalom'da olanlar .  Kendi içimizdeyse çalan telefonlarla haber bir kişiden diğerine iletilmişti sabah saatlerinde daha basına yansımadan .
Neden dedim?? Neden saldırsınlar ki bize?? Kime ne yaptık biz??
O zaman 17 yasındaydım. Terörün adresinin her yer ve herkes olduğu gerçeğinden haberim yoktu.. Ertesi günkü gazetenin ilk sayfasında Neve Şalom'un resimlerini görmek ne tuhaftı.. Toplumdan o kadar uzak yaşamaya alışmıştık ki. Kendi içimizde süren bir hayat..  Kendimden dinimden, bizden Türklere bahsetmeye hiç alışık değildim. Boynumdan düşmeyen Magen David'ime rağmen.. Hiç bahsetmezdim , Biz konuşmazdık.  Öyle içimize kapanık bir toplum olarak yaşamaya alışmıştık. Göze batmayan, hiç bir şeye karışmayan.  İşte bu şekilde bir sabah Neve Şalom'un isminin radyo'da geçmesi, ertesi gün gazetelerin baş sayfalarında yine bizden bahsetmeleri benim için çok tuhaf duygular yaratan şeylerdi..
Pazar sabahki gazetede hiç bir sansür yapılmadan basılan resimlerin bende yarattığı şoku anımsıyorum.. Ceset resimlerini hatırlıyorum. Üzerlerinde kanlar bulanmış tallitleriyle yerde yatan erkekler.. Resimlerin birinde gördüğüm adam koridorda idi.. O resme ne kadar süre baktığımı bilmiyorum. Tek bildiğim kaçmaya çalışırken son anda vurulup öldüğüne kanaat getirmiş olduğumdu. .Bu da beni  çok  çok üzmüştü. Abu Nidal Örgütü üstlenmişti saldırıyı. Al-Fatah Örgütünün bir uzantısı olan Abu -Nidal Terör Örgütü..
Abu Nidal'ın saldırılarında öldürülen kişi sayısı dünya genelinde 300 imiş..
İşte o saldırının ardından cemiyet hayatımız bir anda değişmişti.  O güne dek sinagoglara, sosyal toplantılara elimizi kolumuzu sallayarak rahatça girip çıkan bizler artık tehlikenin çok içlerinde bir yerlerde olduğumuz hissiyle yaşamaya başlamıştık birden. Demek  Hedeftik..
1986 yılındaki bu saldırının ardından Neve Şalom çok geniş çaplı bir onarımdan geçti. Son derece büyük güvenlik önlemleri alındı. Artık sinagoglara elini kolunu sallayarak girmek bir kenara dua saatleri dışında bir zamanda gelen kişinin kapıdan içeri adım atması mümkün bile değildi. Çelik kapıların ardında saklanan düğünler , cenazeler  ve ayinler.  Kapıda insanların birikmelerine bir an bile müsade etmeyen güvenlik görevlileri cemiyet yaşantımızın en doğal şeyleri oluverdi o tarihten sonra.  Tüm bu önlemler tekrar  yapılan saldırıları engellemedi fakat olası insan kaybını çok büyük oranda azalttı..
2003'teki saldırıda eğer  bu kadar büyük bir güvenlik çemberi içinde olmasaydı cemiyetimiz verilecek kayıpların sayısı mutlaka çok daha büyük olacaktı,, Seçilen, gün, saat , herşey zaiyatın maksimum olması için planlanmıştı..  .. Yine bir cumartesi sabah dokuzu 13 gece  Neve Salom Sinagonunun önünde patlayan bombaların yarattığı cehennem..  Neve Şalom'daki patlamadan sadece iki dakika sonra Şişli'deki  Beth-Israel Sinagog'una bomba yüklü bir aracın  girmesiyle yaşananlar unutulacak gibi değil .
O gün 28 kişi öldü. Bu kez ölenlerin çoğu çevredeki Müslümanlardı. Bizim Cemiyetimizden ise Şişli'deki sinagogta 6 insanımızı kaybettik.
 Neve Şalom'da o sabah  bir kutlama için toplanan 300 kişinin yara almadan kurtulmaları ise kesinlikle mucize olarak nitelendirilemez.
Bu olayların ertesindeki günlerde kimi yaşananlar, Şişhane Semti sakinleri ve esnafları tarafından  cemiyetimize yönelik kimi inanılmaz çıkışlar Türkiye'deki insan profilini kimi açılardan ortaya çıkarmak adına çok önemli işaretler vermişti.
Şişhane'deki esnaf Türk Yahudi Cemaatine davacıydı . Sizin yüzünüzden bizler öldük ve malımıza,mülkümüze zarar geldi . Bu yüzden zararımızı sizin  tazmin etmenizi bekliyoruz diyenler bile olmuştu.
Kendi  toplumları içinden çıkan radikal İslamın dıştan aldığı destekle gerçekleştirdiği bir saldırı için saldıran taraf yerine saldırıya uğrayan 'mağdur' 'u suçlamak sanırım onların bu küçük azınlığa karşı ne kadar tahammülsüz olduklarının bir göstergesidir.


Batya R. Galanti

12 Kasım 2018 Pazartesi

  BİR ANI DEFTERİ


Genç bir kızken evimizin bir köşesinde bir hatıra defteri bulmuştum.. Kırmızı deri kaplı ve üzerinde bir de kilidi olanlardan. Hani eskilerde neredeyse tüm hatıra defterlerinde olduğu gibi .. Belkide o kilidi yüzünden içinizde çok daha fazla merak uyanırdı. Bilmediğiniz bir dünyayı keşfedecekmişmişiniz gibi olursunuz bir an ! Gerçi sonunda bu defter pek öyle özenle saklanmış da sayılmazdı. Diğer kitapların arasında duruyordu.

Okuduğum ilk Hatıra defteri tüm dünyada herkesin tanıdığı, bildiği; " Anne Frankin Hatıra defteri"idi. . 14 yaşında, gelişme çağındaki bir genç kızın II. Dünya Savaşının korkunç gerçekleriyle kendi duygusal gelişiminin karmaşaları içinde geçen iki korku dolu yılı anlatan defter. En sonunda ölümden kaçmayı başaramayan bir çocuğun yazdığı en samimi duyguları ölümünden yıllar sonra tüm dünyaya ulaşan Anne Frank'in anı defteri ilk okuduğum hatıra defteriydi benim de..


Evde bulduğum defter belki Anne Frank'ın hatıraları gibi yankı uyandırmasa da beni çok etkilemişti. Annemin kaleminden çıkan satırlarda o güne kadar bilmediğim kimi şeyler vardı. Türkiye'nin 1940'larda geçtiği yokluk içindeki seneleri kıyısından köşesinden kimi satırlarda görebilmiş olduğum anılarında en çok dikkati çeken şey ergenlik çağındaki bir kızın annesiyle arasında yaşadığı çatışmaları ve birbirleriyle çok yakın olduğu kardeşini kısacık bir zaman zarfında kaybetmiş olmasının acısıydı. Kendisinden sadece bir yaş küçük olan Elio'nun ölümünü anlattığı satırlarda tanık olduğum ızdırabı o güne dek annemden öyle çok teferruatlı duymamış olduğum anlarla birlikte dafterin sayfalarında not düşmüştü..

Çocuklukları aynı yıllara tesadüf edenlerin karşı karşıya kaldıkları şeylerden biri de çok çocuklu ailelerde dünyaya gelmiş olmanın yanısıra çoğu kez ölen bir kardeşin acıklı hikayesinin hayatlarının vaz geçilmez bir başka gerçeği olmasıydı sanki. Açlığın, sefaletin, acımasız bir savaşın içinde geçen yılların getirdiği bin bir farklı sebebin neden olduğu zamansız ve olmaması gereken ölümler ne kadar da sıktı o zamanlar .

Türkiye II. Dünya savaşına  her ne kadar iştirak etmemiş olsa da bu derece geniş çaplı bir harbin getirdiği sıkıntıları onlar da yaşamışlardı. Zaten çökmüş bir imparatorluğun yıkıntıları arasından bin bir güçlükle ortaya çıkan yepyeni bir cumhuriyet olan Türkiye'nin kendi içindeki sıkıntıları az değilken yeniden başlayan ikinci bir dünya savaşının getirdiği  ekonomik bunalım  halkın büyük bir çoğunluğunu etkilemişti.

Annemin hikayesi aslında belki bir çoklarınınkinden çok farklı değildi.
Ortaköy'de Portokal Yokuşu üzerindeki evlerinde mütevazi bir hayat yaşayan bir Yahudi ailesi. İki katlı taştan bir evde, beş çocuk ve bir de yaşlı teyzeleri ile birlikte ikamet eden dedem ve anneannem.  Anneannemin adı Viktorya idi.. Zamanın insanlarına özgü beceriklikliliği ile " her işin altından kalkmayı bilen" cesur bir insandı demek bu kadını en yalın şekilde anlatmaya yeten kelimelerdi sanırım .
O zamanki insanlar yaşadıkları hayat şartlarında öyle beceriler geliştirmişlerdi ki, gerektiğinde bir komşunun hayatını dahi rahatça kurtarmayı bilecek kadar büyük tecrübelere sahiptiler. İşte bu şekilde evini ve ailesini çekip çeviren kuvvetli bir anne ve  bir fabrikada ustabaşı olarak çalışan  marangoz bir baba.  Dedemin  adı Avraam'di.. Birbirlerine gösterdikleri saygı ve aralarında hiç bitmeyen sonsuz sevgiyle çıktıkları yolda sadece çocukları için nefes alan bu iki insan için hayat bir noktada başlıyor ve aynı noktada bitiyordu. Gelenekler!  Sabat günününün çevresinde dönüyor gibiydi herşey. Tüm hafta çalışılır ve çarşamba'dan itibaren Sabat'a hazırlık başlardı.

Annem günlüğünde her ne kadar çok çocuklu bir aile olmanın getirdiği sorunlar yüzünden annesiyle girdiği tartışmalardan, bir çeşit mücadeleye dönen ilişkilerinden duyduğu huzursuzlukları da anlatmış olsa da  genel hatlarıyla yaşamları yine de  sakin ve huzurlu idi . Çünkü  manevi değerleri esas alan ailelerde hayat daha farklı bir boyutta şekillenir her zaman. Eskiden ve bugün.. Hep aynı.
Maddi yönlerin daha zayıf olduğu yerde maneviyat nedense daha bir güç kazanıyor. Dindar insanlar sayılmamalarına rağmen gelenekler bu tip ailelerin hayatlarında çok önemli bir yer tutuyor her zaman .

Bütün bir hafta karneye bağlı satılan küçücük bir ekmeği her gün çocukları arasında bölüştürürlerken Sabat günü , haftada sadece bir gün sofrada sınırsız yemek mümkündü der annem. İşte o zaman da inadına ağzına peşi sıra soktuğu ekmekler boğazına dizilirlermiş.. Her akşam yemek sonrası babalarının onlara okuduğu İspanyolca hikayelerle sevinen çocukların gülen yüreklerinde aile kavramı dışında tanıdıkları farklı dünyalar yoktu o zaman.

Bu şekilde iyi kötü devam eden hayatları ona en yakın olan kardeşinin aniden hastalandığı bir gün ters düz olmuş. Ondan hiç ayrılmayan kardeşi Elio.. Bnei Brit'te yani Yahudi Okulunda okuyan ve mükemmel bir talebe olmasının dışında boş vakitlerinde daha küçücük yaşından kendine cep harçlığı çıkarmayı beceren  akıllı mı akıllı , dünya iyisi  ve kocaman yaprak rengi gözlerini hiç unutamayan annemin gözünde belki de tüm çocukların içinde en güzeli olan Elio... Okula birlikte giden,  sürekli birlikte oynayan iki çocuk.  Ortaköy çarşısında annemin yaptığı muzipliklere gülen , ona çikolatalar satın alan, ondan küçük olmasına rağmen kazandığı paradan annesine ve ona ayıran kardeşi..  Hatıralarında annem öyle bir hüzünle anlatmıştı ki onu. Elio hastalanmadan iki hafta evvel bir gün okuldan ağlayarak dönmüş .. En iyi arkadaşı apandisit krizi yüzünden aniden ölünce çocuk nasıl da allak bullak olmuş.. " Anne inanamıyorum Kemal oldu!!"  En yakın arkadaşının ani ölüm haberiyle alt üst olan Elio bu olaydan sadece günler sonra, bir öğlen okul sonrası eve hasta dönmüş ..Daha bir kaç gün evvel Bar Mitzva yapmış olan çocuk aniden ateşlenmiş. Yüksek ateş ve kötü bir baş ağrısıyla başlayan rahatsızlığının ciddi olduğunu anlayınca aile hemen eve doktor çağırmış. Doktor çocuğun tifo'ya yakalandığını zannetmiş. Yanlış teşhis yüzünden boşa geçen günlerle kötüleşen durumu ve Balat Hastanesine yatırıldıktan sonra Menenjit'e yakalanmış olduğu ortaya çıkınca gereken tedavi için koşturan bir baba.  Savaş yeni son bulduğu  için devam eden ekonomik darlık yüzünden ihtiyaç duyulan ilacı satın almak herkes için mümkün değildi o zaman diye anlatmış annem.  . Durum ne kadar acil olsa bile en hayatı ilaçların ancak karaborsa'da yüksek ücretler karşılığında elde edilebilindiği seneler bunlar...Dedem ne yapıp ne edip en sonunda ilacı satın almış .

Günlüğünde rüyasında kardeşini gördüğü geceyi anlatmıştı annem. Karanlık bir denizde boğulurken görmüş onu.. Elio dalgaların arasında kaybolurken onu çağırıyormuş.. Ertesi sabah doktor sormuş Süzi kimdir ? diye,  Son nefesini vermeden onun ismini söylemiş . (Filmlerdeki gibi )

Annemin günlüğünü okuduğum gün ben de yazmak istedim. Kendimi anlatmak..Bugün geçmişten bu yana aralıklarla tam 30 yıldır günlük tutmaya devam ediyorum.    Annemin  hatıra defteri ise yıllardan  sonra Israel'e göç ederken bir şekilde kayboldu .

Sanırım bitmeyen göçlerimizle bir klasik olan Yahudi hayatının diğer bir özelliği de keşfettiğimiz yeni topraklara ya da en sonunda döndüğümüz gerçek evimize varana dek elimizden kayıp gidebilen kimi belgelerin, kimi hatıraların istemeden de olsa bazen  tarihe karışması..


Batya R, Galantı

31 Ekim 2018 Çarşamba

                                MEDYANIN İSRAEL İNFAZI 


Israel ne zaman kendini teröre karşı savunmaya kalksa nedenleri niçinleri bir tarafa bırakmaya alışık olan dünya medyası klasik başlıklarından birini atar..
'Israel yine vuruyor..  Israel Gazze'de Hamasi hedef aldı.. Israel uçakları bilmem kaç Filistinliyi öldürdü...
Hamas Israel'deki sivilleri tehtid ettiği ve öldürmeğe çalıştığı sürece sorun yoktur lafı edilmez.  Israel bu tehtide karşı cevap verdiği zamansa sorun büyüktür..
Geçtiğimiz hafta bir gecede Hamas tarafından atılan onlarca roket ve Negev çölünün ortasında bulunan  Beer Sheva kentindeki bir evin  bu roketlerden biri tarafından isabet alarak yıkılmış olması Israel dışındaki basında doğal olarak (!!)   çok fazla yankı bulmadı..
Olay anında  yanlız olan genç annenin son anda uyku sersemliği ile yataklarından aldığı çocuklarıyla saklandığı sığınağında füzeden korunmayı başarmış olması büyük bir şans fakat buna Avrupa'da biçilen haber değeri sıfır.
Israel'in bugün bir çok yerleşim yerinde hayatı neredeyse tamamen sabote etmeyi  başaran Hamas'ın arkasında durmaya devam eden medya ,bağnazlığın ellerine teslim edilmiş Filistin halkının haklarının yanında olduğunu iddia ediyor .. Aylardır sınıra yığdığı küçücük çocukların güvenliklerinden kim sorumlu bense sadece bunu merak ediyorum?
Abu Mazen'le süren anlaşmazlıkları sonucunda kendilerine düşen parayı alamayan Hamas'ın girdiği ekonomik sıkıntı acaba sadece birilerinin onlara yaptığı haksızlık midir ?
Hala ellerindeki parayı sadece yönetime yakın zümreyi beslemekten ve terör tünelleri için kullanmaya ne zaman son verecekler acaba? Ekonomik krizden bahsedenler her kazdıkları tünel için milyonlarca dolar harcıyor..
Bu arada Israel'de Gazze sınırındaki kibutzlar , moshavlar ( yani köyler ) normal bir hayatın ne demek olduğunu aylardır unuttular. Aslında bu sorun bir şekilde yıllardır devam ediyor..
Sadece  son aylarda Hamas teroristleri yepyeni taktiklerle  el emeği ve alın teriyle ekilmiş toprakları hiç canları acımadan küle çevirmeye devam ediyor.. Bu topraklarda ekilen ürünlerin her gün kendilerine ulaşan tonlarca yardımın bir parçası olduğunu umursamadan tarlaları ve ağaçlık alanları yakmaya devam ediyorlar..
Her atılan roketin ardından  güvenli bir alana sığınmak için sahip oldukları süre sadece 15 saniye olan çocukların geçirdikleri travmadan bir kez olsun bahsetmiş yabancı bir site, bir gazete bilmiyorum.
Geçen hafta Ber Sheva'ya düşen roketin haberini veren Fransız gazetelerinden birinin ; Israel dün gece Gazze'yi vurdu!  diye attığı başlıkta  sebebin Gazze'den atılan roketler olduğunu cümlenin ikinci yarısında veren haberin amacı belli .  Amaç Israel'i mağdur taraf yerine aktif saldırgan taraf olarak göstermek.  Gazze'den atılan roket yüzünden yıkılan evdense sadece en son paragrafta bahsediliyordu . Çoğu insanın en son paragrafa varmadan bu haberi bırakarak başka habere geçtiği ise bilinen bir şeydir. 
 Gazeteci okuyucuya bir haberi iletirken kullandığı dil ve vurgularla  olaylardan okuyucunun neler algılayacağını belirler..  Yani sonuçta haberde yanlış ya da yalan bir unsur olmadan bile okuyucuya istenilen intiba  klasik taktikler  kullanılarak verilir. Hoş açıkça saklanan şeyler  ve çarptırılan gerçekler buna dahil degil.
Mesela Türk Basını halkına her gün Filistinlilerin ' Barışçıl ' gosteriler sırasında Israel askerleri tarafından hunharca katledildiklerini anlatır durur..
Geçen gün yine Gazze sınırında, bölgedeki sivil yerleşimlerin dibinde  bomba yerleştirmek için gönderilen 12-14 yaşlarındaki çocukların ölümlerinden de mutlaka yine Israel sorumlu gösterilmiştir..
 Gazze'deki cocukların ölümüne istismarlarına karşın Dünya Çocuk Hakları Kuruluşları neredeler acaba??  UNESCO? ?? Birleşmis Milletler??!!! )
Ahlaki değerleri sıfır olan insanların kurduğu bir terör yönetimi ve onların ellerinde oyuncağa çevrilen bir halkla bu savaşın boyutları ve şekli daha nerelere varır bilinmez  ama kendileri için çok titiz standartlar çerçevesinde yaşayan Avrupa'nın başkaları için düşündüğü ölçüler ve değerler  çok farklı görünüyor.. Menfaatlarle yazılan ve çizilen medya bunu en açık şekliyle kanıtlamaya devam ediyor.


Batya R. Galanti

15 Ekim 2018 Pazartesi

     
                                     LEVİNSKY


Florentin.. Israel'in kuruluş yıllarında Tel Aviv'in güneyinde ticaretin merkezi,  özellikle Yunanlı göçmenlerin  yeri. Bauhaus evlerin, Alman Mimarisinin en güzel örneklerinin en kötü durumdaki halleriyle senelerce terkedilmişlik içinde bekledikleri mahaleller...Bugünlerde yeni yeni düzeltilmeye başlanılan yapılar..Aslında o kadar güzel ki buraları.. Geçtiğimiz yıllarda Tel Aviv'e UNESCO tarafından armağan edilen " Beyaz Şehir" unvanının veriliş sebebi olan  Bauhaus'ların en yoğun bulundukdukları mahaller buraları... Bugün bu yapıların tek ihtiyaçları olan bakım yavaş yavaş başlamış görünüyor...
Florentin'in hemen bitişiğinde  Levinsky ... İstanbul'daki Mısır Çarşısı'ndaki baharat kokusunu özleyenlerin mekanı olabilecek  daracık  sokaklar...
Geçen hafta yine Levinsky'deydim.. Oralarda dolaşırken hep bazı alışkanlıklarımı arar dururum.. İnsan kültürünün en belirleyici yönlerinden biri de aşina olduğumuz tadlardır mutlaka.. Her zamanki gibi kimi turistler buralarda alış veriş yaparken etrafta dolanan çoğu insan yerli .Son yıllarda buralar ev yemekleri veren restoranlarla doldu.. Ayrıca ayaküstü bir şeyler içmenin mümkün olduğu barlar ve bohem tarz cafeler her yerde.. Tel Aviv'in canlı hayat yapısının yansımalarını bu tipik mahallede de gözlemlemek mümkün..
Zaman zaman mutfağımda her süpermarkette bulamayacağım türde kimi özel malzemelere ihtiyacım olursa ya da bazen sadece buraları biraz özlemişsem uğrarım Levinsky'ye.. Turlarım kimi bilindik dükkanlarda.. Bazı şarküteri ve restoranlar da var buralarda; Japon, Çin, Tayland ve kimi Avrupa mutfakları da.. Anlayacağınız her şeyden biraz var aslında....
İspanyol-Yahudi kültüründen yoğun bir şekilde etkilenmiş mutfağımda elimden geldiğince farklı tadlara da yer vermekle beraber aslında ben genelde çok fazla baharat kullanmam ama olsun hani ya canım mesela paskalya çöreği çekse mahlebi Levinsky'den başka nerede bulacağım??  Ayrıca Levinsky borekasları, tuzlu balıkları hani biz Türk yahudilerinin lakerda dediğimizden olanı , abudaraho yani mumla kaplanmış balık yumurtası ,  türlü türlü zeytin çeşitleri ( bizim yaşlı nesilden Türk Yahudileri içinden kimilerinin saçmasapan burada Türk zeytini gibi lezzetli zeytin yok tartışmaları aklıma gelir birden )  ve yemişin İran'dan geleni, hani atomla bizi tehdit eden mollaların diyarından gelen mallarla dolu.  Tüm bunlar buralarda yarım asırdan fazla bir süredir satılır. Levinsky'nin dar sokaklarında yolun her iki yanında  bulunan köhne dükkanlar sizi her seferinde ortadoğunun tipik havasının içine çeker ..  Ortalıkta sergilenen yemişler ise cıvıl cıvıl.. Şu aralar ben kafamı çocukluğumdaki gibi keçi boynuzu, kuru dut gibi kurutulmuş meyvelere taktım.. Ezelden beri en sevdiklerimdir bunlar .. Ama son zamanlarda yeni keşfettiğim  kurutulmuş vişne şimdilik gerçek favorim.. Bana çocukken ada'da yediğim el yapımı vişne dondurmayı anımsattığından mı bilmiyorum
Çocukken tatlı şeyleri hiç yiyemezdim.. Her defasında özenirdim. İskelede anneme yalvarırdım bu kez dondurmayı yarım bırakmayacağım lütfen diye ama o külah üstündeki rengarenk cazip toplardan bir iki kez yaladıktan sonra dondurmayı annemin eline geri tutuştururdum. Taa ki adanın kimi köşelerinde bembeyaz önlükleriyle kendi elleriyle hazırladıkları dondurmayı el arabalarında satan dondurmacıların dondurmasından tattığım güne dek. Hani  o sadece çikolata , kaymak ve vişne tadlarında satılan dondurmanın lezzetine baktığım güne kadar... O vişnenin kendisini yediğinizi sandığınız buz gibi doğal  dondurmanın lezzeti nasıl unutulur ki?.. İşte o kurutulmuş vişnelerden ilk kez yediğimde beynimde adeta bir flaş çaktı... Sanırım yıllardan sonra ilk kez vişne yediğim için de olabilirdi bu. Tazesi olmasa da.. İşte bir anda çocukluğumdaki o anıları yaşar gibi oldum.
İnsan hayatı nedir?? Duyularımız ne kadar etkilidir yaşantımızda , beynimize bir bilgisayar gibi yüklenen anılarda., gözümüzle, kulağımızla, dokunduklarımızla beynimize kaydettiklerimiz.. Kimi zaman aldığımız tadlarda yaşanan, canlanan anılar.. Bazen bir çiçeğin kokusu sizi gençliğinizden  bir bahar gününe  geri götürürken.. bazen yıllardan sonra yediğiniz vişnenin tadında bulduğunuz çocukluğunuzdur..
Arada tanıştığımız yepyeni tadlar, yepyeni, kokular, yemekler ve geçmişten hiç unutmadığınız kimi alışkanlıklarla bir bütündür yaşantımız..
Çocukluğumdan beri ne kadar çok meyve sevdiğimi ve benim için en büyük ıvır zıvırın mevsimine göre limitsiz tükettiğim meyveler olduğunu düşünürüm hep.. Türkiye'de doğup büyümüş çocukların en azından benim neslime kadar daha sağlıklı bir beslenme kültürü içinde yetiştiklerine inanıyorum.
İstanbul'da , okuldan eve dönerken en büyük zevkim dolmuştan indiğim gibi Şişli pasajının çıkışında köşede beni bekleyen kuruyemişçiden bazen kuru dut, bazen iğde bazen de keçi boynuzu satın almaktı. . Yokuşu inerken eve varmadan yolda çoğunu yerdim..
Neyse sanırım ben tekrardan müdavimi olmaya başladığım Levinsky'ye gideceğim bugünlerde. Hala çocukluğumda alıştığım bir tada ulaşamadım. Bulamadım ki!!.. Belki onu da bir gün getirten biri çıkar. ;  İğde!! ..
Hala arıyorum!!!


Batya R. Galanti













12 Ekim 2018 Cuma

         KABULLENMEK



Herşey daha ilk günlerden başlamıştı.  Önce kulaklarıydı dikkatimi çeken.
Bu çocuğun kulakları acaba neden katlı böyle ? diye sordu  bir gün annem. Bilmem... Çocuk çok mu uyuyor ne?? Canım, bebek bu uyur, normal değil mi?? Yatağında ona baktım bir kez,  bir kaç haftalıktı daha..bezden bir bebek gibi mi duruyor yoksa? O daha çok çok minik ondandır dedim kendi kendime.. Üç aylık oldu..başını kaldıramıyor . Kaldıracak elbet.. zamanla herşey olacak eminim... Yarın tekrar kontrolü var.. Ya bir şey derlerse??
Demezler.. herşey iyi olacak.. Ertesi gün onu kontrol eden doktor.."Hipotoni! "  dedi... Kasları zayıfmış yani.. Daha önce de duymuştum bu kelimeyi.. Hipotoni bir teşhis değil, sadece bir semtom . Ateş gibi...Nedeninin bilinmesi gereken bir semtom..özellikle vücudu tümden etkileyen bir durum söz konusu olduğunda.., Ama ben daha derinlere inemeyecek bir korku, bir panik içindeydim.. Bunun açık olarak farkında olmasam da  Bir akrabamızdan onların oğullarının omuz kaslarının çok kuvvetli olmadığını duyduğumu anımsadım . Omuz kaslarında hipotoni varmış. Onları aradım hemen sordum..   Bak işte önemli bir sorun değilmiş . ( Tabii ki onların sorunu önemli değildi ) sadece fizik tedavi gereken bir şeymiş... Ben eminim bebek bazen zayıf olur ama zamanla herşey yavaş yavaş düzelir. Hani derler . zaman her şeyin ilacıdır...  Büyüdükçe gelişecek, güçlenecek o da..
Bir kez daha sağlık kuruluşunda randevu verdiler.. Fizik terapi merkezinde
Terapisyen onu yerlerde dizili kocaman minderlerin birinin üzerine koydu.. Sonra sağ eliyle çocuğu bacağından yakaladı ve aşağı sarkıttı.. .. Orasından tuttu, diğer taraftan yakaladı.. bir taraftan diğerine hiç durmadan kontrol etti.. Öyle çok fazla açıklamalar yapmadan. " Geliştikçe herşey düzelecek tabii" dedim. Kadınsa; " Belki evet belki hayır" diye cevap verdi...
   Işte o anı , o sözü hiç unutmadım.. Kafamdaki kendi gerçeklerimi alt üst eden bu sözü duymazdan gelmek istedim o an ve daha sonra her defasında bana söyleyecekleri  her kuşku uyandıran kelimenin ardından.. Kulaklarımı tıkamayı tercih edebilirdim belki de .. Ertesi günlerde çocuk gelişim doktoru bana ; " Onu Prof. Sagie'nin görmesini istiyorum dedi...
Profesör Sagie, Israel'de pediatrik nöroloji alanında isim yapmış biri.. Verilen randevuya gittiğimiz gün olanları neredeyse anı anına hatırlıyorum... Kapıdan girdiğimizde sekreter;  " Aile geldi " demişti.....  " Aile geldi !! " . Sanki çok önemli anlar yaşanıyordu.  Baktım fizik tedavi merkezinin normal çalışma saatlerinin dışındaki bir zamanda çağırılmışız.. Tüm merkez boş.. Her zamanki doktor bizi karşıladıktan sonra, içerideki odalardan birine doğru onu takip ettik.. Tüm terapistler ve kimi tanımadığım daha bir kaç insan daha yerlerdeki minderlerde oturuyorlardı.. Prof Sagie'yi tanıştırmadan bize çocuğu mindere yatırın dedi doktor .. Gal'i yine minderde dizlerinin üzerinde duran profesör kadının önüne yatırdım.. Kimi soruların ardından bana; "Çocuğu soy lütfen ! " dedi.. Prof. Sagie Gal'in üzerinde karşıda oturan genç terapistlere ve kimi doktorlara belli ki ders veriyordu .. Oğlumun vücudunun üzerinde gösteri yapıyordu sanki . Ve belki kısmen kendisinin konudaki üstünlüğünü, hakimiyetini ıspatlama savaşı içindeydi bir kez daha...  Daha sonra başka bir odaya alındık. Kısa bir konuşmadan sonra bana hayatımda ilk kez duyduğum o iki kelimeyi söyledi ; Oğlunda  " Myotonic Dystrophy : olduğunu düşünüyorum ..  Bunun ne anlama geldiğini o an hiç bilmiyordum, sadece Profesör teşhisinden çok emin görünüyordu...
O gün eve döndüğümde, ilk iş Myotonic Dystrophy'nin tam olarak neyi ifade ettiğini araştırmaya başladım ..  (Eşimin tüm uyarılarına rağmen..) Hayatımın en karanlık gecelerini de birlikte getiren günlerin ardından bana söylenen herşeye karşı çıkmaya başlamıştım... Prof. Sagi'ye inanmadığımı ve benim oğlumda böyle bir hastalığın olmadığında direttigim ve doktorlar ve terapist uzmanlarla tartıştığım şeyin hiç bir bilimsel ve gerçekçi açıklaması yoktu.. Sadece direniyordum .. İç güdülerime güvendiğimi söylemenin kimseyi inandırmaya yetmeyeceği açıktı. Onların iddia ettikleri hastalık ancak anneden çocuğa geçebileceği için benim bir gen testi yapmamı öneriyorlar bense hayır gerek yok diyordum.. Taa bir sabah yatağımdan kalktığımda bu tartışmaya son verecek olan şeyin benim boşa olan direncime bir son vererek Tel Aviv'deki  Wolfson  hastanesinin genetik bölümünde alınacak bir kan örneği olduğunu anladım..
Doktorlar konuştuklarında ağızlarının içine bakarak dinliyoruz . Bir çoğumuz için onlar sanki birer Tanrı... Bazıları özellikle sanki hiç yanılmaz, yanılamazlar.. Ilahlaştırılanlar ,  sadece hastaları değil, meslektaşları tarafından ilahlaştırılanlardır  bu tipler.. Ama bu kez Prof Sagie gerçekten  yanılmıştı.
Fakat o günler Gal'le yaşadığımız maceraların sonu değildi kesinlikle .
Konulan teşhisin biri yanlış olsa da sonuçta oğlumun konjenital bir sorunla başlayan yaşamı ve onun getirdiği genel problemler ve otizmiyle şekillenen  çetrefilli hayatımız bugüne kadar devam ediyor..
Bense Gal'in doğumunun ardından girdiğim travmayı yıllar sonra farkettim sadece.. Ne kadar hazırlıksız yakalandığımı...
Hamileliğimde bana erkek ya da kız farkeder mi senin için diye sorduklarında gerçekten de ikinci bir kız olsa ya da bir erkek çocuğu doğursam bunun benim için hiç önemli olmadığını içtenlikle söylemiştim hep ve çok klasik bir tekrar söz dudaklarımdan dökülüverirdi o zaman,;
" Sağlıklı olsun yeter.."....
Ne kadar sağlıklı olsun yeter derse de bir anne adayı doğacak çocuğunun sağlığından aslında pek şüphe etmez .. Çünkü kanımca insan negatif olasılıkların gölgesinde yaşamaz, yaşayamaz,  yaşamamalı .. En azından çoğu zaman bu böyledir Kazalar, hastalıklar ve hatta en kaçınılaz olan ölüm gerçeği bile günlük hayatımızda düşünüpte kahrolduğumuz şeyler değildir..
Belki de bu yüzden hayatta hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan kimi şeyleri kabullenmek ve onlarla yaşamayı öğrenmek zaman alıyor..
Oğlum altı yaşında idi,   Gal'in aynı yuva sıralarını paylaştığı bir çocuğun annesiyle konuşuyordum bir gün. Çocukları parka götürmüştük. Biz de bir bankta muhabbet ediyorduk. Gerçi oğlum  parkta bir arkadaşla nasıl oynanır pek bilmiyordu ama olsun.  O daha çok benim etrafımda dönüp duruyordu.  Kendisiyle sonradan gerçek bir dostluk kurduğum o bayan benimle konuşurken  ilk kez bir şeye dikkat ettim;  çocuğunun otizmini anlatan bu insanın yaşadıklarını ifade ederken ne kadar rahat olduğu gözüme çarptı. Onun oğlunun otizmiyle  ( Bu çocuk otizmin deha çocuklarındandı ) Gal'in durumu arasında önemli farklılıklar olsa da kendisi de kolay olmayan yollardan geçen bu annenin hayata bakışı o gün kafamda bazı şeyleri değerlendirmem de çok etkili oldu.
O gün ilk kez, Gal ile yaşadığım zorlukların sadece onunla ilgili olmadığını anladım. Problem sadece Gal'in özel ihtiyaçları olan bir çocuk olarak dünyaya gelişi değil, benim onun dünyaya gelişi ile beraber içine girdiğim derin psikolojik karmaşa idi. Gerçekleri kabul etmek, yüzleşmek, onlara alışmak , her tür olasılığa hazır olmak  ve hayata karşı  güçlü olmayı öğrenmek kolay değildi. Bu bir süreçtir aslında. Genelde çoğu insan icin ihtiyaç duyulan bir süreç..sindirmek için!  Sadece zamanla nasıl başaracağınızı  öğrendiğiniz... Yaşayarak, vaz geçemeyeceğiniz şeylere sarılarak öğrendiğiniz bir şey...  sizi eğiten, sizi geliştiren, belki de kimi yönleriyle sizi yücelten ve sizi sadece kimi insanların anlayabileceği bir süreç. Tüm bunlardan önemlisi çocuğunuzu  sadece kendisiyle karşılaştırmanız gerektiğini kavrarken yeryüzündeki  her insanın, her varlığın aslında başlı başına  bir dünya olduğunu öğreten bir süreç..
İnsanların ne dediklerinin ve ne diyeceklerinin aslında ne kadar önemsiz bir teferruat olduğunu ise ben sadece zamanla anladım. Kollarımı  sonuna kadar açıp  çocuğumu  var gücümle kucakladığım gün ise içimden kocaman bir yük kalktı....



Batya R. Galanti.





4 Eylül 2018 Salı

                                                   ARAP ÇOCUĞUN KADERİ



Kadere inanırmısınız bilmem..

 Bu bölgede yaşayan insanların çogu  kadercidir. Iyi , kötü her şey kaderimizin bir oyunudur. Yaşam bir kader oyunu gibidir..

Örneğin Türkiye'de çoğu zaman çocuklar kaderci bir anlayışla  büyürler.. Bu yüzden Allah verdi  Allah aldı sözünü çok sık duyarsınız ..Bu tip insanların kafalarında  üstün bir gücün denetimi altındaki hayatları için kendilerinin yapacakları fazla bir şey yoktur. .Bu anlayışa göre bize hediye edilmiş olan yaşamın tüm şartları tamamen Tanrının kudretinde gibi algılanır...

Kadercilik zihniyeti, anne babanın, toplumun, devletin elinden tüm sorumlulukları  alıp  daha serbest , daha oluruna bir yaşam şansı tanır insanlara. Eğer olanlardan ben sorumlu değilsem üzülecek bir şey de pek yoktur sanki,. Kimse kimseye karşı sorumlu değildir.  Çocuk bu kaderci zihniyetle büyüyebildiği kadar büyür. Şansı varsa erişkinliğe erer ve kendince aynı yolda hayata devam eder...

Bu bölgede yaşayan halkların büyük bir bölümünün yaşamları bu anlayış içinde şekillenir.Türkiye'de, Mısır'da, Yemen'de Irak'ta yaşayan insanların kadercilik anlayışları birbirlerinden çok uzak değildir.En iyi şartlarda dış güçler sizin hayatınızdaki hataların sorumluları olarak görülür.

Geçenlerde Ahed Tamimi adında bir genç kız Israel Hapishanesi'nden özgürlüğüne geri salındı..17 yasındaki bu genç kız Filistin Halkı için bir Özgürülük Mücadelesi Simgesi olmuş son yıllarda!!

Ahed Tamimi'yi ilk kez  11 yasındaki bir kız çocuğu olarak kamera önüne geçtiği zaman tanımıştık.. 11 yasında bir çocuk Israel askerlerine kafa tutarken annesi tarafından videoya çekilmişti. Ahed Tamimi Batı Şeria'nın Nabi Saleh kasabasında yaşayan bir ailenin küçük üyelerinden bir tanesi. Bu aile Batı Şeria'da Israel ordusuna ve Israelli sivillere karşı terör faaliyetlerinde üstlendikleri öncü rolle isim yapmış bir aile olarak özellikle ikinci intifada yıllarından beri Israel güvenlik birimleri tarafından sürekli izlenmektedirler.

Batı'da medya bu kişileri aktivist olarak isimlendirirken.  teröristle aktivist arasındaki ince kelime   farklılıklariyle suçlu ve masum arasındaki algı oyunları Batı medyasının bilinçli propagandalarının bir parçasıdır.

Batı Şeria'daki Israel yerleşim yerlerine karşı sürdürdüklerini iddia ettikleri propaganda için kullandıkları yolların insanı tarafları kesinlikle tartışılır. Bu ailenin pasifist bir aktivitenin parçaları olarak görülmesi ise Batı'nın iki yüzlü politikalarına bir kez daha çok küçük bir örnektir.

"Aktivist " Tamimi ailesinin kendi haklarını savunmak adına ettikleri mücadeleye ilişkin   kimi örnekler vermek gerekirse;  Ahed Tamimi'nin kuzini  Ahlam Tamimi 22 yaşında iken Yeruşalayim'de Sbarro restoran'a yapılan  ( bu intihar saldırısında 7'sı  çocuk 19 kişi öldürülmüştür, ağır yaralanan 130 kişiden kaçının sakat kaldığını ise bilmiyorum) intihar saldırısının planlayanlarından  ve uygulamaya geçirenlerinden olduğunu biliyoruz. Diğer bir amcası geçmiş yıllarda yine masum bir Israelli sivili öldürmüştür.

Ahed Tamimi'nin annesi Nariman Tamımı 2015 yılında başlayan bıçaklama terörünün zirve yaptığı günlerde çocukları,  gençleri   sokaklara çıkıp insanları bıçaklamaya teşvik ettiği video çekimleri ile biliniyordu. Yaptığı video kliplerde bıçağı insan vücudunun hangi bölgelerine saplanmalarının ölümcül olabileceğini dahi açıklaması kayda değer bir aktivizm örneği idi.

Dünyanın  Ahed Tamimi'nin Ağustos başlarında Israel hapislhanelerinden salındığı günlerde büyük bir alkışla heyecanla onu karşıladığını biliyoruz. Kendi anne babası tarafından tehlikenin içine daha 11 yasında iken atılan sarışın mavi gözlü Ahed'i... Pembe kıyafetlerinin içinde bir Arap kızından çok bir Almanı, bir Fransızı hatırlatan Ahed'i politik ve terörist akımların içine iterek  alet eden başta kendi öz anne babası ve tüm yetkili Arap büyüklerini de alkışlayan Batı..

Evet belki özgürlük mücadelesi kutsal bir savaştır.. Özgürlüğünüzü elde etmek için neleri vermeye hazırsınızdır.. Her şeyi değil mi?.Bunda ters bir şey yok... Örneğin Israel  Ortadoğunun göbeğinde, bir milyar düşmanın ortasında varlığını sürdürmek için kurulduğu günden bugüne özgürlüğü için savaşıyor..

Israelin buradaki varlığına sonuna kadar karşı çıkarken, karşılıklı süren savaşta en azından daha adil bir şekilde rol alabilirlermiydi acaba Arap kardeşlerimiz  Öncelikle çocuklarını koruyarak, onlara güven duyabilecekleri bir dünya için daha adil bir şekilde savaşarak.. Onların önünde giderek, belki kimi şeylerden gerekirse ödün vermeğe hazır olarak.. Kimi yapabilirliklerini, kimi zayıf yönlerini kabul ederek.. Gerçek kahramanlar gibi davranaraak.. Ortadoğu'da dedim ya en başta.. İnsanlar kadercidir. Bu kadercilik sorumlulukları da reddeder.. Kadercilik yaşamla ölümü içi içe kılar.. Ölüm hayatın normal bir parçası gibi algılanır.. Çünkü sorumluluğun olmadığı yerde hayatımıza olan kontrolümüz de azalır.  Ölümler daha sık daha normal algılanır olur.. Biri gider diğeri gelir şeklinde bir anlayış şekillenir toplumda, ailede ..  Ne yapalım der.. Toprak için, Tanrı için ve bilinmedik güçler için çocuklar ölür, büyükler ölür.. Hayatın doğal akışıdır bu.. İşte bu yüzden bu bölgede çocuklar tehlikelerin içine  kolayca itilirler, kullanılırlar ve ölürler..  Sonuçta kimi şeyler kontrolden çıkar.. Çıkarılır. Ve ölüm vaz geçilmez olur..

Gelişmiş ülkelerde ise çocuğunuzun başına olmadık bir şey geldiğinde polis ilk iş anne babayı soruşturmaya alır. Eğer bir ihmal söz konusu ise anne baba suçlanır ve gerekirse cezalandırılırlar.. Toplum bu tip insanları kınar, affetmez.

Gelişmiş ülkelerde  insan yaşamı  , hak ve özgürlükleri kurallarla, yasalarla güvence altındadır. 18 yasin altındaki çocuk öncelikle anne babasının güüvencesi ve sorumluluğu altındadır. Ve devlet bunu sağlamak için ayrıca sorumludur..

Gazze'de, Batı Şeria'da yıllardır Israel'e karşı mücadele veriliyor. Bu topaklarda bir tek yahudi kalmayacağı güne kadar süreceğine yemin ettikleri bir mücadele..

2018 yılında hala daha Israel'in varlığını tanımaya hazır olmayan  Hamas , Al-Aksa tugayları, selefiler, Daaş ve diğerleri hiç bitmeyen planların içindeler..

Batı Ahed Tamimi'nin Israel askerine kaldırdığı yumrukla özdeşleşti.. Yıllardır televizyonlarda izledikleri Israel askerine kafa tutan küçük kız onların gözünde kahramanlaştı.. Kendilerinden biri sanki o askere kafa tutuyordu..

O an Ahed'in annesinin tek istediği şey, Israel askerini yeterince provoke etmeği başarabilirse kızına kalkacak eli filme almaktı.. Bir annenin çocuğunu askere tekme tokat girmesine izin vermesini anlayabilmek normal bir zihniyet için nasıl mümkün? Hele çocukların el bebek gül bebek büyütüldüğü Batı'da bu davranışın alkışlanmasını anlamak??

Daha sonra bu küçük kızı " Brave Girl!" ( Cesur Kız )  olarak niteleyerek gelecek Tamimilere kapıları açmak... Onları ödüllendirmek..Bu çarpık politikanın  Ortadoğudaki kanlı zihniyetin içinde devam etmesine açıkça destek vermek.

Bu Arap dostluğu değildir, sadece  Israel karşıtlığının geldiği son noktadır..

Bu savaşta Israel'de neden siviller ölmüyor diyenlerin beyinlerinin basmadığı şey ise Israel'in her zaman koruduğu çocuklarına karşı Arapların çocuklarını kendi elleriyle ölüme ittikleri gerçeğidir... Israel'de devlet  çocuklar ölmesin diye onlara sığınaklar yaparlarken , Hamas liderleri çocukları terör tünellerinde çalıştırmaktalar, Israel, Hamas'ın attığı roketler çocuklara isabet etmesin diye onlara özel korunma odaları inşaa ederken, Hamas çocukları zorla okulların, evlerin , cephanelerin çatılarına çıkarmaktadır.. Israel'de çocuklara yaz okullarında yarına gülerek bakabilecekleri güzel günleri müjdeleyen şarkılar öğretilirken Hamas Gazze'de  silahlı eğitim kamplarında çocuklara Yahudilerin hepsinin köklerinin kazınması gerektiğini beyinlerine sokmaya devam etmekteler.. Israel'de çocuklar matematik , fizik öğrenirken.. Batı Şeria'da çocuklar camiilerde , şeyhlerden , imamlardan Yahudilerle arkadaş olmayın surelerini dinlemeye devam ediyorlar.. Ahed Tamimi'yi övüp kucaklayan Mahmud Abbas, her terör eylemi sonrası evlerinde ziyaret ettikleri Arapların ailelerine özel aylıklar bağlayan , El Fatah ve Hamas , Birleşmiş Milletlerden aldıkları paralarla neler yaptıklarının hesabını vermemeye devam eden Arap Liderler  sürdürdükleri Radikal İslami eğitimle yetiştirdikleri nefret dolu beyinlerle gelecekte hala daha Israel'in bu topraklardaki varlığına son vermek için çocukları feda etmeğe devam edeceklerdir..

Ortadoğu'daki tek demokratik zihniyeti insanlığın yegane düşmanı olarak nişan noktasına alan Uluslararası Cemiyet.. Birleşmiş Milletler de çoğu İnsan Haklarının yanından bile geçemeyen ülkelerin aldığı kararlarla yürüyen dünya politikası bu şekilde bu bölgede olası bir barışa şans tanımayacaktır..



Batya R. Galanti