15 Aralık 2021 Çarşamba

 Çaylar, çaylar, çaylar....

Çoğu içecekler ve yiyeceklerle kolay kolay arası olmayan Danielle geçenlerde; "Çocukluğumda bir defasında bana yaşattığın travmayı unutmuyorum!! " dediğinde birden ben, "Hangi travmadan bahsediyorsun haberim yok!! diye cevap verdim. O ise, "Sen bilmezsin tabii!!"  Arada aramızda şakalaşmakla ciddiyet arası bir yerlerdeyiz o an. Kızımla çoğu zaman birbirimize takıldığımız için sorun yoktur.... 

Ama sonuçta en küçük şeylerde bile farklıyızdır biz birbirimizden.

Ben daha bir konuşkanken o daha içine dönüktür, ben modern melodiler kadar eski müzikleri de severken o sadece günümüz şarkıcılarını dinler. Ben her şeyden ağlayabilen bir tipken o daha soğukkanlıdır....Ve  ben herşeyi yerken ( biliyorum daha önce de yazmıştım )  onun çoğu yemeklerle sorunu vardır.

Ve o hiç bir sıcak içeceği bile ağzına koymaz.

Çocuklarımızın bizden özgür bireyler olduklarını görebildiğimiz sürece işimiz aslında yine de o kadar zor değildir. Karakterleri, seçimleri, istekleri, hatta ne yiyip ne içtikleri bile bizden tamamen farklı olabiliyor onların. Kimi zaman aldıkları kararlar ve yaptıkları şeyler de bizim kurduğumuz hayallerden farklı olabiliyor. Aslında, düzgün birer birey oldukları sürece, yüzleri güldükleri müddetçe bizim ne istediğimizin pek önemi kalmıyor galiba. Genel anlamda, doğru, dürüst ve mutlu insanlar oldukları sürece onların bizden farklı düşündükleri şeylere saygı göstermemiz şart görünüyor.

Geleyim yeniden en başa. Çocukluğunda yaşattığımı söylediği travma meğer, bir gece çok öksürdüğü için ona içirmeye çalışmış olduğum ıhlamurmuş!! Tadı ona o kadar berbat gelmiş ki unutamamış.. Benim kusmam gelirken sen ille de bir kaşık daha iç lütfen deyip duruyordun.  Sözde beni suçlarken bir yandan da gülüyor benimki.  Ne büyük travmaymış diyorum !!!  Sana yardımcı olmak istiyordum sadece. Çayla mı??!! Ama o çay değildi ki. Ihlamur başka bir şeydir.

Benim çocukluğumda, öksürüğüm olduğunda annem zaman zaman ıhlamur verirdi. Ve gerçekten insanı çok rahatlatan bir bitki çayıdır bu.

Ihlamur, hoş kokulu, sarı çiçekleri olan bir bitkidir. Ilıman ülkelerde yetiştirilirmiş. Kurutulan yaprakları ve meyvelerini suda bir kaç dakika kaynattığınızda. süzgeçten geçirdikten sonra, bir miktar şekerle ya da sade içtiğinizde midenizle ilgili sorunlarda ya da öksürüğünüz olduğunda çok rahatlatan bir şeydir ıhlamur.

Eski insanların böyle bitkileri tedavi amaçlı çok sık kullandıkları bilinir. İlaçların geniş anlamda hayatımızı kuşatmalarından evvel,  özellikle Türkiye gibi ekonomik güçlüklerin ve yoklukların daha bir hissedildiği ülkelerde, bundan 70-80 yıl öncesinde çözümü doğal yollarda arayan insanlar çok daha fazlaydı.

Belki de bugünün kimi imkanlarını ve teknolojiyi geçmişteki o doğal yaşam kaynaklarıyla birleştirebilseydik mükemmeliği yakalamak mümkün olabilirdi.

Annemin dayısı, Ortaköy'de herkesin tanıdığı, bildiği bir kişiymiş.  Onkl ( Fransızcadaki Oncle...ladino'da kullanılır...) Jozef'in içi bin bir çeşit doğal otlarla dolu, küçük bir dükkanı varmış. Ona şikayetlerini söylediklerinde,  şöyle bir an düşündüklten sonra, raflarda dizili kavanozlardan, bir çuval ya da çekmeceden çıkardığı bitkilerden birini ya da bir kaçından hazırladığı bir birleşimi insanların ellerine tutuştururmuş. Yani, o zamanlar günlük yaşamın içinde karşılaştıkları basit rahatsızlıkları bu şekilde tedavi ederlermiş. Doğal yoldan!!

Şimdiyse,  bitkilerin de şişelenmiş kapsüllere sokulup kocaman fiyatlarla bize satıldıkları bir dünyada yaşıyoruz. Doğal olan herşey, doğal olmayan kutularda, koruyucu maddeler ve diğer başka katkılarla birlikte, doğal gibiymiş gibi pazarlanıyorlar,  pharm'larda... Hayat baştan sona değişti.

Bizim evdekilere ise ne ıhlamur ne de çay, hiç bir şey içirmek mümkün değil. Çekmek hepsinden iyidir derler. Eşime çay içermisin diye sorduklarında; Ben hastamıyım ki çay içeyim diye cevap verir. Sonuçta hasta olsalarda çay içmezler ne biri ne de diğerleri!! Kayınvalidem İzmir doğumlu olmasına rağmen çaydan nefret ederdi. Sanırım bu nefretini çocuklarına da geçirmişti.

Israel'de bazı farklı kültürlerden gelenler çay içerler ancak çoğunluk kahveye düşkündür. Ve burada da kahvenin farklı çeşitleri vardır. İnsanların, sabah aceleyle işe çıkarken ellerinde götürdükleri "çamur kahve ", bir kaşık kahvenin sıcak suyun içine karıştırılarak  hazırlanan halidir. Evlerinde de en çok bu tür kahve içerler.  Öğlen, iş yerlerindeki yarım saatlik aralarda sıkça içilen cappuccino da popülerdir. Akşamlarıysa yine bir cafe'deki buluşmaların vaz geçilmezi sayılanlar arasında  espresso'nun yeri tartışılmazdır.

Bana kalırsa Espresso'nun acılığını yok etmenin hiç bir yolu yok gibidir. Kaç kaşık şeker atsanız bu kahvenin acılığının üstünden gelmek mümkün değildir. Benim için cehennem dozunda bir acılık demek olan bu içeceği insanların nasıl sevdiklerini anlamam zordur.

Israel'de Fas kökenli Yahudilerse kimi anlamda Türkleri hatırlatırlar, Onlar çay severler. Ama Faslılar çayın içine nane yaprakları ilave ederler.

Geçenlerde çayla ilgili bir makale okurken merak etmiştim birden, dünyada en çok çay içilen ülkelerin hangileri olduğunu. En çok bildiklerim, Türkiye'nin minicik bardaklarda içilen çayıyla, İngilizlerin porselen fincanlarda tercih ettikleri sütlü çaylarıdır.  Ve tabi istatistiklere göre,  dünyada, senede en çok çay tüketen millet, açık ara farkla Türkler çıktı gerçekten.  Senede kişi başına 3.16 kg çay tüketen Türkleri, 2.19 kg'la İrlandalılar takip ediyorlar. Üçüncü sırada ise 1.50 kg'la İranlılar geliyor.

Türkiye denince benim aklıma ilk gelen şeylerden biridir çay. Bu ülkenin kültürünün, yaşam tarzının bir damgası gibidir. Günlük hayatlarına Türkler gibi çayla başlayan ve yine günü çayla bitiren bir başka millet daha varmıdır bilmiyorum.

Sabah kahvaltısında, öğlen bir arkadaş randevusunda, evde, sokakta, iş yerinde..kısacası her yerde ve her an insanların ellerinde, yaz kış demeden göreceğiniz küçücük, beli dar bardaklarda içilen çay ayrı bir fenomen gibidir Türkiye'de.

Dünya'da çaycılık diye bir mesleği, diğer meslekler grubu içine sokabilmiş ülkedir Türkiye. Sokakta ellerinde tepsilerle giden çaycılara rastlayabildiğiniz bir şehirdir İstanbul. İş yerlerinde kendi çaylarını kendileri hazırlamama lüksüne sahip tek millet yine herhalde Türklerdir. Oturdukları ofislerinde bir telefon uzaklığındaki çaycıdan gelen çaylar iki dakika içinde önlerine konurken, o an bürolarına giren kim varsa aynı hızla kendisine ısmarlanacak bu sıcak içeceğin, Türklerin misafirperverliklerinin tadına bakmayı reddedecek biri yeri geldiginde iş sahibini gücendirebilir bile.

Ben çocukken, sokakta bir dükkandan diğerine, Türklerin "tavşan kanı olarak "niteledikleri, kıpkırmızı rengiyle göz alan çayları tepeleme doldurdukları bardaklarda tepsiyle sallaya sallaya götürürlerdi. İşin ustaları tepsinin üzerindeki çayları dökmeden, devirmeden tepelere kadar savururarak adeta show yaparlardı.

İki çaydanlığın üst üste konulmasıyla hazırladıkları demli çay insanların tercihiydi. Türklere poşet çay ikram etmeye kalkmak onlara hakaret gibi gelir herhalde.

Hayatın biraz daha rahat alındığı, biraz daha yavaştan devam eden çalışma temposunun bir parçası da belki günde bir kaç kez verilen çay molaları olsa gerek.

Bizim evde cumartesi sabahları içilirdi en çok. Tek bir çaydanlıkta, fazla itinaya gerek görmeden hazırlanan çay bize yetiyordu sanırım. En çok sevdiğimse, pötibör bisküvileri çayın içine daldırarak yemekti. Bazen en basit şeyler nasıl da en büyük hazlardır biz insanlar için.

Babamın eve getirdiği sadece iki  "ıvır zıvır" vardı. Biri, kocaman kutulardaki pötibör biküvilerdi, diğeriyse, yine büyük paketteki Mabel Çikolataydı. Mabel mi Madlen mi, çok emin değilim birden. Belki bazen biri bazen diğeriydi. Bayılırdım ben bitter çikolataya. Ama yine bugünkü çocuklar gibi sınırsız yemek yoktu bizde.

Pesah geldiğindeyse, aynı çayın içini bu kez matza'yla doldururdum. Ne kadar çok severdim, matzayı çayın içine doldurarak yemeyi. Çay ve matzayla başlayan kahvaltım bir türlü bitmezdi. Doldur babam doldur....

Çocukluğumuza ait tüm hatıraların değeri bambaşkadır. Belli bir saflık ve anı yaşmaktır çocukluk. Yaşanan her keyif sonuna kadar yanınıza kar kalır.. Yedikleriniz, içtiklerinizle... Bu yüzden ben hala anlayamam bana son derece keyif veren bir çok tatları hiç sevemeyen çocuklarımı.... Bir çok tatları bugüne dek benimseyememelerini anlamakta gerçekten zorlanırım.







13 Aralık 2021 Pazartesi

 

 Kutsal kelimesinin sözlük anlamı dilden dile neden farklılık gösteriyor?

 
 Bugün yazıma " kutsal " kelimesinin sözlükteki anlamıyla başlasam!!

 Türkçe' de " kutsal"  kelimesinin karşılığına google'da çıkan cevap şöyle: 

kutsal
sıfat
  1. 1.
    güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken. 

  2. 2. 
    tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen.

  3. "Yurt herkes için kutsaldır"

İngilizce'de  Kutsal kelimesinin karşılığı;

ho·ly
adjective
  1. 1.
    dedicated or consecrated to God or a religious purpose; sacred.
    "the Holy Bible"
    Similar:
    sacred
    consecrated
    hallowed
    sanctified
    venerated
    revered
    reverenced
    divine
    religious
    blessed
    blest
    dedicated
    Opposite:
    unsanctified
    cursed
  2. 2.
    DATEDHUMOROUS
    used in exclamations of surprise or dismay.
    "holy smoke!"

(Holy)  Tercümesi;

1. Tanrı'ya veya dini bir amaca adanan; kutsal.

"Kutsal İncil"
Benzer:
kutsal
kutsanmış
kutsal
kutsallaştırılmış
saygı duyulan
vs.....


Kutsal kelimesinin Türkçe'deki açıklaması ve aynı kelimenin İngilizce'de ne ifade ettiğinden yola çıktığımızda, kelimelerin " yaşam tarzımız ve inançlarımızı nasıl yansıttıklarını anlayabiliyoruz.... Ben, dilimiz ve davranışlarımızın  kültürümüzle karşılıklı etkileşimiyle, birbirlerini nasıl şekillendirdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Kutsal kelimesinin anlamında bir ülkenin, bir milletin ya da bir toplumun kültür yapısıyla yakından alakalı bir farklılık görülüyor.  

Kutsal kelimesinin, Hindistan'da ifade ettikleriyle, Hıristiyan kökenli bir ulus ya da Müslüman bir toplumun lügatından çıkan anlamı birbiriyle yüzde yüz örtüşmüyor.

Her lisanda kutsal, saygı duyulan, kutsanmış olan şey demekse de sonuçta her toplumun neyi, nasıl kutsadığında farklılıklar olduğu açık.

Mesela, Google' da Türkçe'deki, kutsal kelimesine verilen anlamlardan biri ilginçtir; 
" Tapılacak ya da  yolunda can verilecek denli sevilen..."  Müslümanlığı seçen toplumların lügatlarına yansıyan, " uğrunda ölmek " cümlesi, bu dinin bu toplulukların üzerindeki etkisini gösteriyor.  

Birisi için ya da bir şey için, uğrunda ölmenin kutsallığına inanmak....Ve bir şeyin uğrunda ölerek cennete gitmek kavramı... 

Cennet ve cehennem olgusu tüm monoteist dinlerde mevcuttur ancak cennete gitmenin şartları Müslümanlıkta diğerlerinden tamamen farklıdır.  Müslümanlıkta ölümü kutsallaştırmanın boyutlarıysa gerçekten bambaşkadır...Şehitlik mertebesinden bahseden bu dinin cennet anlayışını düşünürsek, kutsal kelimesinin kapsadığı kavramın da ne kadar farklı olduğunu anlayabiliriz. 

Bir şeyin uğrunda canını vermeye hazır olmak Yahudi dininde kesinlikle yasaktır. Yahudilikte insanın hayatı herşeyin üstünde bir değer taşır. Tanrının yarattığı bedeni sadece Tanrının alabileceği olgusu hakimdir. İnsanın değil başkasının, kendi canını alması bile yani intihar etmek bile çok büyük, hatta affedilmeyecek bir günah sayılır. Müslümanlıkta ise, kimi kutsal saydıkları şeylerin arkasından,  din adına, Tanrı adına savaşarak cennet gideceklerine inanırlar. Bu yüzden Türkçe sözlükte kutsal kelimesi, " uğrunda canını vereceğin şey " olarak nitelenebilmektedir,  Şehitliği kutsal sayan toplumlar cihad ve savaşları da kutsal sayarlar.

Geçtiğimiz hafta, Israel'in Güney Lübnan' daki Hamas kamplarında depolanmış silahları vurmasının ardından "şehit"(!) düşen bir Hamas militanının cenaze töreninde, Fatah militanlarıyla, Hamas'ın teröristleri arasında çatışma çıkmış. Böylece cennete uğurlanmak üzere yola çıkan cenazede bir dört kişi daha ölmüş.

Bir toplum varsayalım ki, cenazelerinde silahlar atılıyor, insanlar vuruluyor,  bir toplum varsayalım ki "şehit" lerini sardıkları bedenleri, kutsal savaşın uğrunda cihad çağrılarıyla mezara taşınıyor, bir millet varsayalım ki, her yerde " masum " olan çocuklar kimi yerde ellerinde silahlı insanlarla birlikte, Cihad uğrunda ölmek için and içtikleri cenazelerde haykırıyorlar...

Ve sonunda şöyle diyorlar....Israel cocukları öldürüyor.

Erdoğan, geçtiğimiz günlerde, Filistinin haklarının korunması ön koşuluyla, Türkiye'nin yeniden Israelle yakın  ilişki kurabileceğini söylemiş. Bundan bir kaç gün sonra, Israel'in sokaklarda Filistinli çocukları " terörist oldukları bahanesiyle" (!) öldürdüğünü iddia etmiş.

Üzerinde adam öldürmek için bıçak ya da silah taşıdıktan sonra o kız 14  ya da 24 olsa ne fark eder ?

Ne Erdoğan ne de diğerleri neden bir kez doğruyu söylemiyorlar?  Haftalardır devam eden saldırıları anlatan pek yok!! Gerçeklerden bahsedenler yine yok.

Çocuklar üzerlerinde silah taşıdıkları  gün çocukluklarının tüm saflığı biter!! Adam öldürmeye yeltenen bir insanın o dakikada yaşının önemi varmıdır? Hem saflliği hem de dokunulmazlığı!  14-15 ya da 16 yaşındaki çocuklar silah kullandıkları andan itibaren kimi neden ve niçinleri oyunun kurallarını değiştiren  topluma  sormanız gerekmez mi? Nerede ahlak ve insanlıkları!!!

Daeş çocuklarının, kimi kimi boğaz kesebildiklerini de görmemişlerdir eminim!!

Batı'da çocuk dediğinizde sabah yatağından kalkıp okula giden,  akşam odasında ders çalışan, arkadaşıyla oyun oynayan küçük insandır. Himayeye muhtaçtır. Anne babasının koyduğu kurallarla, aile içinde bir yaşam sürer.  Ona kimi ahlak kuralları kimi toplumsal yaşam değerleri öğretilir. Çocuk masumiyeti temsil eder. Büyüklerin sözlerinin ışığındaki bu küçük insan, daha iyi gelecek için eğitilir.

Batı, Ortadoğu'yu kendi değerleriyle analiz ediyor. Batıdaki insan bu küçük çocukları kendi ülkesindeki toplumsal değerlerin ışığında değerlendiriyor. Onları kendi normları içinde gözlemlemeye çalışıyor. Ekranlar yoluyla, yazılanlar yoluyla, anlatılanlar ve kafalarında hayal ettikleri dünyalar yoluyla. Herşeyin kendi beyinlerindeki bir yanılgı olduğunu bilmeden. Kendi İngiliz beyinlerindeki kültür yapılarıyla sabah içtikleri İngiliz kahvesinin tadında Filistin beynini anladıklarını, tattıklarını hayal ediyorlar. Aynı anlayışta, aynı tatta bir dünya hayal ediyorlar. Tamamen ayrı dünyaların insanlarını  kendileri gibi düşünmeye başladıklarında yanılıyorlar. Gördükleri ve benimsedikleri dünyalar birbirlerinden ne kadar farklıysa onlar hala bunun farkında değiller.  Batı' daki insanın gözlükleri, kendi standartlarında. Onlar bu gözlüklerle gördükleri olayların, Ortadoğu'daki çizgilerini ve sınırlarını tanımlıyorlar. Oysa geceleri düğünlerde silah atanların dünyalarında bambaşka fikirler dönüyor.  Minicik çocukların ölümle iç içe geçen yaşamlarına o kadar uzaklar ki onlar.

Çocuğun Avrupa' daki kelime anlamıyla, Ortadoğu' daki karşılığı da aynen " kutsal" kelimesi gibi  örtüşmüyor.

Bu insanların belirledikleri koşullara karşı, diğer tarafın verdiği tepkileri, bölge insanını ve şartlarını tanımayanlar anlamayabilirler.

Yine iki gün evvel sabah sabah, 14 yaşında bir Filistinli genç kız, 24 yaşındaki Israelli bir genç anneyi. sabah çocuklarını yuvaya götürürken, sırtına 30 santimlik bir bıçak saplayarak yaraladı burada.

Daha sonra, Batı'da Israel polisinin 14 yaşındaki bu çocuğu tutukladığını duyduklarında insanlar çılgına dönüyor. Israelliler canavarlar!!  Çocuklara nasıl davranıyorlar???!!! Doğru, görüntülere yansıdığında çok kötü bir propaganda oluyor Israel açısından.. insanı ürperten...........bir askerin elinde giden bir çocuk. Bunlar hiç olmaması gereken şeyler.. Hem de hiç!!

Askerlere molotov kokteyleri atan çocukları geçenlerde askerler fotoğraflarını çekerek teyid etmek istediler. Bu da olay oldu.

Bazen bir Israel askeri, sınırda kendisine koca koca taşlar atan bir çocuğu yakalarken görülür. Sınırda Israelli sivillere ve askerlere kocaman taşlar, molotov kokteyleri fırlatan çocukları yakalayan askerler zaman zaman onları  kontrol noktasındaki merkeze götürürler ve ailelerinin gelmeleri için haber verilir. Esas hesap anne babayladır..

...................................

Gelelim, Lübnan'daki son duruma.  Hamas burada yeni kollar salıyor. Suriye'deyse geçtiğimiz Haziran' da " Kimyasal Silahların" saklandığı depoları imha eden Israel,   Avusturya' da devam eden görüşmelerden bir şey çıkmayacağının bilincinde.

Geçtiğimiz günlerde Amerika'ya, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin'la görüşmeye giden Gantz, İran'a karşı ortak bir tatbikat üzerinde anlaşmaya çalışıyor. Önümüzdeki bahar aylarında planlanan tatbikata Amerikanın katılımının söz konusu olup olmayacağını göreceğiz. Şimdilik, her gün nükleer güç olma rüyasına bir adım daha yaklaşan İran'ın Israel'i hedef almasına izin vermemek için senelerdir yaptığı askeri hazırlıklara hız vermiş olan Israel, bu konuda gittikçe daha etkili bir ikna politikası yürütmeye çalışıyor. Avrupa'yı, İran'ın sadece Israel için değil tüm dünya barışı için tehlike arz ettiğine dair tam olarak ikna edebildiğini sanmıyorum.

Viyana'da,  devam eden pazarlığın yeniden zora girdiği bugünlerde Israel'in bahar ayında Amerika'yla birlikte ortak bir tatbikat yapacakları yönündeki açıklamalar, İslam Cumhuriyetine bir mesaj verme çabaları olsa da İran şimdilik bundan korkmuş gibi görünmüyor.

Amerika ise her ne kadar, görüşmelerden bir sonuç çıkmadığı takdirde tüm diğer seçeneklerin masada olduğunu söylese de, son dönem Amerikan politikasını takip eden bir insan Amerikanın, İran'a karşı bir saldırıda yer almak için çok gönüllü olmayabileceğini de görebilir.

Bu durumda Israel kendi işini kendi yapmak zorunda kalabilir.

Sonuç olarak, bu bölgede çocuk yaştaki insanlardan,  Ortadoğunun ortasındaki koca bir İmparatorluğun kalıntılarının devamı olan bu eski ve köklü İslam ülkesine kadar, kutsal savaş uğrunda şehit olmaya and içmişlerle barış yoluyla bir şeye varmak şimdilik bir rüya gibi görünüyor!!!